Ahmet Aksoy – Türk Sinemasında Paradigmanın Değişimi: Güle Güle, Takva ve Adem’in Trenleri
Türk sinemasının son dönemde gittikçe artan bir ilgiyle dindar insanların dünyasına eğilmesi oldukça dikkat çekici bir konu. “Milli Sinema” çizgisinden gelen yönetmenlerin filmlerini bir tarafa bırakırsak, sinema tarihimizde belki de ilk defa dini ve dindarlığı, film hikayesinin temel meselesi edinen filmler görmekteyiz. Oysaki sinemasal akımların ortaya çıkmaya başladığı 60’lı yıllardan itibaren dindarlık, alabildiğine ötekileştirilen ve karikatürize edilen bir stereo tip olarak sunulmuştu izleyicilere. “Toplumsal Gerçekçilik” adı altında, toplumsal gerçeğimize oldukça uzak bir biçimde var olduğu öne sürülen feodal yapının, ağa ve muhtarla birlikte üç sacayağından biri olarak lanse edilen din adamı (dindar) tipi, film kahramanının mücadeleye girişip madara ettiği tiplerden biri olarak en baştan seyircinin gözünde küçük düşürülmek üzere tasarlanmıştı. “Yılanların Öcü”ndeki “Beytullah Hoca”, “Vurun Kahpeye”deki “Hacı Fettah”, “Umut”taki “Hüseyin Hoca”, “Kibar Feyzo”daki “Topal Hoca” ve “Züğürt Ağa”daki “Şıh Efendi”, bu anlayışla ortaya konulmuş dindar tiplerden bir kaçıdır sadece.
Zeki Ökten imzasını taşıyan 1999 yapımı “Güle Güle” sinemamızdaki bu anlayışı ters yüz eden bir film oldu. Yönetmenliğe Lütfi Akad, Memduh Ün ve Atıf Yılmaz’ın asistanı olarak başlayan ve sonra kendi filmlerini çekmeye başlayan Zeki Ökten, Yılmaz Güney’in yakın dostu ve çalışma arkadaşı olarak, “Toplumsal Gerçekçilik – Devrimci Sinema” çizgisinde filmler çekmiş bir Yeşilçam yönetmenidir. “Güle Güle” yönetmenin önceki filmlerinin aksine, ideolojik angajmanlardan arınmış sinema dili ve o güne değin Türk sinemasında eşine pek rastlanılmayan olumlu dindar tipiyle dikkatleri çekmişti. Sonra, “Güle Güle”nin açtığı bu yoldan ilerleyen yönetmenlerin filmlerini gördük. Özer Kızıltan imzalı “Takva” ve Barış Pirhasan imzasını taşıyan “Adem’in Trenleri” bu yapımlar arasında dikkati çeken ürünlerden. Bu yazıda sol gelenekten gelen bu üç yönetmenin, adı geçen filmlerindeki dindar tipler değerlendirilecektir.
“Güle Güle”
Yönetmen: Zeki Ökten
Senaryo Yazarı: Fatih Altınöz
Oyuncular: Metin Akpınar, Yıldız Kenter, Eşref Kolçak, Zeki Alasya, Şükran Güngör.
Galip, Celal, Zarife, İsmet ve Şemsi birbirlerine sıkı sıkıya bağlı can dost ve arkadaş olan beş kafadar. Tüm yaşamlarını birlikte geçirmiş ve artık yaşlılık zamanlarına ermiş olan bu grup, yıllar yılı dostluklarına halel getirecek hiçbir davranışta bulunmamışlardır. Celal ve Zarife evlidirler. Galip eşini yıllar önce kaybetmiştir. Şemsi’nin karısı başka bir erkekle kaçarak Şemsi’yi terk etmiştir. İsmet ise hiç evlenmemiştir. Yıllarca annesine bakmış, evleneceği kadın annesinden yüksünür diye evlenmemiş ve annesi ölünce dostlarından başka sığınacağı kimsesi kalmamıştır. Galip, emekli bir öğretmendir ve son derece romantik bir kişiliğe sahiptir. Eşini kaybettikten kısa bir süre sonra, tesadüfen karşılaştığı, Küba’lı Roza’ya aşık olmuştur. Yirmi yıldır Roza ile mektuplaşmakta ve ona kavuşmanın hayaliyle yaşamaktadır. Ancak bir gün aniden düşüp bayılır. Hastanede kendisine kanser teşhisi konulur. Doktorlar bu bilgiyi yalnızca arkadaşlarıyla paylaşmışlar, ondan gizlemişlerdir. Doktorların dediğine göre yalnızca altı aylık bir ömrü kalmıştır. Arkadaşları Galip’in hemen Roza’ya kavuşması gerektiğini düşünürler ve bunun için bir plan yaparlar. Ancak ne yapsalar gerekli parayı bir türlü bir araya getiremezler. Sinemaya meraklı olan İsmet’in aklına banka soymak fikri gelir. Diğerleri önce buna karşı çıkarlar. Ancak başka da çare olmadığını görünce banka soymaya karar verirler. Kendi kendilerini sadece ihtiyaç olan kadar para alacakları ve sonraki bir zaman diliminde de aldıkları parayı iade edecekleri konusunda motive ederler. İsmet’in seyrettiği bir soygun filminden yola çıkarak plan yaparlar. Planlarını başarıyla gerçekleştirirler. Sıra Galip’i hastaneden çıkarıp havaalanına götürmeye gelmiştir. Onun için büyük sürpriz olacağını düşünürler. Galip’i hastaneden alırlar ve havaalanının yolunu tutarlar. Galip son derece üzgündür. Onun bu üzgünlüğüne bir anlam veremezler. Havaalanında vedalaşıp, onu uçağa bindirirler. Uçak havalandıktan sonra Galip’in sesinden Küba’dan gelen mektup duyulur. Mektupta Roza’nın öldüğü, son nefesine kadar büyük bir aşkla sevdiği Galip’in adını andığı belirtilmekte ve annelerini böylesine sevdiği ve uzaktan da olsa mutlu ettiği için Roza’nın çocukları tarafından Galip’e teşekkür edilmektedir. Galip bunu arkadaşlarına söyleyememiştir.
Güle Güle filmindeki dindar tip Şemsi’dir. Karısı tarafından yıllar önce terk edilmiştir. Oğlu da kendisini arayıp sormamaktadır. Dostlarıyla beraber zaman geçirmekten hoşlanır. Eski, emektar arabasını tamir etmek en büyük tutkusudur. Kendisinden başka hiç kimse bir gün bu arabanın yürüyebileceğine inanmamaktadır. O ise bundan hiç vazgeçmez ve günün birinde arabayı yürütmeyi başarır. Arabaya olan bağlılığı aslında onun değerlerine olan bağlılığını ve sadakatini sembolize etmektedir. Karısı onu, hırsı olmadığı, halinden memnun ve rahat bir tip olduğu için terk etmiştir. Karısı ihtiraslı ve yükselmek isteyen bir kadındır. Şemsi, arkadaşları içinde dinine olan bağlılığıyla diğerlerinden ayrılmaktadır. Diğerleri zaman zaman içki sofrası kurarlar. Şemsi onlara bir keresinde; “Ulan Allah rızası için iki rekat namaz kılın desem kılmazsınız, içmeye gelince hiç üşenmezsiniz!” diyerek çıkışır. Ama bu çıkışması azarlamak babından değil serzeniş babındandır. Arkadaşları içki içerken o yanlarında oturur, soda içer. Filmde namaz kılarken görülmez. Ancak namaz kıldığı bilgisi filmde konuşmalar arasında geçer. Filmin bir yerinde tam yatsı vakti İsmet Şemsi’nin yanına gelir. Hafiften sarhoştur. İkisi aynı evde yaşamaktadırlar. Şemsi’yi gece vakti araba tamir ederken görünce; “Şemsi, sen namaza gitmedin mi?” diye sorar. O da “Hayır gitmedim. Kazasını kılarım!” diye cevap verir. Burada Şemsi’nin namaz kılan biri olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bir bilgi yanlışı olduğu da açıktır. Yatsı namazının vaktinin uzun olduğu, gecenin ilerleyen vakitlerinde de kılınabileceği, ille de cemaatle kılınmasının gerekmediği, senarist tarafından atlanmıştır. Buradaki yanlışlık, şüphesiz olmaması gereken bir durumdur ancak Şemsi’nin samimi ve olumlu bir dindar tip olarak kurgulanmış olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Şemsi, yakın arkadaşlarının günahlarına ortak olmayacak kadar sağlam bir duruş sergileyen, samimi bir dindar portresi çizmektedir. Onun dünyevi hırslardan uzak duruşu da bu karakterini pekiştiren bir husustur.
Şemsi, banka soyma fikrine ilkin sıcak bakmaz. Ancak çok sevdiği arkadaşının hayattaki belki son mutluluk şansı buna bağlıdır. Aldıkları parayı, günün birinde gerekirse her şeylerini satıp savarak bankaya geri teslim edecekleri koşuluyla soygun fikrine evet der. Ancak soygun için İsmet’in planladığı gün Cuma günüdür. Şemsi ilkönce buna da karşı çıkar. O gün Cuma namazı kılması gerekmektedir. Bu onun dindarlık vurgusunu pekiştiren bir durumdur. Ancak en müsait günün Cuma olduğu konusunda İsmet kendisini ikna eder, o da çaresiz kabul eder.
Şemsi, gösterişsiz, sade ve samimi bir dindar insan tipi olarak resmedilmiştir. Klişelerden ve ön yargılardan uzak, hayatın içinden gerçek bir tip olduğu görülmektedir.
“Takva”
Yönetmen: Özer Kızıltan
Senaryo: Önder Çakar
Oyuncular: Erkan Can, Güven Kıraç, Settar Tanrıöğen, Erman Saban, Öznur Kula, Yaşar Akın, Engin Günaydın.
Kendi halinde mütevazı bir kimse olan Muharrem, dini inançları sağlam, tarikat ehli bir insandır. Gece gündüz ibadet ederek nefsi arzulardan uzak, manevi bir hayat sürmektedir. Hiç evlenmemiş olan Muharrem, bir handa toptan çuvalcılık yapan Ali Bey’in yanında otuz yıldır çalışmaktadır. İşinde sebat eden, çalışkan ve dürüst bir kimse olarak tanınmaktadır.
Bu durum gayrimenkulleri bir hayli fazla olan bir dergahta postta oturmakta olan tarikat şeyhi Ömer Efendi’nin dikkatini çeker. Ömer Efendi yıllardır zikir halkasını hiç terk etmeyen Muharrem’i dergahın gayrimenkullerinin kiralarını toplamak üzere yanına alır. Muharrem, hiç aşina olmadığı yepyeni bir hayata başlamıştır. Bu hayatta hiç beklemediği bir takım gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalan Muharrem, kafasında bazı şeyleri sorgulamaya başlar. Bir süre sonra maneviyatı tahribata uğramaya başlayan Muharrem’in sahip olduğu değerler yavaş yavaş sarsılmaya başlar. Bir yandan modern dünyaya ayak uydurmaya çalışırken bir yandan da bu çarkın dişlileri arasında ezilmeye başlamıştır.
Takva filminde üç dindar tip dikkati çekmektedir. Bunlardan birincisi Tarikat Şeyhi Ömer Efendi’dir. Dergah’ında kimsesiz çocukları barındıran, onların eğitimleriyle ilgilenen biridir. Olgun bir dindar portresi çizmektedir. Kızları vardır ve ortanca kızını sevip değer verdiği müridi Muharrem’le evlendirmek ister. Fakat Muharrem bunu kabul etmez. Verdiği mesajlar olumludur. Hiçbir aykırılık göstermemektedir.
İkinci tip Şehy Ömer Efendi’nin en yakınında bulunan Rauf’tur. Rauf Şeyh’in halifesi gibidir. Zaman zaman zikir halkasını o yönetir. Şeyh’in işlerini çoğunlukla o takip eder. Şeyh’in istişare ettiği yegane kişidir. Rauf, bazan kıskanç haller gösterir. Örneğin, Şeyh Muharrem’i ortanca kızıyla evlendirme fikrini ona açtığında, tavırlarındaki kıskançlık hemen göze çarpmaktadır. Gayrimenkullerin Muharrem tarafından kontrol edilmesi işine de ilk başta ikircikli yaklaşmış ve kendi adına beklenti içinde olduğu hissini uyandırmıştır. Muharrem kiraları toplarken, kiracıları olan bir oto tamircisinin dükkanda içki içtiğine şahit olur. Bu durumdan fena halde rahatsız olur ve durumu Rauf’la paylaşır. Ancak hiç beklemediği bir cevap alır. Rauf; “Adam kirasını düzenli ödüyor, içki içerse günahı kendine! Bundan sana ne?!” diye cevap verince, Muharrem adeta şoke olur. Ve tabi izleyiciler de. Yine çok fakir olan ve üstelik evin erkeğinin hasta olduğu bir aileden kira almamayı teklif edince Muharrem, kinayeli bir biçimde; “Kirasını düzenli ödeyen adamı içki içiyor diye kapı dışarı et, kirasını ödemeyen adamdan dini bütün diye kira alma! Hadi bakalım çık işin içinden!” diye söylenir. Bütün bunlar Rauf’un paraya düşkün, makama hevesli ve kıskanç biri olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Bu durum seyirci ile aralarında bir yabancılaşma yaşanmasına sebep olur. Rauf, dindar bir insanda olması gereken ahlaki olgunluk konusunda zaaf gösteren ve izleyicinin gözünde değer kaybına uğrayan bir tiptir.
Üçüncü dindar tip Muharrem’dir. Filmin başkahramanıdır. Sinemasal anlamda bir tip olmaktan daha çok, bir karakter özelliği göstermektedir. Muharrem kendi halinde yaşayan, yoksul, dindar ve mütevekkil bir kimsedir. Hiç evlenmemiştir. Filmde neden evlenmediği açıklanmamaktadır. Ancak Şeyh’in kendisini evlendirme isteği Rauf tarafından iletilince, “Biz o defteri otuz yıl önce kapadık!” diyerek karşı çıkar. Muharrem yanında çalıştığı Ali Bey’in en büyük yardımcısıdır. Çok sadık ve dürüst bir adamdır. Sürekli devam ettiği dergahta hiç zikir kaçırmayarak Şeyh’in takdirini kazanmıştır. Şeyh onu çok önemli bir görevle, dergahın sahip olduğu mülklerin kirasını toplamak göreviyle görevlendirmeye karar verdiğinde bunun gerekçesini Rauf’a şöyle açıklar:
“Muharrem’in gönlü açık, imanı tamdır. Lakin ilmi zayıftır. Dünya işlerini yapmak için zihin açıklığı değil, gönül açıklığı lazımdır… Zorluğu bu işin dünyevi olmasıdır. Kalbi açık olana kolay gelir.”
Bunlar, onun hem üstün özelliklerini hem de zayıf taraflarını ortaya koyan ve onu tanımlayan sözlerdir. Muharrem, güvenilir bir kimse olarak takdir edilmektedir. İşler kendisine devredilince, büyük bir samimiyet ve gayretle işe sarılır. Allah rızası için iş yaptığına olan inancı tamdır. Ancak karşılaştığı bazı durumlar onun bu inancının sarsıntıya uğramasına sebep olur. Kirasını ödeyemeyecek durumda olan hasta ve dindar bir adama gösterilmesi gerektiğine inandığı merhametin dergah tarafından esirgenmesi ve sırf para için günahkar insanlara göz yumulması, onun iç dünyasında bir takım sarsıntılara yol açar. Ayrıca gittiği her devlet dairesinde ayakta karşılanması, özel muamele görmesi onda başkalarının kul hakkına girdiği şüphesini uyandırır. Ancak Rauf tarafından bu durumun olması gereken bir şey olduğu, kendisinin Allah rızası için önemli bir iş yaptığı ve onun diğer insanlar gibi sıra beklememesi gerektiği ifade edilir. Bu fikir gönlüne yatmadığı için huzursuz olan Muharrem bir de kendisine dergah tarafından verilen araba, cep telefonu ve yeni elbiselerle karşılaşınca duygusal dengesini iyice yitirmeye başlar. Ayakları yerden kesilmeye başlamış olan Muharrem eski nezaketini ve ahlaki değerlerini yavaş yavaş kaybetmektedir. Örneğin, İş hanının çaycısını hiç yapmadığı bir şekilde azarlar.
Cemaate mensup bir müteahhit hem Muharrem’le tanışmak hem de çuval almak için dükkana gelir. Çuvalların fiyatını hesaplayan Muharrem, adama üç katı fazla fiyat söyler. Adam hiç düşünmeden, Muharrem’e olan güveninden ötürü ödemeyi yapar. Adam gittikten sonra, üç milyar alması gerekirken dokuz milyar para alan Muharrem, yaptığından pişman olur. Ali Bey’e yanlış hesap yaptığını, adamdan fazla para aldığını söyler. Ancak, yedi milyar aldığını söyleyen Muharrem, Ali Bey’den parayı iade etmesini beklerken, onun “Zekatımı fitremi veriyorum, bu kazandığım benimdir.” diyerek parayı kabullenmesine şaşırır. Elinde iki milyar para kalan Muharrem bununla ne yapacağını bilemez. Bu parayı niye aldığını kendisine bir türlü izah edememektedir. Bu durumdan kurtulmaya çalışan ve vicdan azabıyla boğuşan Muharrem, yanına Ali Bey tarafından yardımcı olarak alınan Kosova’lı genç, Muhittin’le tartışmaya girer. Muhittin, Kosova için yardım toplamaktadır. Muharrem ona kızar. Kendisinin Kosova için çok dua ettiğini ve bunun yeterli olduğunu savunur. Muhittin “Bu işler dua ile olmuyor, kadınlar çocuklar ölürken Allah neredeydi?!” diye isyan edince Muharrem onu tartaklar. Gerçekte kızdığı Muhittin değildir. Muhittin’in inançsızlığı karşısında normalde konuşarak, merhametle ve sevgiyle yaklaşarak onu ikna etmesi beklenen bir kişiliğe sahip olan Muharrem’in asıl kız dığı kendisidir. Kendi iç dünyasında yaşadığı hesaplaşma onu agresifleştirmiştir. Olayın akabinde dudaklarından dökülen itiraf gibi sözler bu durumu açıkça ortaya koymaktadır:
“İnanınca, ölümü, ölümden sonrasını bilince her şey tamam sandım. Günahın çirkin olmayan tek yanı ona edilen tövbedir. Şeytan her zaman var. Belki de şeytan kendimiziz!”
Bu sözler, nefsine yenik düşen Muharrem’in yaşadığı iç hesaplaşmayı gözler önüne sermektedir. Bütün bu yaşananların dışında Muharrem’i uzun süredir rahatsız eden bir takım rüyalar vardır. Muharrem rüyasında sürekli bir kadın görmektedir. Onunla ilişkiye girmekte ve dehşet içerisinde uyanmaktadır. Her uyanışında tövbe ederek hemen abdest almaya koşan Muharrem bu rüyalardan bir türlü kurtulamaz. Bazı zamanlar kadınla birlikte içki içtiğini, paralarla şehvet oyunları oynadığını görmektedir. Durumu Şeyhine anlatmaya karar verir. Fakat Şeyh halvete girdiği için kırk gün beklemek zorundadır. Rüyaların esaretiyle günler geçerken bir kuyumcuda rüyasında gördüğü kadınla karşılaşır. Kadını takip etmeye başlar. Dergaha gelir kadın. Yağmur yağmaktadır. Kadın şemsiyesiyle korunmakta olduğu halde, Muharrem iliklerine kadar ıslanmıştır. Birden kadının önünü keser. “Kimsin sen? Burada ne arıyorsun? Bu dergahın kapısının kuluyum. Buradan içeri giremezsin!” der. Kadın; “Tanımadın mı Muharrem Efendi? Ben Şeyh Ömer Efendinin kızıyım!” deyince beyninden vurulmuşa dönen Muharrem adeta kendinden geçer. Nevrotik bir süreç yaşamaya başlar. Bilinci adeta donuklaşır. Vücudu kilitlenir.
Muharrem, seyircinin, özdeşleşme ya da yabancılaşma yaşamadığı samimi ancak iç dünyasında yoğun çatışmalar yaşayan bir dindar tip olarak resmedilmiştir. Karşılaştığı ve kendisinde hayal kırıklığı yaratan bir takım hadiseler ve bastırılmış duygularla zaafa uğramış, istemeden günaha bulaşan ve bu nedenle pişmanlık duyarak yoğun bir travma yaşayan gerçekçi bir dindar tip/karakterdir.
Filmin belki de tek rahatsız edici yanı, bastırılmış dürtülerin rüyalar yoluyla açığa çıktığı ve bunun nevroza sebep olduğu fikrinin altını kalınca çizen Freudyen yaklaşımdır. Batı sinemasında sürekli tekrarlanan ve bir türlü aşılamayan bu durumun, insan psikolojisini anlamada ve çözümlemede çok daha zengin malzemeler sunan bizim ilim geleneğimizin yanında fazlasıyla naif kaçtığını belirtmeden geçmemek gerekir.
“Adem’in Trenleri”
Yönetmen: Barış Pirhasan
Senaryo: İsmail Doruk
Oyuncular: Cem Özer, Nurgül Yeşilçay, Asuman Dabak, Derya Alabora, Yıldız Kültür, Ezel Akay, Atıf Emir Benderlioğlu.
Hasan Hoca, Bekir’in kirletip sonra da terk ettiği Hacer’i ailesinden korumak için nikahına almıştır. Hacer hamiledir. Çocuğunu dünyaya getirir. Çocuğa Fatma adını verirler. Hasan Hoca, Hacer’e elini dahi sürmez. O bunu Allah’ın bir sınavı kabul eder ve bir gün Bekir’in Hacer’e döneceğine inanmaktadır. Hoca onca yoksulluğuna rağmen Hacer’e ve dünyaya getirdiği Fatma’ya, karşılık beklemeden yıllarca bakar.
Hasan Hoca zamanla Hacer’i de kızını da çok sever, ancak kendisinden ayrıldıklarında acı çekmemek için sevgisini belli etmez ve hep mesafeli durur onlara… Bu yüzden onu babası bilen Fatma, küçük bir çocuğun bir babadan beklediği sıcaklığı, sevgiyi onda bulamaz. Ama, Fatma bir gün Hoca babasının onu çok seveceğini düşünmektedir. Hep, “Babam beni büyüyünce sevecek” demektedir.
İki tarafın da kabullendiği bu yaşam, bir Ramazan günü Manisa’nın uzağındaki yirmi hanelik küçük tren istasyonuna Hasan Hoca’nın İmam olmasıyla değişir, farklı bir nitelik kazanır.
Fakir fakat sevecen insanların yaşadığı, Ramazan ayında bir imamları olmasından başka beklentileri bulunmayan bu küçük, sıcacık ortamda Hoca, hiç ummadığı biçimde Bekir’le karşılaşır… Bekir, Hacer’i ve Fatma’yı geri istemektedir. Hasan Hoca, “Bir gün gelip Hacer ile Fatmacık’ı alacağını biliyordum, ama benim onları senin ayağına getireceğim hiç aklımdan geçmezdi…” diyerek bu durumu çaresiz kabullenmek zorunda kalır. Fakat Bekir yine yapar yapacağını. Bu sorumluluğu kaldıramayacağını düşünerek, geceleyin gelen trene biner ve istasyonu terk eder.
Hasan Hoca, fakir bir adamdır. Köy köy dolaşıp geçici-ücretli imamlık yaparak geçinmektedir. Heybetli bir görüntüsü ve pek de gülmeyen bir yüz ifadesi vardır. Konuşması biraz ağdalıdır. Başında örme bir takke ve sırtında bir abay la dolaşmaktadır. Ramazan ayı sebebiyle imamlık yapmak için geldiği bu istasyonda çocukları da okutmakta ve onlara bir takım dini bilgiler vermektedir. Ölümle ilgili, kıyametle ilgili ve cehennemle ilgili anlattığı bilgiler, çocuklarda korkuya sebep olur. Yine de çocuklar derslerine aksatmadan devam ederler.
Hasan Hoca tıpkı “Takva”daki Muharrem gibi, sinemasal anlamda bir tip olmaktan daha çok bir karakter özelliği göstermektedir. Bir koca olarak, üvey de olsa bir baba olarak taşıdığı sorumluluklar ve yaşadığı ruhsal çatışmalar, zaafları ve bastırılmış duygularıyla o, tek bir yönüyle ortaya çıkan bir tip değil, komplike bir kişilik, bir karakter olarak tasarlanmıştır. Toplumun ve ailesinin dışladığı bir kadınla, sırf Allah rızası için evlenmiş, onlara sahip çıkmış, böylelikle kendisi de toplum tarafından dışlanmış bir birey olarak, çeşitli gerilimler ve çatışmalar yaşamaktadır. Aslında evlendiği kadını sevmektedir. Kadının kızını da sevmektedir. Ancak onları bir gün kaybetme endişesi ve korkusu yaşadığı için bu sevgisini sürekli bastırmış ve kontrol etmiştir. Sesine ve yüz ifadesine yansıyan gerginlik ve öfke bunun sonucudur.
Kendisinin yanında bir emanet olarak durduğuna inandığı Hacer’e, ona aşık olmasına karşın cinsel anlamda hiç yaklaşmaz. Bekir ortaya çıkınca Hacer, yıllardır kendisinin hocanın sırtında bir yük olduğunu düşündüğü için Bekir’le gitmeye karar verir. Hoca, bu durum karşısında birden saldırganlaşarak Hacer’e zorla sahip olmaya çalışır. Bir taraftan da “İstediğin bu değil miydi, ha!” diye bağırmaktadır. İşte burada da yine bir Freudyen çözümleme vakası çıkmaktadır karşımıza! Hasan Hoca, kendi değer yargılarına göre, Hacer’e karşı olan istek ve dürtülerini hep baskılamıştır. Yıllardır bilinçaltına ittiği duygular bir patlama halinde bilinç düzeyine çıkarak, kaybedilmekte olan şeye, saldırganlık dürtüsüyle sahip olma halini tetiklemiştir. Ancak küçük kızın uyanmasıyla bu hal sona erer.
Filmin sonunda Bekir’in bir kez daha çekip gitmesiyle, Hacer ve Fatma’ya tekrar kavuşan Hasan Hoca, bu kez onlara sımsıkı sarılır. Değerini kaybederken anladığı şeye bu kez gerçekten sahip çıkar. İlk kez gözünden yaşlar süzülür. Yıllardır kendi ruhuna ettiği eziyet böylece son bulmuştur.
Hasan Hoca karakteri, dindarlığında samimi ve ölçülü ama bir takım kişisel zaafları olan bir tip olarak kompoze edilmiştir. Hatalarından ders çıkaran, insan olmanın bütün zaaflarını üzerinde barındıran gerçekçi, klişelerden uzak bir dindar tip olarak sunulmuştur. Onunla ilgili en güzel saptamayı filmin küçük kahramanlarından, Hoca’nın mescitteki öğrencilerinden Adem yapar. Hoca “Ben nasıl biriyim sizce?” diye sorunca Adem; “İlk geldiğinde zalim, sonra mübarek adam, şimdi de zavallı! Yani annem öyle diyor!” diye karşılık verir. Buradaki zavallılık Hacer’in gitmesiyle yapayalnız kalıverecek olmasındandır. Kişilik anlamında bir aşağılanmayı içermemektedir.
Bütün bu örneklerden yola çıkarak Türk sinemasında Yeşilçam’a has kaba biçimsellikten gittikçe uzaklaşıldığını, senaryoların daha özgün tiplemeler üzerine kurulduğunu tespit edebiliriz. Türk sinemasının kendi insanını/toplumunu anlama ve anlatmada eski reflekslerinden sıyrılarak, daha sahici ve sahih bir yola girmekte olduğu da söylememiz mümkün görünmektedir.