


Alişan Demirci – Kamilya Jubran
Alişan Demirci – Kamilya Jubran
Kamilya Jubran 1963 Filistin köyü Celile doğumlu. Babası Elias Jubran udî ve müzik öğretmeni. Rum kökenli Ortodoks bir aile. Kamilya dört yaşından itibaren kanun ve udu, klasik Arap ve Mısır müziği repertuvarını öğrenmeye başladı. Henüz 19 yaşında iken Sabreen grubuna katıldı ve yirmi yıl boyunca 1982’den 2002 yılına kadar bu grupla çalıştı.
Sabreen grubu geleneksel olanı günümüz çalgılarıyla icra ediyor ve şarkı sözlerinde şiddet söylemlerinden özellikle kaçınıyor. Kudüs’te; direnişin, özgürlük için mücadelenin, ümidin, barışın, Filistin’in, modern bir karşı koyuşun müzik alanındaki en büyük temsilcilerinden olan grup, sözlerini özenle seçiyor; “savaş”, “taş”, “asker” gibi sözcüklerden kaçınıyor. Grubun şarkıcısı Kamilya, Mahmud Derviş, Fadva Tukan gibi Filistinli şairlerin şiirlerini alıyor. 2003’te kanserden ölen genç şair ve romancı Hüseyin el-Bargusi de gruba eşlik edenlerden biri. Grup 1989’da çocuklar ve amatör yetişkinler için sanat eğitimi derneği kuruyor. 1994’te Oslo antlaşmasının imzalanmasıyla oluşan iyimser hava içinde “İşte güvercin zamanı” (Here come the doves) albümünü çıkarıyorlar. Sabreen, ilk İsrail Filistin ortak yapımı olan Roméo ve Juliette eşliğinde Fransa’da konser veriyor. Sonraki yıllarda Kamilya Jubran Filistin topraklarındaki çocuklar için müzikli tatil kampları düzenlemiş. “Herkes için müzik” adını verdiği etkinlikler geliştirmiş.
Ancak bu proje, başbakan Rabin’in öldürülmesinden sonra, çıkmaza girmiş.
2002 yılından bu yana kendi başına hareket eden Kamilya çeşitli sanatçılarla uluslararası konserler vermekte, festivallere iştirak etmekte ve turnelere katılmaktadır.
Edindiğim izlenimlere göre Kamilya bu işi gerçekten sevdiği için yapıyor. Şan, şöhret, para gibi maddi birtakım kaygılarla bu işi yapmıyor. Yaptığı müziklere ve birlikte konser verdiği müzisyenlere bakıldığında aslında üst düzey bir müzik yaptığı söylenebilir. Sadece ilgililerin, bu anlamda dertleri olan birtakım duyarlı dinleyicilerin ön sıralarda olduğu bir dinleyici kitlesine sahip olduğunu düşünüyorum. 20 yıl Filistin’in direnişine destek veren bir müzik grubunun, protest müzik popülaritesinde arka sıralarda kalmasını başka bir şekilde izah edemiyorum. Sanırım dünya şiddet içeren ya da şiddete, zulme karşı sert tavırlar koyan sanatçıları daha çok öne çıkarıyor. Bir de Kamilya, İsrail pasaportuna sahip olduğu için bazı Ortadoğu ülkelerine giriş yapamıyor. Dolayısıyla mesela Beyrut’ta Kamilya Jubran konseri dinleyemeyeceğiz.
Saçlarına aklar düşmüş Kamilya’nın sesinde sanki yılların yankısı var. Üzerinde bir tişört ya da gömlek ama mutlaka siyah renk. Ve elinde ud. İnanılmaz sade bir kadın ama lirik bir ses. Şarkıları dinlerken içimde bir ümit yeşeriyor, farklı bir manevi haz alıyorum fakat bütün bunlar kahırlı bir ruh hali içinde gerçekleşiyor. Çünkü ses saçları beyazlamış bir kadından geliyor. Gerçi babası Elias, Kamilya’nın şarkılarını dinlemek istememiş ama Ümmü Gülsüm’den söyleyince “İşte müzik bu” demiş. Ümmü Gülsüm’ü yazmak ise çok zor görünüyor benim için.
Albümlere gelince; Sabreen grubunun Smoke of the Volcanoes (1984), Death of the Prophet (1987), Here Come the Doves (1994), Al Fein (2000), Maz’ooj (2002) ve Al Zeir Salem (2003) ulaşabildiğim albümleri. Kamilya Jubran’ın ise; Wameedd (2006-Werner Hasler ile beraber), Makan (2009) ve Wanabni (2010-Werner Hasler ile beraber) olmak üzere üç albümü bulunmakta.
Kamilya’nın, bu güçlü ve içli sesin mesajı çok basit: “Bu halk, bu kültür, bu tarih, yok edilmek istense de yerinde kalacak!”
Smoke of the Volcanoes albümünde yer alan Mahmud Derviş şiirinin çevirisi ile bitirelim:
İnsana Dair
Ağzına zincirler vurdular
Ölüler kayasına bağladılar ellerini
Sen bir katilsin dediler
Yemeğini elbiselerini ve bayraklarını aldılar
Ölüler zindanına attılar onu
Sen bir hırsızsın dediler
Bütün limanlardan kovdular onu
Küçük sevgilisini aldılar
Sen bir mültecisin dediler
Ey gözleri ve avuçları kanayan
Elbet bitecek gece
Ne tutuk odası kalacak
Ne zincirlerin halkaları
Neron öldü ama ölmedi Roma
Gözleriyle çarpışıyor
Bir başağın taneleri kurusa da
Vadiyi başaklar dolduracak yakında
(Mütercim: İbrahim Demirci)

Ahmet Aksoy – Türk Sinemasında Bir Kilometre Taşı: A Ay
Ahmet Aksoy – Türk Sinemasında Bir Kilometre Taşı: A Ay
Türk Sinemasının, zeminini henüz pek sağlamlaştıramamış, kuramsal tartışmaların daha çok ideoloji merkezli olarak şekillendiği, içinde filizlenip boy veren akımların pek de uzun ömürlü olmadığı ve siyasi çalkantılara paralel gelişim seyri gösteren bir sinema olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. 1960’lı yıllarda 27 Mayıs askeri darbesinin getirdiği siyasi konjoktüre bağlı olarak ortaya çıkan sinemasal akımların – Toplumsal Gerçekçilik, Ulusal Sinema, Devrimci Sinema ve Milli Sinema… – 1980’li yıllara gelindiğinde yaşanan yeni bir darbe süreciyle birlikte, sonradan bağlılarınca başka bir isimle – Beyaz Sinema – anılmasına karşın aynı biçim ve özle varlığını sürdürmeyi başarabilen tek sinema akımı olan Milli Sinema akımı dışında tümden yok oluşları başka nasıl açıklanabilir? Üstelik bu durum, Türk sinemasının varlık sahasına çok önemli katkılarda bulunmuş iki büyük ustanın; Toplusal Gerçekçiliğin büyük ustası Ö. Lütfü Akad ve önceleri Toplusal Gerçekçi iken daha sonra özellikle Kemal Tahir etkisiyle Ulusal Sinema Akımı içerisinde yer almış olan Metin Erksan’ın sinemadan koparak bir daha film yapmamalarına da sebep olmuştur.
80’li yıllar, Yeşilçam Sineması etkisinin tamamen kaybolduğu, Hollywood Sinemasının tüm dünyayla birlikte Türkiye’deki sinema salonlarını da esir almaya başladığı yıllar olarak görülebilir. Bu dönemde ucuz video filmleriyle ayakta kalmaya çabalayan, kimliksiz ve renksiz bir sinema ortaya çıkmıştır. Söz konusu yıllar boyunca yaşanan apolitikleşme sürecinden ciddi biçimde etkilenen sinema sektörü hiç biri zerre miktarı sanatsal bir değer taşımayan, uyuşturucu, kumar ve alkolizm gibi dönem gençliğini ve aileleri kuşatan bir takım toplumsal sorunları ele alan filmler üretmiştir. Bu filmlerden pek çoğunun insana dair, hayata dair söyleyebildiği, hissettirebildiği hiçbir derinlik yoktur. Ancak bazı filmleriyle Halit Refiğ’i ve sinema çevrelerince ne anlatmak istediği hep sorgulanmış ve bir türlü hak ettiği değeri bulamamış olan Ömer Kavur’u ayrı bir yere koymak gerekir.
Türk Sinemasının tam olarak neye tekabül ettiği, onu diğer sinemalardan ayıran şeylerin neler olduğu konusu da oldukça netamelidir. Kendine özgü dili ve biçimsel yanlarıyla yetkinliğini ispat edebilmiş bir Türk Sinemasından söz edilebilir mi? Ayşe Şasa Türk Sinemasını tanımlarken “Türk Sineması, Gerçekten çok temsile ve görüntüye dayalı bir anlatımı olan, ses-görüntü karşıtlığından, görüntü anlam karşıtlığından, tema-karşı tema çatışmasından yani batılı bir anlatımdan taban tabana zıt olarak, ses-görüntü parelelliğine, görüntü-anlam parelelliğine, müzikteki tek seslilik ilkesine bağımlı ve öyküleme tekniği olarak trajikten daha çok epiğe dayalı bir görsel anlatım çabasıdır”(Şasa, 1993: 7-8). demektedir. Sinema tarihine bakıldığında genel bir gerçeği ifade etmekten ziyade ne yazık ki arzulanan bir durumu ortaya koyduğu açıkça belli olan bu güzel tanım, sinema tarihimizde çok az örnekte tecessüm etmiş bulunmaktadır. “Ne Doğu kültürünü biliyoruz, ne Batı kültürünü. Neden bu ikisiyle doğru bir hesaplaşmaya girmemişiz? Bizim dünyadaki yerimiz nedir, bunu bil miyoruz. Birey olarak kendi kültürümüz de yok. Bir Batılı yönetmen gibi, hem kendiyle, hem dünyayla hesaplaşmaya elverişli, geçmiş kültür birikimini mutlaka kullanabilen birikimimiz de yok”(2009: 43). diye hayıflanan Metin Erksan, yaşanan durumu acılıkla ifade etmektedir. Lütfü Akad’ın sözleri çok daha vahim bir durumu özetlemektedir adeta: “Bugüne kadar yaptıklarımız, ne yapılmaması gerektiğinin göstergesidir. Umarım bundan böyle yapılması gerekene geçeriz”(Aktaran: Şasa, 1993: 33).
80’lerin sonuna gelindiğinde, Yeşilçam’ın en prestijli senaristlerinden biri olarak kabul gören, aynı zamanda kuramsal tartışmalarıyla da sektöre ciddi katkılarda bulunan Ayşe Şasa’yı bile derin heyecanlara sürükleyen bir film çıkageldi; a ay! Genç bir yönetmen olan Reha Erdem’in ilk uzun metraj denemesi olan bu film, çoğu nitelikli sanat eserinin başına geldiği gibi salonlarda pek bir gösterim şansı bulamasa da, işin erbabı olanlarca çabucak fark edildi ve çok önemli festivallerden ödüllerle döndü. Sinemamız açısından önemli bir kırılma anına işaret eden bu film yeni diye anılmaya başlanacak bir dönemin de kapılarını aralamış oldu. Yeni Türk Sineması onunla başladı ve sinema sektörünün önünde hem nitelik açısından hem de üretimsel açıdan her şeyin daha da iyi olmaya başladığı bir dönem açılmış oldu. Henüz kuramsal olarak adı konulamamış olsa da, bu yeni açılan kapıdan hızla akmaya başlayan yeni dalga yönetmenlerin filmleri, hem uluslar arası festivallerden yüz akı başarılarla döndüler hem de uzun yıllar sonra ticari açıdan Hollywood’u geride bırakabilecek işler çıkarmaya başladılar.
Bu yeni dönemin öncüsü ve fitili ilk ateşleyen film olan A ay, babasını ve annesini çok küçük yaşta kaybetmiş olan, çocukluk devresini geride bırakıp bir genç kız olmaya hazırlanan Yekta’nın düşle gerçek arasında gelgitlerle dolu yaşamından kısa bir kesit sunuyor izleyicilere. Yekta halası Nükhet Seza ve büyükbabası Sırrı Bey’le birlikte büyük bölümü tamamlanamamış fakat bununla birlikte artık oldukça eskimiş olan bir konakta yaşamaktadırlar. Yekta’nın artık yatalak olan büyükbabasının odasına girmesi yasaktır. Diğer halası Nehir İngilizce hocasıdır ve adada yaşamaktadır. Nükhet Seza ile Nehir arasında derin farklılıklar ve gizliden gizliye yaşanmakta olan bir çatışma hali mevcuttur.
Nükhet Seza konakta yaşamayı seçmiş geleneklerine bağlı gibi görünen bir kadındır. Nehir ise konaktan yıllar önce kopmuş ve kendine ait bir yaşam kurmuştur. Her ikisi de hiç evlenmemiş olan kardeşlerin geçmişlerinde peşlerini bırakmayan derin bir sır vardır. Yekta bu sırlarla örülü konakta annesi İhsan’ın neden öldüğünü merak etmekte ancak tatmin edici bir cevaba ulaşamamaktadır. Her gece annesinin kayıkla pencere önünden geçtiğini söyleyen Yekta’ya Nükhet Seza halası düş gördüğünü söylemekte, Nehir halası ise bunların birer saçmalık olduğunu düşünmektedir. Nehir Yekta’yı yatılı okula vererek içinde bulunduğu durumdan kurtarmak istemektedir. Ancak Yekta ve Nükhet Seza bu duruma pek sıcak bakmamaktadırlar.
Gerçek nedir? Biz gerçeğin neresinde durmaktayız? Her gördüğümüz şey gerçek midir? Bu sorular filmin temel problematiğini oluşturuyor. Ve filmin mottosu olarak kabul edebileceğimiz can alıcı soru: Rüyalarını gösterebiliyor musun?
Filmde seçilen her mekan, filme adeta bir baş rol oyuncusu gibi dahil edilmektedir. Yönetmen yarım kalmış ve bu haliyle köhneleşmiş olan bir konağın yer yer insanın içini ürperten atmosferinde, her şeyin yarım yamalak ve kırık dökük yaşandığı bir ailenin çözülüşünü, yok oluşunu simgeleştirmektedir. Nükhet Seza kendi gerçekliğiyle yüzleşmekten korkan, değişmek duygusundan oldukça uzak biri olarak bu konakta adım adım yok oluşa sürüklenmektedir. Nehir’in yaşamayı seçtiği ada, bir kaçış, yabancılaşma ve kendini yeniden arayışın metaforu olarak sunulmaktadır. Deniz gizemin, sonsuzluğun, varlığın ve yokluğun remzidir. Film başlarken denizde görülen ölü kedi sonsuzluk içinde kayboluşu, konakta yaşayan topal martı, insanın kendi zindanında hapsoluşunu anlatmaktadır.
Başta genç oyuncu Yeşim Tozan olmak üzere rol alan bütün oyuncular, kusursuza yakın bir performansla katkıda bulunuyorlar filme. Hele yılların ustası Münir Özkul bunca yıldır sinema izleyicisinin onu görmeye alıştığının çok dışında bir rolde adeta nefesleri kesen bir oyunculuk gösterisi sunuyor.
A ay, ilk bakışta kendini pek de kolayca ele vermeyen şiirsel dili, özenli çerçeveleme ve görüntü yönetimiyle Tarkovsky’nin açtığı yoldan, Erksan’vari bir estetik biçimciliği içselleştirerek işe koyulan ve fakat taklitten uzak durarak bu durumu sadece etkileşimle sınırlı tutup kendi sinema dilini kurma çabasında olan bir yönetmenin varlığını müjdelemektedir. Yönetmenin sonraki çalışmaları da bu müjdenin yersiz olmadığını gözler önüne sermektedir.
Kaynak: Şasa, Ayşe. (1993). Yeşilçam Günlüğü. İstanbul: Dergah Yayınları.
Arınç, Cihat. (Ağustos 2009). Teorisiz Film Pratiği, Felsefesiz Film Eleştirisi Olur mu? Anlayış Dergisi
A ay
Yönetmen: Reha Erdem
Oyuncular: Yeliz Tozan, Özcan Özgür, Gülsen Tuncer
Özet: 12 yaşındaki Yekta, boğaz kenarında eski ve kasvetli bir yalıda halası ve dedesi ile birlikte yaşamaktadır. Ölen annesi hakkında tek bildiği şey, bir gün kayıkla denize açıldığı ve bir daha geri dönmediğidir.
Bir gece, Yekta, pencereden annesinin bir kayığa binip uzaklaştığını görür, ama herkese anlatsa da kimseyi inandıramaz. Bu olaydan sonra annesinin bir gün geri döneceği inancı daha da güçlenir. Küçük halası Neyyir, Yekta’yı Büyük Ada’daki bir okula kaydettirmek istemektedir. Yaşadığı evden uzaklaşmak istemeyen Yekta, bir gün annesi gibi kendi başına bota atlayıp açılınca, durumu için endişelen halası adaya, kendi yanına aldırır. Her şeye rağmen, Yekta buraya alışmayı reddecektir.
Kaç Para Kaç
Yönetmen: Reha Erdem
Oyuncular: Taner Birsel, Zuhal Gencer Erkaya, Sermet Yeşil
Özet: Filmde küçük bir hayata giren, büyük bir paranın, küçük bir suçu, büyük bir trajediye dönüştürmesi anlatılıyor. Kendi halinde bir yaşantısı olan bir adamın günün birinde bindiği bir takside bulmuş olduğu dötyüzellibin dolar ve kendiyle mücadelesinin anlatıldığı filmi Reha Erdem sinemasının tipik örneklerinden biri.
Korkuyorum Anne
Yönetmen: Reha Erdem
Oyuncular: Ali Düşenkalkar, Işıl Yücesoy, Köksal Engür
Özet: Bol karakterli hikayesi ile insanlığın evrensel bir resmini çizmeye çalışan bir film Korkuyorum Anne. Eski bir apartman dairesinde, ekseninde bir kaza sonucu hafızasını kaybetmiş Ali Düşenkalkar’ın bulunduğu birbirinden değişik karakterler. Hafıza kaybı ile beraber insan olmayı yeniden keşfediyor Ali ve etrafında yaşayanlarda bu serüvenden etkilenip kendi insanlıklarının farkındalığına ulaşıyorlar. Filmin yan hikayesi ise elden ele dolaşan bir kayıp yüzüğün hikayesi.
Bol ödüllü olmasına rağmen uzun zaman vizyon izleyicisi ile buluşamamış bu film, dönemin diğer Türk filmlerinden oldukça özgün ve öncü bir yönetim stili ile ayrılıyor. İnsan olma hali bir vücudun parçaları gibi bölünüp, filmin finalinde tekrar bir araya getiriliyor sanki…
Beş Vakit
Yönetmen: Reha Erdem
Oyuncular: Özkan Özen, Ali Bey Kayalı, Elit İşcan
Özet: Sert bir coğrafyada yüksek kayalıkların üzerine kurulmuş küçük köyün sakinleri, tıpkı toprak ve su gibi doğanın bir parçası olmuşcasına sakin ve doğal bir yaşam sürmektedirler. Tüm hayatları, mevsimlerin, toprağın, suyun, havanın ritmine göre şekillenir. Besin kaynakları da, toprağın ve besledikleri az sayıdaki hayvanın onlara verdiğinden ibarettir, daha fazlasından değil. Zamanı belirlemelerini sağlayan tek şey ise her gün beş vakit okunan ezandır.
Tüm bu doğal akışkanlığın içinde, 12 yaşlarında üç çocuk, Ömer, Yakup ve Yıldız, beş vakte bölünmüş günleri birer birer eskiterek büyümektedirler. Ömer, babasından nefret etmektedir ve tüm kalbiyle onun ölmesini ister. Sadece istemekle kalmaz, kendince girişimlerde de bulunur. Yakup, genç öğretmenine aşıktır ve bir gün babasının onu gizli gizli gözlediğini görünce o da babasını öldürmeyi aklından geçirir. Yıldız ise bir yandan okumaya çalışmakta, bir yandan da annesinin üzerine yıktığı işlerle başetmeye çalışmaktadır. Böylece beş vakitler birbirini kovalar ve çocuklar da, sevgi ve nefret duyguları içinde büyümeye devam ederler.
Kaç Para Kaç ve Korkuyorum Anne gibi filmleriyle uluslararası festivallerde yarışmış ve bir çok ödül almış Reha Erdem, Beş Vakit’in dünya prömiyerini 25. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde yaptı. FIPRESCI ve En İyi Türk Filmi ödüllerinin yanında, Adana Altın Koza Film Festivali’nde de En İyi Film dahil pek çok ödülün sahibi oldu.
Hayat Var
Yönetmen: Reha Erdem
Oyuncular: Elit İşcan, Erdal Beşikçioğlu,
Özet: Hayat, babası ve yatalak dedesi ile birlikte, İstanbul Boğazı’na açılan bir dere ağzındaki ahşap bir evde yaşamaktadır. Babası ailenin hayatta kalmasını sağlamak için küçük teknesiyle bu sularda balıkçılık yaparken, bir taraftan da birtakım yasadışı işlere girip çıkar.
Hayat bu zorlu, sert ve acımasız dünyaya doğmuştur ama yaşama sıkı sıkıya sarılır. Dünyadaki adaletsizliklere karşı cesaretini, dayanıklılığını ve umudunu yitirmez.
Korkuyorum Anne , Beş Vakit gibi filmlerin yönetmeni Reha Erdem’in son filmi Hayat Var, dram yüklü bir hikaye.
Kosmos
Yönetmen: Reha Erdem
Oyuncular: Sermet Yeşil, Türkü Turan, Suat Oktay Şenocak, Hakan Altuntaş, Murat Deniz, Asil Büyüközçelik, Sencar Sağdıç, Korel Kubilay
Özet: Kosmos mucizeler yaratan bir hırsızdır. Dağlardan taşlardan, ağlayarak ve sanki birilerinden kaçar gibi gelir bu zaman dışı sınır şehrine. Şehre girer girmez nehirde boğulan bir küçük çocuğu kurtarır ve mucize yaratan insan olarak hemen kabul görür şehirde.
Kosmos sıradan birisi değildir. Kosmos’u hiç yemek yerken ya da uyurken görmeyiz. En büyük ihtiyacı çay, tek besini ise avuç avuç yediği kesme ya da toz şekerdir. Şaşırtıcı maharetlerinden birisi de yüksek yüksek ağaçlara büyük bir kolaylıkla tırmanıp, incecik dallarında bir kuş gibi oturabilmesidir. Kosmos herkesi irkilten bir isteğini açık sözlülükle belirtir: Aşk peşindedir. Kosmos’la dereden kurtardığı küçük çocuğun ablası Neptün arasında tuhaf bir yakınlaşma olur, ağaçlarda damlarda çığlık çığlığa kuş bağırışlarını taklit ederek sanki gölgeleriyle buluşur, oynaşırlar.
Kosmos’un gelmesiyle şehirde o zamana kadar pek de görülmeyen küçük dükkan soygunları baş gösterir. Soygunlar ve mucizeler birbirini kovalarken, şehirliler Kosmos’un insanları iyileştirme gücünü keşfederler. Bütün dertliler, hastalar, şifa arayan çaresizler Kosmos’un peşine düşer. Zamanla talihsiz olaylar serisi herkesin ondan uzaklaşmasına sebep olur…

Nurettin Özel – Türk Dünyası ve Sinema
Nurettin Özel – Türk Dünyası ve Sinema
Bundan bir hafta kadar önce Kazakistan’da idim, bir film çekimi için ön araştırma yapmaya gitmiştik. On altı gün kaldım, gerçi Almaata dışına çıkmak nasip olmadı, ama sadece Almaata’yı görmek bile Kazakistan’ın geneli hakkında bir fikir edinmeye yetiyor sanırım.
Almaata çok güzel bir şehir; yayalar öncelikli çok düzenli bir trafiği var, araba trafiğinde tek bir yaya göremezsiniz. Çünkü yayalar için yolun her iki tarafı da araba trafiğine ayrılandan daha fazla genişlikte yol ayırmışlar. Gerçi bizim Konya’mız gibi yol refüjlerine milyonlarca lale sümbül dikmemişler ama olsun, onlar da yaya yolunun iki tarafına ağaçlar dikmişler… Yayalar kilometrelerce gölgede yürüyorlar, güneş sağında solunda önünde arkanda olsun fark etmez. Hep gölgede yürüyorsun, anlaşılan görsellikten daha çok insan sağlığına ve refahına önem vermişler…
Bahçesinde cuma nazmımızı kıldığımız Turgut Özal zamanında yapılmış büyük bir camileri var. Türkiye’den geldiğimizi duyunca caminin Turgut Özal tarafından yaptırıldığını ve Turgut Özal’ı çok sevdiklerini söylediler, rahmetle andıklarını söylediler…
Bu olay Hadimi hazretlerinin çok güzel bir sözünü hatırlattı bana. Hadimi hazretleri der ki: “İnsan odur ki bıraka bir eser, eser bırakmayanın yerinde yeller eser…” Özal, eserini bırakmıştı ve yerinde yeller esmiyordu…
Almaata, Konya büyüklüğünde bir şehir. Söylediklerine göre 17 tiyatro ve 25 sineması var… daha önce duymuştum, Rusların kendi fikirlerini halka benimsetmek için, katır sırtında, bir tarafta film kopyaları, diğer tarafta gösterim makineleri köy köy dolaşıp film gösterimi yaptıklarını, demek ki büyük şehirlerde de katırları bırakıp yerleşik sinema düzenine geçmişler….
Bunu Eski Roma devlet geleneğinde de görüyoruz. Akdeniz sahillerinde kalıntılara baktığınız zaman en önemli yapıları arenaları ve açık hava tiyatroları olduğunu görürsünüz. Halkı bu yolla eğitmişler, eğlendirmişler ya da uyutmuşlar her neyse… Ama şurası bir gerçek bu: Toplu iletişim ve etkileşim sanatı olan tiyatroyu çok iyi kullanmışlar ve yıllarca insanları yarı aç, yarı tok savaşlara sürmüşler, ya da gürültü patırtı olmadan idare etmişler.
Bu bir yönde çocukların yaramazlık yapmasın da, ben misafirlerimle rahat rahat oturayım dercesine tüm oyuncaklarının önlerine dökülmesi gibi bir şey olsa gerek…
Tabii o zamanlar Amerika’nın şiddet filmleri yok. Şimdiki gibi canı sıkıldığı zaman karşısındakinin kafasına bir kurşun sıkan ve sonra da hiç sorgu sual görmeden elini kolunu sallayarak dolaşan oyuncuların rol aldığı Türk dizileri de yok…
Ama şurası bir gerçek, sanat insanlar üzerinde çok etkili bunu ta Roma döneminde farkına varmışlar ve kullanmışlar, Rusya kullanmış, Amerika hala kullanmaya devam ediyor ama biz henüz bu gücün farkında değiliz… Farkında olsak da, ya bu işi eskiden sol dediğimiz kesime ya da benim gibi Donkişotvari savaşarak film çekmeye çalışan birkaç kişiye bırakmışız…
Bizimkilere zaman zaman söylediğim bir şey var: Sanatta iktidar olmadan devlette iktidar olamazsınız. İktidar olsanız da muktedir olamazsınız diye… Ama bu söz hiçbir zaman itibar görmedi…
Hatta bir zaman Halil Ürün Bey’e dedim; milletvekilleri, belediye başkanının yanlarında bir de sanat danışmanı olsun, halkın nabzını tutsun, fısıltı gazetesini iyi okusun ve edindiği tüm bilgileri size iletsin, siz de söylemlerinize ve icraatlarınıza daha isabetli yön verin diye… Hatta eline on beş sayfayı aşkın bir de öneri dosyası tutuşturdum, ama bu da itibar görmedi… Bu söylediklerimi birileri çok iyi yapıyor. Hani batı filmlerinde nikah törenlerinde duyduğumuz bir konuşma vardır: “İyi günde ve kötü günde” diye başlayan… İyi günde onlar onları destekliyor, kötü günde de onlar onlar için kazan kaldırıp vaveylayı koparıyorlar. Sonra da ayıkla pirincin taşını ayıklayabilirsen…
Tiyatro ve sinema çok etkili bir silah. Hele kitapların, gazetelerin, dergilerin okunmadığı bir dönemde çok etkili bir silah, hem de çok uzun menzilli bir silah, yüz sene sonrasındaki hatta yeni teknolojilere göre beş yüz sene uzaklıktaki hedefi on ikiden vuracak bir silah, ama biz bunun hala farkında değiliz.. Farkında olduğumuz tek şey masa ve kasaya bir makam peşinde koşuyoruz ya da kasamızı doldurmaya bakıyoruz…
İki yaşında bir torunum var, Cailloulu bardaktan başka bardakta su içiremiyoruz. Sebebi Caillou çizgi filmini izlemesi, bu durum sinemanın gücünü size çok daha iyi anlatır sanıyorum..
Amerika boşuna Amerika olmadı, düşünsenize dünyada dış borcu en çok olan ülke dünyanın en güçlü ülkesi… Çünkü Amerika daha sonra askerleri gönderdiği ülkelere ilk önce filmlerini gönderdi ve insanları güçlü olduğuna ikna etti…
Henüz geç değil, ama bu günden başlamazsak yarın çok geç olacak, geç olduğunu ise on, on beş sene sonra anlayacağız… Çünkü bu günün çocukları büyüyecekler ve Yavuz Bülent Bakiler’in bir şiirinde “Başka çeşmelerden doldurmuşsun testini, insanlar selamını, Allah rahmetini kesmeden çek git aramızdan…” dediği gibi, başka çeşmelerden testisini dolduran gençler olacak aramızda…
Yo yo karamsar da değilim, ümitsiz de değilim… Çünkü Cenabı Allah’ın dilediğinden öte hiçbir şey olmaz ve olmayacak da… Ama üzülüyorum bazı zengin iş adamı dostlarımız için, çünkü öldükleri zaman her şeylerini burada bırakıp gidecekler. Hâlbuki düşünseler, bütün servetlerini öbür dünyaya taşıyabilirler… Bu ama insanları hayra davet eden sinema filmleri ile olur ya da Özal gibi Kazakistan’a cami yaptırmakla olur, çünkü oradakilerin buna çok ihtiyacı var. Ama şurası bir gerçek ki, insanlar servetlerinin nasibi kadarını yerler, nasibi kadarını içerler ve de nasipleri kadarı ile de hayır işlerler… Çünkü cennet bedava değil, cehennem de lüzumsuz değil… Selam ve dua ile… Hoşça kalın.

Seyyâh-ı Hayrân Ziyâ Çelebi – “Der Beyân-ı Evsâf-ı Belde-i Muhayyere-i Kûniyye
Seyyâh-ı Hayrân Ziyâ Çelebi – “Der Beyân-ı Evsâf-ı Belde-i Muhayyere-i Kûniyye
Yevmen mine’l-eyyâm bu hakîr ü pür-taksîr, evliyâ-yı bî-riyâ, kadîm yârânum Kütâhya sancağundan Hâkân Efendi vü Âmid sancağundan Ankaralu Emre Çelebi ilen musâhibet ider iken Hâkân Çelebi ayıttı kim, ‘Bak a pîrim, şol şühûr-i sayf içre memâlik-i âl-i Selçûk’ın pâyitaht-ı bî mânendi, diyâr-ı Rûm’ın şehr-i azîmi, makber-i Selâçika bulan Konya vilâyetüne, kim senin vilâyetindür, güzerân eylesek; hem seyâhatden ferahluk kesbitsek hem dahî maârif-i târîhiyyemüz müzdâd eylesek nic’olur; nitekim ol beldede ecdâdumız nice âsâr-ı atîka bırağup çerhe tâbî olmuşdır, şol fıkarâyu mihmândâr olur mısun?’ didükde hakir, ‘Hay hay pîrim’ didim. ‘Türk’ün töresünde mihmân, nezd-i Çalab’dan lütufdur kim makâmu ale’r-ra’si ve’l-ayndur. Lâkin seyâhatin mâ-kablinde hakîr Konevî olmağın sizi irşâd idüp şehr-i Kûniyye’den az bahs itse, ahvâl-i umûmiyyeden tahkiye itse olma mı?’ diyüp söze ser-ağaz eyledikde her ikisi de dehenlerün ayurup iş bu seyyâhı istimâya şurû’ eylediler:
Hikâyet:
“Evveliyâtında şehr-i Konyâ tâ Bizans rûzigârundan müesses, nizâmî bir belde olup düvel-i mâ kable’t-târîhde ism-i evvelü İconium’dur kim, lisân-ı kadîmde cümle mukîmânı müşrik âdemler olub meydânunda bir büt mansûb olmağın “belde-i büt” dimekdir. Vâkıa bilâhare Mesîhî Urûm kavmi beldeyi hükm ittiyse de Alparslan Gâzî –tâbe serâh- Anadolu’yu feth idüp Oğuz Karahan ahfâdundan Selcûkiyân-ı Rûm nâm, âl-i Selçûk dahî ol şehr-i azîmü zabt eyleyüp ânı ziyâ-yı İslâm ilen tenvîr idüp ismün dahî Kûniyye’ye tebdîl itdüler. Kutalmışoğlu Süleymân Şâh –rahmetullâhi aleyh- dahî ânı, takvîm-i Îsevî’nün bin doksan yedi senesinde pây-taht eyleyüb bu hâl üzre düvist seneyi bâliğ kalmışdır. Andan berû, cümle halkı ehl-i İslâm olan, kavm-i necîb-i Etrâk’dir. Selâtin-i âl-i Selçûk ol şehrde mesâcid ü dergehhâ, câmi ü hân ü künbed ü tekâyâ vü medreseler bünyâd eylemişdir. Ahd-i Selâçika’da sûfiyyân hep Konyâ’ya gelüb bilâd-i Rûmı irşâd eylemüşdir kim evvelen Hazret-i Pîr nâm Mevlânâ Muhammed Celâlüddin Rûmî olmağ üzre Şems-i Tebrîzî, Sultânü’l-ulemâ Behâüddin Veled, Salâhuddîn Zerkûbî, Şeyh Sadrüddîn-i Malâtî el-Konevî vü dahî esâmisün ta’dâdun gayr-i kâbil cümle sulehâ, ulemâ, şuarâ vü ehl-i hikmet anda türbe-i pâkleründe yatur. Alâüddîn höyüğü üzre mebnî Alâüddin mescid-i cumâsı avlusundaki türbede dahî heşt sultân-ı âl-i Selçûk medfûndürür. Hakk teâlâ cümlesün esrârun takdîs eylesün, âmîn…
Kudemâdan mervîdür kim Musallâ Makberesü’nde dahî Kelâm-ı Kadîm’deki elfâz-ı celîlede ‘ehade aşera kevkeben ve’ş-şemse ve’l-kamera..’ buyrulduğu misillû on ikiden ziyâde peyâmberân-ı ızâm –salavâtüllâhi aleyhim ecmaîn- hazerâtınun lahidlerü vardur. Andan mâadâ üçler vü Sarı Ya’kûb makbereleründe de nice enbiyâ yattuğı menkûldür.
Belde-i Konya mübârek bir beldedür. Çün kim Konya belde-i muhayyeredür. Muhyiddîn İbn Arabî hazretlerünin –ravvehallâhu rûhah- Fütûhât’ında tahkiye buyurdığı üzere Resûl-i Zî-şân efendimüz emr-i ilâhî mûcibince hicret murâd buyurduğunda, Cibrîl aleyhisselâm âna hicret içün bilâd-i selâse tavsiye buyurmışdur kim Konya ânlardan biridür. Diger ikisi dahî ma’lûm olduğı vechile Medîne-i Münevvere vü Şâm-ı Şerîf’dir. Resûl-i Ekrem dahî hadîs-i kudsîdeki ‘ene ınde’l-münkesirati kulûbühüm li eclî’ (ben kalblerü hatrımiçün inkisâr bulmış ibâdumun kurbündeyüm) fehvâsunca fıkarâsu vâfir bulunduğiçün Medîne’ye mâil olmuşlardur. Konya vü Şâm dahî vasiyet-i Cibrîl’de esâmîsü mezkûr olmağla teberrük bulmışlardur. Andan sebep himmet-i Hakk, her dâim ol beldeteynin fevkindedür.
Belde-i Konya’nun Merâm nâm bir muhît ü mesîresü vardur kim cümle bâğ ü bağçeler ü havz ü enhâr anda olub cennât-i Firdevs’den nişân virür. Letâfet ü rîhi, sem’a safâ; câna şifâ; rûha gıdâdur. Şuarâ-yı hukemâdan ü mevleviyyân-ı kirâmdan Şeyh Galib Dede, hezâr ü yek-rûz çihillesün hezâr rûzın Âsitâne-i Konya’nın matbah-ı şerîfinde çıkarmuş vü Konya vü kazâ-yı Merâm’ın fezâilin vasf iden bir gazel dahî îrâd buyurmuşdır. Elyevm dahî, cümle nezâhet ü letâfet ol kazâ içredir.
Gazel:
Harîm-i gülşen-i firdevstir, kazâ-yı Merâm;
Ne rütbe söylesem olmaz yine edâ-yı merâm.
Hayât-ı tâze verir, çâr faslı, ervâha;
Azizler nefsinden gelüb, havâ-yı Merâm.
Zemîn-i Konya, aceb, genc-i pür-maârifdir;
Bu hâkde bulunur gevher-i atâ-yı Merâm.
O âşiyâne-i aşka melekler eyler reşk;
Kebûter-i harem-i yârdır, humâ-yı Merâm.
Sürûd-i âb-i dürûdın, makâm-ı vuslettir;
Behiştden mi gelir cûy-i pür-safâ-yı Merâm…
İmdi, belde-i Konya’nun merkezi, bâlâda mezkûr, Bizans rûzigârunda alâ eydi’l-beşer imâl idilmiş Alâüddin höyüğüdür. İş bu höyüğe iki ok atımlık mesâfede Hz. Pîr’in türbe-i hadrâsu vardur kim dâimü’l-evkât ger ehl-i İslâm ger nasârâ ü yehûd ü mecûs olsun hezâr-bâr âdemoğlanları şeş-cihet-i cihândan ânı ziyâret idüp rûhâniyyetünden müstefîd olurlar. Vü lâkin belde-i Konya-i muhayyerede mukîm durub yaşı yitmişe irüp işi dahî bitmişe irdüği halde, ol Pîr-i Şerîfü vü sâir pîrân-ı kirâmu –ve lev kâne merraten- zâir olmamuş gûyâ Konevî geçünen, feleğe kelek, ankâya sinek dimez rüsvây âdemler dahî mevcutdürür. Ânlar türbe-i pîrin yarım ok atımlık mağribinde Sultân Azîz ânesü Vâlide Pertevniyâl Sultân’un –cealellahü sa’yehâ meşkûran- inşâ itdürdiği Azîziye camiî kurbunde taâmun envâını ziyâde eklidüp ba’dehâ sürrelerün kaşuyub “Yitmiş küsûr senedir şô Gonya’da otururun, deha şô Mevlâne dinen herifin gaprine kitmişliğim yokh…” diyerekden elfâz-ı mahalliyye ile kelimât iderler. Hak teâlâ cehilleründen cümle ehl-i dili hıfz ü sıyânet buyursın…
Evveliyâtunda Konya pây-tahtı cümle bürûc-i müşeyyede ile ihâtalu iken elyevm ol sûrlardan eser kalmamuşdur. Müerrihânun rivâyet buyurdığına binâen, Ebu’l-feth, ızzü’d-dünyâ ve’d-dîn, ruknü’l-İslâmi ve’l-müslimîn, nâsırü emîri’l-mü’minîn, melikü’r-Rûmi ve’l-acem ve’l-Arab ve’l-efrenc, Sultân ibnü’s-Sultân Alâüddin Keykubâd Hân hazretlerü burclarun inşâu nihâyete irdikde Sultânü’l-ulemâ Bahâüddin Veled’i –kuddise sirruh- da’vet idüp teberrük buyurıp duâsından himmet aramağ irâde itdi. Sultân Veled sûrın etrâfun güzerân idüp ayıttı kim: ‘Âfât-ı seyl ü savlât-ı adûya karşu gâyetle müşeyyed bir kal’a eyledün vü lâkin nezd-i Hakk’dan nâzil olıcak âfât ü gazaba çi fâide? Bes imdi anın üzre hakkeyleyün:
Beyt:
“Hâzihî dâyiratün tedfe‘u’s-seyle’d-dâfiqa ve’l-hayl-
es-sâbiq; ve lâ tenfe‘u’l-veyle’t-târiqa fi’l-leyl…”
Devlet-i âl-i Osmân rûzigârunda kâfi ehemmiyet atfidülmediğünden ol sûrlar ü burclar cümle zâil olmış, terikesi hıcâr ilen dahî nice mesâcid inşâ kılınmışdur kim cümlesü fi’l-asl Alâüddin Keykubâd ü Sultan Veled’ün sadaka-i câriyelerüdir.
Türbe-i Pîr’in beş ok atımlığu mağrib-i cenûbîsinde dahî kibâr-ı sûfiyyeden Şeyh Sadrüddin medfûn olup, ol mübârek dehr-i Selâcika’da İnce Minâre vü Celâlüddîn Karatay dâru’l-hadîsinde vü Sırçalu Medrese nâm Muslihiyye’de ulûm-i şer’iyye, ehâdîs-i nebeviyye vü ilm-i bâtın tedris eylemişdür -nevverallâhu kabrehû-. Şeyh’in kurbünde zıll-i himmetiyle, şârih-i füsûs Abdullâh-ı Bosnevî vü âlim ü hâfız-i hadîs bulan Meâlimü’s-Sünen nâm te’lîfün sâhibi İmâm Beğavî hazerâtu vü civârunda yâdlaruna hurmeten isimlerüyle tesmiye idilmiş mescid içre, dehen-i nâsa dâstân bolmış, üdebâ ü şuarâya ilhâm olmış âşıkân-ı Tâhir ü Zühre yatur. Vilâyet meydânu civârunda dahî Şems-i Tebrîz’in himmeti olub, istirâhatgâhı, ismiyle müsemmâ mescidün harîmindedür.
Alâüddin höyüğü eyninde –hamdülillâh- müşterîsi kalmamuş bir kenîse dahî vardur. Gerçi merkez-i beldeye yigirmi beş ok atımlığı mesâfedeki Sille karyesünde dahî Azîz Pavlus’un vü lâbis-i libâsı katrânî bitli papazlarun –sevvedallâhü vücûhehüm- hufyeten ikâmet itdüği kenîseler olub harâb ü tarâb haldedür. Mukaddemâ, kable’l-feth, ekser halk Urûm ü Ermenî olmağın kenîse vü büt-hâneler ânlardan yâdigârdur.
Beyt:
“Aldın hezâr büt-gedeyi mescid eyledün;
Nâkûs yerlerinde okutdun ezânlaru…”
İmdi belde-i muhayyere-i Kûniye’nün târîh-i ma’neviyyesünden sadra şifâ mikdâr ihtisâren nakleyledük, âsâr-ı atîkalaru, eşribe vü et’imelerü, an’anât ü törelerü vü sâir husûsâtı dahî başka vakt yâd ü hikâyet ideriz vesselâm…
Cevelânnâme-i Ziyâ / 11 Temmûz 1427 / Îcâdiye, İstanbul

Mücteba Atçeken – Filistinli Ahmet’e Açık Mektup
Mücteba Atçeken – Filistinli Ahmet’e Açık Mektup
Açıkçası benim hissettiklerimi hisseder misiniz bilemiyorum. Çünkü o çocukların, en büyüğü on yaşında olan o çocukların gözlerine ben baktım. Dünyanın neresinde olursanız olun, hangi çocuğun gözüne bakarsanız bakın görebileceğiniz saflıktan bahsediyorum. Ders yapıyorduk, çok yoruldular. Zaten hava sıcak, ben de fazla zorlamadım. Onlara Filistinli Ahmet’in hikayesini anlattım. Babası bir gece yarısı evi basılıp götürülen, annesine türlü eziyetler yapılan, kolları kırılan, oyuncakları olmayan mesela, sokağa çıkıp top oynayamayan, okula gidemeyen, diğer ülkelerdeki çocuklar gibi bir türlü mutlu olamayan Ahmet’in hikayesini anlattım onlara. Fazladan hiçbir şey katmadım, onları daha da duygulandırmak için acındırmadım. Sadece olanları, tüm dünyanın gözü önünde olup bitenleri anlattım onlara. Ve birer mektup yazmalarını istedim Ahmet kardeşlerine. Şimdi ben de size o mektuplardan birkaçını sunuyorum. Dediğim gibi hissedecekleriniz, sizin Müslüman kardeşlerinize olan hassasiyetinizi gösterecek olabilir belki de. Vesselam…
“ Filisitinli Sevgili Kardeşim,
Senin ne kadar büyük acılar çektiğini az çok tahmin edebiliyorum. Ahmet neden öldürülüyorsun? Sadece Müslüman (burayı büyük yazmış) olduğun için mi? Bence bu dünyada herkes özgür yaşamalı. Ama Allah muhakkak ki onların cezasını verecek. bununla ilgili sana bir ayet yazacağım. Kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür. Şüphesiz O, zalimleri sevmez. Allah’a emanet ol…” (Furkan Köstekli)
“ Sevgili Ahmet,
Selamün aleyküm. Nasılsın? Ne durumda olduğunu biliyorum. Allah inşallah bir yol gösterir.elimizden geldiği kadar yardım etmeye çalışıyoruz. Bende olan şeylerin sende olmadığı için üzülüyorum. Orada yemek bulmak bile zormuş. Askerlerin çocukların kollarını kırdıklarını öğrenince çok üzüldüm. Allah’a emanet olun. Allah sabır versin… ” (Mehmet Karaşahin)
“ Sevgili Ahmet,
Selamün aleyküm. Orada nasılsın? İsrail askerleri hala sizi dövüyorlar mı? Siz de keşke Türkiye’de olsaydınız. Burada sizi koruyabildiğimiz kadar korurduk. Ben de ailem de size yardım ederdik. Senin acını da paylaşırdım. O askerlere karşı elinizden gelen bir şey yok; ama biraz sabredin Allah size yardım edecektir. Biliyorum, sadece elinizden dua geliyor.Allah inşallah yardımcınız olur. Onlar kötülükten çıkmışlar. Sizin ne acılar çektiğinizi de biliyoruz. Kıyafetiniz, yiyeceğiniz olmadığı için üzülüyoruz. Sevgilerimle…” ( Mustafa Samet Çil)
“ Sevgili Ahmet,
Senin neler çektiğini az çok biliyorum. Şu anda akrabaların yaşıyorlar mı bilmiyorum. Ama inşallah yaşıyorlardır. Keşke sen şu anda bizim yanımızda olsan da oyun oynasan, gün yüzü görebilsen. Ama şu anda ordasın, yağmur yerine bomba yağan yerdesin…” ( Mehmet Kuz)
“ Sevgili Ahmet,
Senin ne acılar çektiğini biliyorum. Çok acı çekiyorsun. Burada hiç birimiz o acıyı çekmiyoruz. En son ne zaman havayı, dışarıyı gördüğünüzü bilmiyorum. Sadece Müslüman olduğunuz için bu acıları çekiyorsunuz. Mavi Marmara gemisi ile yardım gönderiyorduk. Ama izin vermediler. Ne kadar acımasızlar… Size yardım göndermek istiyoruz; ama izin bile vermiyorlar. Her yeri yakıp yıkıyorlar. Onlar cehennemde cezalarını çekecekler. Yeter ki sabredip dayanın. Sokakta top oynarken, israil askerleri gelip kollarınızı taşlarla eziyorlar, bu yüzden sokağa çıkamıyorsunuz. Hiçbir şeyiniz yok. Annenizi babanızı gece gelip öldürüyorlar. Selamlar adaşım…” ( Ahmet Esat Ünal)

Pakize Erbay – Rüyasız Romanlar
Pakize Erbay – Rüyasız Romanlar
Çocukluğumu tek satır bir romanda unuttum. Bir yağmurda sonbahardan kovuldum. Sonsuz romanlar yitirdim mevsimler götürüp getiren bir trende. Kırk kilitli bir sırda kayboldum.
Kayboluşlarımın kaybedişlerim olduğunu öğrendiğim an, en kilitli kapılarım açıldı. Kapılar açılınca: ıhlamurda ayrılık… Gözlerinde mızıka çalan çocuk… Bir yağmur sakladığım yitik sonbahar… Kaybedişlerimizin karşısındaki ezeli dargınlığımızın ıslığıdır çocukluk! Kilitler kadar hakikattim!..
Çocuktuk… Yağmurlara düşse de gözlerimiz, sonsuz romanlar büyütürdük masumiyetimizin saksılarında. Öykülerimiz nedense ağır yaralı, gizliden gizliye kan kaybetse de çocukluğumuzun her anı bir romanı yaşardık…
Bir şiirin uçurumunda unutulduk…
Çocuktuk… Büyümek bilinmezlikte ıslık çalar, her sene bir yağmur üstümüze yıkılırdı. Bir ömrün gözyaşlarını sayarken ellerimiz, bir çocuğun hüzzam şarkısıydı gözlerimiz; bilemezdik…
Bir masalın bilinmezliğinde kaybolduk…
“Masallarını yakma!..” “Ömer, artık onlara inanmıyorum, bu satırların hepsi yalan! Duydun mu Ömer, inanmıyorum! ”Yusuf’un yanına gittim. Ateş kıvılcımları da ağlarmış meğer o zaman öğrendim. “Yusuf bak ilk masalımız.” dedim. “Şimdi bir satırına bile inanmıyorsun oysa hecelerini bile ezberlemiş, çocukluğumuz kadar çok inanmıştık ona. Çocukluğumuzu yaktığın bu masallarda büyütmüştük harf harf hatırlasana…” Yusuf susuyordu… “Bizim artık çocukluğumuz kadar çok olan masallarımız yok. Aydınlığımız yok Ömer!” dedi. Biliyordum. Ama ne masalları yakmaya cesaretim, ne de öykülere sığınacak bir yüreğim vardı…
Defterimi kapadım. Kalemim hâlâ elimde… Bir masal da ben yazmak istedim artık yanık masallar kadar uzak kalmış çocukluğuma. Hayatımı yazmamı bekliyorlarken benden, tek satır bir romanda unuttuğum çocukluğumu yağmurlara düşürdüm! Damlalarda yaktım satırlarımı. Bir damla suda hapsoldum. Çünkü unutuldum. Her şey unutulurdu. İnsan nisyandı. Ama bir çocukluk unutulursa bütün masallar yakılırdı. Çünkü ömür dediğimiz şey aslında bir masaldı. Ama bin muhteşem güneşin doğduğu bir masala bilinmezlik düşerse kırk kilitli bir sırda kaybolurdu aydınlığımız. Tebessümlerimizi geri vermezdi şekerci amcamız. Gökyüzü ağlarken damlalar rüyalar düşürmezdi göklerden. Unutulan aslında biz değil çocukluğumuzdu ve düşmüştü işte bir sır, bir bağ, bir düğüm artık her sene bir yağmur rüyalarımızı silerdi. Rüyasızdı damlalar, yitirmişti tebessümlerini masallar; tek satır çocukluğumuza nokta koymuştu romanlar… ”Yusuf’un masalları yaktığı gün ıslık çalmayı bıraktı bilinmezlik. Çünkü… Çünkü biz yanık masalların içinden noktası konulmuş, rüyasız romanlara çıkmıştık. Çocukluğumuz kadar çok büyümüştük! O gün Yusuf bana “annemle babam bizi terk ederken yalnız gitmediler; giderken masallarımızı da götürdüler, rüyalarımızı, yağmurlarımıza da onlar bizim çocukluğumuzu götürdüler!” dedi. Haklıydı Yusuf, onlar bizi rüyasız romanlara terk ettiler.
Yıllar geçmişti aradan… Ben kayıp sırların kilitli yalnızlığında cesaretle büyüdüm. Hiç çalmadığımdan mı açılmadı kapılar bilmem. Bilmem çalsam da açılır mıydı en girift soruların yüzyıllık yalnızlığına düşen kilidi, neden? Artık hayatım romanlardan ibaret ben çocukluğumdan… Bilinmezlik kol gezerken kırk kilitli bir sırda, hayat rüyasız romanlar bıraktı avuçlarımda!
Eflatun bir karanlık çektiler üstüme, kilitlediler. Romanlarım karanlıkta yazıldılar, ya ben? Hayatımı yazmamı bekliyorlarken benden mevsimsiz romanlarda aradım hiç yazılmamış kaderimi, neden?
Ne annemi tanıdım ne babamı. Belki tanımak sözcüğü kadar ayrı düşmemiştik birbirimize, belki de lügatlere sığmayacak kadar yabandık! Kim ateşte yanmadan durabilirdi? Kim bilinmezlik devşirirdi kaderine inat kaderinden? Bilmedik hiçbir şey… Bilinmezdik devşirdik mevsimler eskirken sonbahardan! Ateşte yanmadan durabildik sardunyalar suya hasret kalırken; zamandan!…
Kardeşim gözlerinde ıslık çalan bir çocuktu; bir öykünün kahramanı olarak yaşadı. Ben… Rüyasız romanlara yazıldım. Zaten başka bir satır hiç yaşamadım.Yazılsa da sonsuz romanlar ömrüme, bir ölüm kadar yaban düştük kaderimle!…
En uzak yalnızlığıma bir roman uzandı. Bu bir bakıma kaybolmuşluğumdu, bir bakıma boydan boya yakılmış masallar; gözlerinde ıslık çalan çocuk susmuş, ufacık bir hüzün ıslığı duyuluyor kırık bir çocukluğun arkasından! Geriye kalan: Her unutuluşun ardındaki malların ezeli ıslığı. Bir zamanlar kırk kilitli bir sırda kalan rüyasız çocukluğun hatırası!…

Esra Demirci – Törpü
Esra Demirci – Törpü
İçimde bir ses çoğalıyor. Bir ayak sesi bu; asi ve hoyrat: rap rap!
Kalın tabanlı bir ayakkabı giymiş olmalı içime sızan gezgin. Kaldırımları aşındırmaktan usanmıyor. Bir an dursa devinimi, bir köşeye sinmiş şarkı söylerken buluyorum onu. Yanık ve içli sesini ruhuma boşaltıyor. Yerli yersiz yapıyor bunu üstelik. Kuafördeyken geldi geçen. Kadının biri fıkra mı anlatıyordu ne. Gülüyormuş gibi yaparken, içimden kızmıştım. Kadına değil, mizah anlayışına. Sonra bu başladı yine: rap rap! Çok geçmeden sustu. Bu kez içli bir türkü tutturdu: “karadır kaşların ferman yazdırır”. Tam da karşımdaki kadın, kuaför kıza kaşlarından şikâyet ediyorken. Kız, badem yağı sürmelisiniz, dedi. Ama mutlaka sarımsaklı olmalı. Sarımsakla birleşince kaşları güçlendirir. Şaka mı bu, diye atıldı diğeri. Ayol kokar o zaman leş gibi. Valla kocası durmaz, kaçar yanından.
Gülüştüler. Hem de nasıl! Kahkaha atarken, oracıkta can verecek gibiydiler. Normalde olsa ilgimi çekmeyecek bir dekorasyon dergisini, önümdeki sehpadan kapıp yüzümün tamamını kapatacak şekilde açtım. Maksat ortamdan uzaklaşmaktı. Sayfada devasa bir masa vardı. Üzeri gümüş şamdanlar, simli peçete ve örtülerle bezenmişti. Önünde bir pencere; ışıklı ve sakin. Masanın gri yalnızlığına, içeri dolan ışık huzmeleri eşlik ediyordu. Pencere ıssızlığa açılıyor gibiydi. En çok istediğim şeye; sessizliğe.
Sessizlik mi dedim ben, ne mümkün! Kalın tabanlarıyla içimin kaldırımlarını dövmeye başladı işte. Dışarı çıksa yapacağımı biliyorum ya, içimdekine dayılanmak nafile!
Buyurun, diye atıldı kız, sıranın bende olduğunu belirterek. Sizin manikürdü, değil mi? Başımla onayladım. Kız hazırlıklarını yapmak için içeri geçtiğinde telefon çalmaya başladı. İnatla çalıyordu ama açan olmayacaktı besbelli. Sustu derken tekrar başladı ve tekrar, tekrar. Niye açmıyorsun Ayfer abla, diye atıldı kız. Ayfer, yandaki genç kızın saçlarını fönlüyordu o an. İşine kaptırmıştı kendini. Hem öyle ki, dalgalı tek bir tel bırakmamak için sıkıyordu elindeki maşayı. Sıcak maşanın dili olsa canıma kastın mı var, diyecekti. Bu durum kızın işine geldi. Düzleşen saçlarını aynadan izlerken atıldı: Eline sağlık Ayfer abla. Sen de olmasan!
Rap rap! diye ünledi içimdeki. Canın cehenneme! diye haykırdığımda, salondaki kadınların hepsi birden bana döndüler. Hepsinin gözlerine aynı şaşkın ifade oturmuştu. Soru işaretinin kancasına takılmış meraklarını, bir an önce asılı kaldığı yerden kurtarmamı ister gibi bakıyorlardı yüzüme. Verecek bir cevabım yoktu. Kıvrandım durdum da sonra: Şu şeytan tırnakları yok mu, dedim. Onlara diyordum. Bıktım artık. Görmeye tahammülüm yok da! Kadınlar, heyecanla üzerime diktikleri bakışlarını hüsranla önlerine çevirirken içimden bu kez kendime kızıyordum. Başka bahanen yok muydu? Şeytan tırnağıymış, pehh!
Tırnakları dökülesice şeytan, yine işime burnunu sokmuştu. “Şerrinden korkan senin gibi olsun” dedim, ellerimi kuaför kızın ellerine teslim ederken. Törpüleyeyim mi abla, dedi. Lütfen dedim. Abla mı? Nereden baksan, benden en az beş yaş büyük! Kız, törpülemeye başladı. Önüne serdiği yeşil yaygı, tırnaklarımın tozuyla beyaza bulandı. Öyle hararetli törpülüyordu ki, manikür bittiğinde hiç tırnağım kalmayacakmış gibi hissettim. Oysa işini büyük bir maharetle yapıyor, her parmağın üzerinde bir oyma ustasının ağaçtan çıkardığı güzelliği yakalamayı beceriyordu. Hareketleri ritmik ve rahat, gözleri yaptığı iş üzerinde kıpırtısızdı. Dudaklarının kenarında donmuş ifadede gizli bir şey var gibiydi. Konuşmak isterken susturulmuştu belki. Yahut konuşmaktan eprimiş, büzüşmüş bir dili saklıyordu kilitli ağzının ardında.
İçimdeki yürümeye başladı: rap rap! Bedenim törpünün etkisiyle sallanırken, içimdekinin bir yerlere çarpmasını, başını duvarlara vurmasını, sonra ne bileyim işte beyin kanaması geçirip ölmesini diledim. Beni bu hale getirişine gülüp geçemiyor, adamakıllı sinirleniyordum: Sen kimsin de öyle içime sızıp yürüyebiliyorsun tabanlarını vura vura!
Telefon tekrar çalmaya başladı. Ayfer fönünü bitirmek üzereydi. Tavrı değişmemiş, bilakis işine verdiği ciddiyet gittikçe artmıştı. Telefonu duymuyor gibi davranıyor ve bunu yaparken de, sahne tozu yutmuş bir oyuncunun başarısını sergiliyordu. Onun dışında herkesin aklı telefonun diğer ucundaki sesteyken o, işinin başında arıyor gibiydi huzuru. Huzursuzluğu önce yüzünden okunuyordu. Sonra elleri… Ayfer’in maşa tutan ellerinde tuhaf bir sarartı vardı. Bir yapraktı da sanki, dalından koptu kopacaktı. Elleri ele veriyordu Ayfer’i. Bir de gözünde sönmemek için direnen cılız fer…
-Açmayacaksan da sustur bari kızım, geldiğimizden beri dinliyoruz şu cızırtıyı!
Müşterinin uyarısıyla elindeki maşayı bıraktı. Telefonu çantasında o kadar çok aradı ki, hiç bulamayacağını düşündüm bir an. Kocası ölünce “derine gömün, daha derine” diye bağıran kadını anlatırdı dedem. Kadında birikmiş nefreti düşleyince ürkerdim. Ayfer de tıpkı o kadın gibi, duymak istemediği ve belki nefret ettiği telefonu çantasının derinine, en derinine gömmüştü.
-Efendim, hayır gelmeyeceğim. Geber, nefret ediyorum senden. Ömrümü törpüledin be, törpüledin!
Kız , elimi son kez su dolu kaba batırıp çıkarmamı istedi. Sudan çıkardığım ellerimi küçük havluya kurularken eseriyle övünen sanatkâr edasıyla: Bitti abla! Ama istersen son bir kez törpüleyeyim. Teşekkür edip oturduğum koltuktan kalktım. Kızla beraber kasaya yöneldik. Parayı uzatırken ellerime bakmaya devam ettiğini fark ettim:
-İkinci törpüye gerek yokmuş abla, bak böyle de çok güzel oldu.
İçimdeki uyandı ve kızı onaylar gibi başladı yürümeye: rap rap!
Çıkarken son kez Ayfer’e baktım. Maşa tutan yorgun ellerinin manikürsüzlüğüne. Diri, dirençli ellerinin damarlarında, söylediği son sözün kararlılığı vardı sanki!
Çıktım. Hafif bir esinti vardı. Caddeyi baştan sona yürümeye karar verdim. Rüzgârda uçuşan şalımı düzeltirken ellerime kaydı bakışlarım. Hiç şeytan tırnağı görmeyişime sevinemedim. Aklıma o tuhaf bahane geldi. Sonra kızın durmadan abla deyişi. Ah, ne gereksiz bir hitap!
İçimdeki de gülüyordu sanki buna: rap rap- rap rap!

Necip Tosun – Öykümüzde Konya Sokakları
Necip Tosun – Öykümüzde Konya Sokakları
Biçimsel yaklaşımlar Abdullah Harmancı’nın öykülerindeki ilk dikkat çeken özelliktir. Harmancı öykülerinde biçimi önemser hatta bazen riskli diyebileceğimiz denemelere girer. Öykülerinde temalar benzerlikler taşımakla birlikte pek çok öyküde farklı biçimleri değerlendirir. Öykünün yapısı, kurgusu ve anlatımı üzerine kafa yorduğu gözlenir. Kimi zaman hiç noktalama işareti kullanmaz; çoğunlukla şiirsel düzyazı biçiminde yazar; cümleyi kırar, büker, yarım bırakır; minimal öyküler dener; kurguyla fazlasıyla oynar. Ancak bu tutumu onu anlamı örten, anlatımı iyiden iyiye “şahsi”leştiren bir sonuca götürmez. Deneysel yaklaşımlardan çok, biçimsel arayışlar içerisindedir. Semboller, metaforlar özellikle minimal öykülerde kendini gösterir. Biçimsel metinlerinde, öykülerde de adı geçen Sevim Burak ve Leyla Erbil etkisinden söz edilebilir.
Tema olarak ise öykü kişilerini, ölüm, aşk ve cinsellik testlerinden geçirerek sınarken onları süfli yanlarıyla yüzleştirir. Hayatın hem güzelliğini, hem aldatıcılığını zaman zaman hikmetle bağlantı kurarak örnekler. Çatışma, çelişki, arayış anlatılarının merkezindedir. Harmancı, İslami dünya içerisindeki insanları sıklıkla gündeme getirmesine karşın oldukça orijinal ve yerinde bir tutumla “günah” duygusuna eğilir ve öykümüzde az gözüken farklı bir karakter ortaya çıkarır. Harmancı öykülerinde iki önemli şey yapar. Öncelikle idealize edilmiş, şablon, karton tiplere itibar etmez. Hidayet anlatılarının artık bıkkınlık veren dört dörtlük mümin tipini değil, daha çok insani vasıfları olan günah da işleyen, içinde gel-gitler yaşayan karakterleri gündeme getirir. Bilindiği gibi hidayet romanlarında/öykülerinde sadece insanın metafizik boyutu, dinî boyutu ele alınır; beşerî boyutu, toplumsal boyutu ise göz ardı edilir. Eserlerde sanki ayakları yere basmayan bir melek dolaşır ortalıkta. Kahramanlarımız, elleri dizlerinde, kafasında takke, mütevekkil bakışlarla, zühd içinde ahreti bekler. Sabah namazına camiye gider, bulaşık yıkarken bile ilahi söyler, kendisiyle gönül ilişkisine giren kıza ahretten bahsederek, onu dine çağırır, misafirliğe gittiği evde, ev sahiplerine Mevlana vaazı verir. Kırık dökük, boynu eğik bir hâlde son derece saygılı “efendim” diye konuşur. Ekonomiden etkilenmez, gazete okumaz, televizyon seyretmez, maç tartışmaz, otobüslerde sıkışmaz, yoksulluktan şikâyet etmez, sömürüden bahsetmez. Bu karakterlerin genel olarak yanlışları, çatışmaları, aşkları yoktur ve hiç günah işlemezler.
Abdullah Harmancı’nın öykülerinde ise, hep yüceltilen, bir insandan çok melek olarak çizilen, hiçbir coşku anı, sevinçli anı olmayan Müslüman genç tipi âdeta ayakları yere basan, âşık olan, günah da işleyen bir karakter olarak ortaya konur. Öyküler bu çatışma üzerine oturur. Kuşkusuz sadece siyasi/inanç coşkusuna yaslanan, duygusal/psikolojik yoğunluk ve derinlikten yoksun bir edebî metnin başarısından söz edilemez. Sanat, dram ve çatışmadan doğar. Bu anlamda Harmancı “günah” gibi oldukça riskli alanlarda gezinir. Ama kahramanların yaşadığı bu çelişki insani bir olgu olarak öykünün sahihliğini besler, inandırıcı kılar.
Öykülerde çatışma, öğretide, inançta yapılması gerekeni bilmesine karşın, arzularına hâkim olamama sonucu kişinin düştüğü ikilem olarak gerçekleşir. Öykü kişileri inançlarına göre günah olmasına karşın inançlarına sadık kalamazlar ve günah işlerler ancak öykü boyunca bunun acısını çekerler. Bu çatışma anında gel-gitlerle hayatla yüzleşir, yaşadığı derin pişmanlıkla acı içinde kıvranırlar. Bu tiplerin özellikle dinî duygularının güçlü olması çatışmayı iyice derinleştirir. Bu öykülerdeki dikkat çekici bir incelik de kişiyi günah işlemeye götüren duyguların insaniliğinin iyi verilmesidir. Bir başka deyişle nefs mücadelesinin hiç de kolay olmadığı iyi temellendirilir.
Muhteris (2002) onun biçimsel denemelere yaslı ilk öykü kitabıdır. Öykülerde kahraman hep aynıdır: Konya’da okur/yazar bir öğretmen. Anlatıcı buradan hayata, kendine, sinemaya, düzene, aşka, genç kızlara bakar. Kuşkusuz o bildik öğretmenlerden değildir; şiir yazar, öğrencilere şiir okur, tüm öğrenciler onu sever. Bu birikimle Konya’da sıkılır, bunalır, sanat edebiyat dergileri çıkarmaya çalışır, kitabını yayınlatmak için yayınevlerinin kapısını çalar. Öyküler boyunca bu kahraman belleğimize iyice kazılır: İmam Hatip mezunu bir gençtir, namaz kılar, dört yıllık okulu Konya’da okumuş, sonra Rize’de öğretmenlik yapmış, Konya’ya yeniden dönmüş, Müslüman olmasına rağmen ilk gençlik çağının savruluşlarını yaşamış, çantasında edebiyat dergileri olan biridir.
“Umur Bey Günleri”nde lisede öğretmenlik yapan kahramanın bir haftalık tekdüze yaşamı anlatılır. Biçim olarak da her gün aynı şey bıktırırcasına anlatılır ki o da zaten bu hayatın bıktırıcılığını vurgulamak ister. Böylece biçim ve tema örtüşür. “Gerekçe”de çocukluğunda zorla Kur’an kursuna gönderilen genç, hocasından nefret ettiği için bir daha kursa gitmek istemez. Büyüyünce Kur’an kursu için yardım istenince çocukluğunu hatırlar ve yardım etmez. “Daral”da bir genç kız, modern hayatın hay huyunda unuttuğu ölüm duygusuyla karşılaşınca ne yapacağını şaşırır.
“Muhteris’te biçimsel yaklaşımlar baskındır; noktalama işaretleri kullanmaz (“Umur Bey Günleri”); şiir biçiminde ve yine noktalama işaretleri yoktur (“Umur Bey Akşamları”) (“Umur Bey/Doğu Anlatısı”); her sözcüğün ardından artı işareti konur (“Umur Bey Ukdeler”); giriş ve sonuç tümüyle büyük harflerden oluşur (“Umur Bey Caddelerde”)… Bu tutum diğer öykülerde de sürer.
Ertesi Dünya’da (2003) kahramanımız da mekân da aynıdır. (Her ne kadar Muhteris birinci kitap olarak yayınlansa da, bu kitaptaki öyküler yazılış itibarıyla onun ilk öyküleridir.) Okey oynayan, halı saha maçlarına giden, kızların peşine düşen, Teoman dinleyen, Müslüman/öğretmen/yazar/öğrenci/genç, zaman zaman günah da işler. Bunun üzerine, Allah ve meleklerden utanır, bunun pişmanlığını yaşar. Bu öykülerde ağırlıklı olarak din ve hayat (gençlik arzuları, istekler) arasındaki gerilim, açmaz anlatılır. Günah işleyen insanların pişmanlığı ve vicdan azabı önemli bir temadır. Müslüman gençlerin kendilerinin dışındaki dünyaya bakışları da diğer bir önemli temadır. “Ermiş”te, günah işlemiş Hidayet öğretmenin bunun utancıyla çıldırması, “Kızlar Geliyor” öyküsünde kızların peşindeki delikanlılar anlatılır. Küçük şehirlerine gelmiş zamane kızlarını izler, onlar hakkında düşünce üretirler. Bunlar ne yer, ne içerler, Allah’ı düşünürler mi?
Yerlere Göklere (2007) iki bölümden oluşur. İlk bölümde kadın erkek ilişkileri ve aile odaklı öyküler, ikinci bölümde ağırlıklı olarak minimal öyküler yer alır. Tüm öykülerde hikmet ve hayat temel vurgudur. Kahramanlar hayatın peşinden koşarlar; kadınların, arzuların, tüm mutlulukların. Ama bunun da sonu olmadığı, insanın fanî olduğu bir aydınlanma anı ile açık edilir. Arzuların peşindeki insan günah duygusuyla ikilik yaşar ve hayatla yüzleşir. Anlatıcı pek çok öyküde kaçırılmış aşkları hikâye eder. Okullarda, küçük kasabalarda uzaktan uzağa sevdikleri ama hiçbir şekilde bunu açıklayamadıkları sevgilileriyle yıllar sonra karşılaşma, o günü anma ve bitmiş yangının küllerine bakma öykülerin ana temaları olur. (“Esas Fiil”, “Mezarına İzmarit”, “Meleğim Benim”) Diğer bir ortak tema da yanlış evliliklerdir. “Yokuş Aşağı” öyküsünde, kitaba, onun yazarlık dünyasına uzak bir eşi olan yazar, tüm bunlara yakın entelektüel bir başka kadınla ilişki yaşar. Ama bu iki kadın arasında kalan yazar, günah ve vicdani duygular arasında gider gelir. Bu iki evliliğin artısını ve eksisini tartışır, erken evlendiğini düşünür. Kadın ve erkeğin hayata farklı anlam yüklemesi çatışmanın temelini oluşturur. Burada problem erkekte başlar. Kitaptaki baskın bir tema da marazi hâllerdir. Kahramanlar bir anafora kapılmış gibi, hastalıklı bir hâlde, kontrolsüz, adım adım ölüme doğru yol alırlar. Bu çevrelerindeki olaylardan değil, içsel bir serüven olarak gerçekleşir. Kahraman ya katilliğe (“İlk Cinayet”), ya da ölüme teslim olur (“Yokedici”, “Göl”).
İkinci bölüm olarak adlandıracağımız öykülerde ise, kısa metinlerle çarpıcılık, vuruculuk yakalanmaya çalışılır. İki arabanın çarpışma anını izleyen anlatıcı, içinin aydınlandığını, yıkandığını, arındığını hisseder (“Melek Kanadı”); Dede torununa bakıp geçmişini, gençliğini, torun dedeye bakıp yaşayacağı hayatı, geleceğini düşünür (“Dede ve Torun”). Öte yandan “Şükür”, “Caddelerden Birinde”, “Gülümseme”, “Bulutlar” öykülerinde ise hikmete vurgu yapılır. Bu metinlerde özellikle yanlış hayat algısı eleştirilir, insanın fıtratına vurgu yapılırken, doğaya, merhamete çağrı yapılır. Doğadan kopuş ve kitap körleşmesi öykülerde gündeme getirilir. Gelenek ve modern çatışması arka planda hep kendini hissettirir.
Edebiyatta pek çok yazar ve onların yarattıkları karakterler hep bir kentle özdeşleşmiştir. Dickens (Londra), Balzac (Paris), Dostoyevski (Petersburg), James Joyce (Dublin), Lawrence Durrell (Akdeniz), Kafka (Prag), Ahmet Hamdi Tanpınar (İstanbul), Paul Auster (New York) bu bağlamda anılabilir. Bu şehirler ve bu şehirlerin yarattığı karakterler, yazarlar elinde edebiyat dünyasında ölümsüzleşmişlerdir. Bu yazarların kahramanları ancak bulundukları kentin, yaşadıkları coğrafyanın ürünüdür. Bu nedenle kentle kahraman birbirinden ayrılamaz bir şekilde iç içe geçmiştir. Hatta kimi kez mekân (kent/kasaba) öyle öne çıkar ki karakter daha geri planda kalır ve kitabın gerçek karakteri bir kent olur. Karakter bir anlamda kahramanı doğurur, onu biçimler ve yönlendirir.
Öykücülüğümüzde ise Tahsin Yücel Elbistan’ı, Cemil Kavukçu İnegöl’ü, Ethem Baran Yozgat’ı, Yücel Balku Bursa’yı, bir mekân olarak Türk öykücülüğüne hediye etmişlerdir. Aynı şekilde Harmancı da Konya’yı bir şehir olarak Türk öykücülüğüne kazandırmıştır denilebilir. Anlatıcının çok bilindik bir dünya şehrinde dolaşır gibi Konya sokaklarında dolaşması doğrusu okurda tuhaf duygular uyandırır. Harmancı, okura Kiev gibi, Prag gibi bir yerdeymişiz hissi verir. Ancak metin biraz ilerleyince buraların da metropol sokaklarından farklı olmadığını görürüz. Konya’da hem din’le iç içe metafizik hayatı hem de gündelik hayatı yaşamak isteyen gençlerin hayalleri öykülerin odağı olurken öyküler pek çok sosyolojik belgeler de içerir. Allah’a karşı suç işlemiş, hanımına ihanet etmiş, toplumun kurallarını ihlal etmiş öykü kişisi vicdan azabıyla ne yapacağını şaşırır ve kendi kendisiyle mücadele eder. Bu çatışmanın en önemli özelliği ayıp ya da hukuka aykırı olaylardan değil, inanca aykırı eylemlerden kaynaklanmasıdır. Onun öykülerini ayrıksı kılan yanı budur.
Konya’nın toplumsal yaşayışı ama özellikle okumuş yazmış insanların görünümleri hikâye edilir. Muhafazakâr dünyanın bir aydın gözünden görünümü önemli saptamalar içerir. Pek çok öyküde Konya’da yazar olmanın, dergi çıkarmanın durumunu aktarır. Öykülerde Konya bir dekor olmaktan öte kahramanlarla bir örtüşmüşlük içerisindedir: “Alaaddin Camii’nin avlusundan geçiyorduk. Selçuklu sultanlarının medfun bulunduğu türbenin arka tarafından, saçları yaşından beklenmeyecek denli gür, sık ve uzun, sakalları kül beyaz bir ihtiyar çıkıverdi.” (“Asâ) “Konya’da, büyük panayırda, kitapçılık yapmaya başladığım günlerde, bitişiğimdeki dükkânın sahibi, kınalı sakallarıyla abus çehreli, suskun ve sinsi biriydi.” (“Yanık”) “Zaman Zaman burnunun ucunda, Meram bahçelerinin sükûneti de tütmüyor değildi çünkü. Meram’da olmak. Geceleri kavak hışırtılarıyla uykuya dalmak.” (“Nafile”) “Kayalı Park’a, kayalı havuzun başına oturdum, hayal kuruyorum. Adım Abdullah değil de Orhan olsaydı. Soyadım Harmancı değil de Batıbey olsaydı. (…) Sonra arkadaşlarıyla şöyle bir Sille-Dere-Apa yapacaklarmış.” (“Orhan Batıbey Olmak”) “Yine büyük çam ağaçlarıyla kaplı Alaaddin Tepesi’nin çay bahçelerinde sıkıntılı beklemeler. Tadı çoktan kaçmış edebiyat sohbetleri.” (“Yaşam Bir Iska”) “Ben o vakit bir divaneye dönüp de Konya’nın caddelerine böğüre böğüre neden fırlamadım, nasıl fırlamadım, anlayabilmiş değilim.” (“Meleğim Benim”) “O gün Civcivli Han’ın önünden geçerken Mesut’la karşılaşmasaydım, Söyler Tekstil’den Selçuklu Kulesi’ne kadar adımlamayacaktık.” (“Şırınga”)
Sonuç olarak Abdullah Harmancı nitelikli bir öykü evreni yanında Konya’yı da Türk öykücülüğüne kazandırmıştır. Öte yandan Harmancı’nın özellikle büyülü gerçekçiliği çağrıştıran ve rüya anlatım diyebileceğimiz bir tutumla yazdığı öykülerde oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz. “Manzara Resmi” bunun en iyi örneğidir.

Arif Burun – Suluboya Tablo
Arif Burun – Suluboya Tablo
şu çoğalan çiçeğe bak, şu çoğalan suya
şu giden adama bak, şu bozulan arabaya
şu bir sonraki vapurla dönecek olanlara
birkaç şekilde bak, şu parlayan güne
yanıldığımızı söyle her yerde şöyle böyle
bir güvercin al bir uçurtma al eline
söyle hangisi daha iyi uçuyor bir uçaktan
hangi elimiz daha temiz yıkamaktan
hangi kadın daha memnun yaşamaktan
bunları unut kalbimi temiz tut elinle
bilirsin sen bir kar yağarken de
geceler iyiyse iyidir, kötüyse kötü
mesela bir adam yorgunsa yorgundur
açsa aç, gençse genç
bundan kime ne
öte yandan şimdi bir yerde
tüm musluklar açıktır, yorgan açıktır
gökyüzü açıktır, kapılar açıktır
balıkçıların bugün için kısmeti açıktır
petrol yüklü çok çok büyük gemiler
yine kuzeye gidiyordur
bunları konuşmaktan yorgun düşmüş iki adam
güzel kızların sıkça geçtiği bi köşede
oturmuş dinleniyordur ve
her sabah caddeleri, pazarları, sokak başları
merdivenleri, çok katlı evleri, iş yerleri
biraz daha biraz daha eskiyen şehirlerin
ayakkabıcıları ve berberleri
bal gibi de bu saatlerde açıktır
haydi kalkalım öyleyse
gönlümüze göre eğlendik nasılsa
az yorulduk gölgeli günlere göre
az konuştuk az sapıttık biz de
güzel kızlara laf attık, para biriktirenlere güldük
yine iman ettik allah’a üç kere
geçtik duraklara baktık, eskiyen çarşılara
susadığın yerde durduk su içtik
bir iki çocuğun adını tahmin ettik
sigara yaktık üst üste
gün boyu dolaştık çarşılarda
bir ayakkabı sen beğendin bir ceket ben
ne iyi
geçtik işte bugün de bu güneşli evleri
çok gölgeli bir geçmişi var dedin bu çınarların
orada, akşama kadar seninle.