Abdullah Kasay – Dikkat, Felsefe Çıkabilir!
Felsefe bir şey söylemek değil, bir şey söylemeye doğru hareket etmektir.
Bu nedenle “yolda olmaktır” hep.
Vefa Taşdelen
Neşet Ertaş Gönül Dağı’nda “kalpten kalbe bir yol vardır görülmez” dediğinde, Nietzsche; “her söz bir önyargıdır” demiş ve çoktan bu dünyadan yol almıştı. Kalpten kalbe bir yolun olduğunu düşünenler, çoğu zaman sevmenin peşinde giderken, önyargısızca o yolda yürümüş ve sadece yürümüştü. Kimileri de patolojik olarak önyargıyı insana özgü doğal bir zihin faaliyeti olarak görmüş ve hatta “ön” olarak kaldığı müddetçe, “faydalı” olarak değerlendirmişti. Yola çıkamamışlardı yani…
Yukardaki yargıları pek tabi her birimiz farklı değerlendirebiliriz. Fakat ne şekilde düşünürsek düşünelim, “düşünme” eylemi içerisindeysek, evet: “felsefe çıkmıştır” artık karşımıza. Vefa Taşdelen’in Mahalle Mektebi, Hece, Bizim Külliye gibi çeşitli dergilerde yayımlanan yazılarının bir derlemesi olan “Felsefeden Edebiyata” kitabı da “zihin açıcı” bir şekilde çıkıyor karşımıza. Vefa Taşdelen bu kitapta, yazma eyleminin “varoluşsal” irdelemesini yaparken; bizi içinde Aristo, Yunus Emre, John Locke, Fuzuli, İlhan Berk, Platon, Kafka, Behçet Necatigil gibi isimlerin bulunduğu bir gemiye bindiriyor. Beş bölümden oluşan kitabı değerlendirmeye başlamadan önce yazarın bir hatırlatmasını vurgulamam gerekiyor. Farklı zamanlarda yazılan makaleler arasında tekrar eden durumların mevcudiyetini vurgulayan Vefa Taşdelen, kitabın son bölümündeki Basitin Poetikasında bu durumun kısmen de olsa aşılabilir nitelikte olduğunu söylüyor.
Kitabın giriş kısmında öncelikle yazarın felsefe ve edebiyat ayrımına dair değerlendirmelerini okuyoruz. Felsefe ve edebiyatın zihnin farklı tutumları olarak gözükebildiğini, birimiz öykü yazarken bir diğerimizin düşünceyi ürettiğini ve yahut her iki eylemin de aynı anda gerçekleştiğini söyleyen Taşdelen, bunun yansıması olarak felsefe içinde edebiyat, edebiyat içinde felsefe bulunduğunu vurguluyor. Edebiyatın tekiller alanında iş görürken, felsefenin daha genel daha kavramsal olduğunu, edebiyatın felsefeyi indirgeyip somutladığını, felsefeyi çözünmeye uğratabildiğini ve bununla beraber felsefenin bize yaşamdan uzak bir yaşayış sunarken, edebiyatın hayatın tam içinde yer aldığını söylüyor. André Gide’in “En güzel duyguların bile felsefede sesi duyulmaz” sözüne yer vererek belki de felsefe ve edebiyat arasındaki bu ayrımı net bir şekilde görmemizi isteyen yazar; bu düşüncelerle demir aldığımız limandan ayrılırken şunu da ekliyor: “Fakat tüm bunlara rağmen felsefe ve edebiyat birbirinin karşısında değil yanındadır hep”. Çoğu zaman, bir yazıyı yazarken ya da okurken dünyanın “edilgen” bir nesnesi olmaktan çıktığımızı hissederiz. Örneğin, ben bu yazıyı yazmışken ve siz okurken aramızda oluşan bağ ya da çeşitli yazarlarla çeşitli okuyucuların “interaction” tabirini kullandığı bu durum, bir “etkenliğe” dönüşmüş olur. Bu etken durumda ise her birimiz kendi değer sistemlerine göre yargılara varır. İşte bu okuma ve yazma eyleminin sahası olan edebiyatı “özneli yazılar” olarak değerlendiren Vefa Taşdelen “Edebiyat ve Varoluş” bölümünde; bahsetmiş olduğum değer yargılarını “Günümüz sanat anlayışları esinini önemli ölçüde, peş peşe yaşanan yıkımlarla aklın ve insanlığın yüce değerlerine karşı güvenini yitiren, bunun sonucunda da rasyonel olanın karşısına akıl-dışıyı, ölçünün karşısına ölçüsüzlüğü, düzenin karşısına kaosu, mantıksalın karşısına absürdü koyan, bu şekilde evrendeki yerini ve anlamını yeniden sorgulama ihtiyacı hisseden çağdaş insanın ruhsal durumundan alır” sözleri ile açıklıyor. Yazma eylemi ile beraber şairin, şiirinde varoluşsal bir durumu yorumladığını; romancı ve öykücünün bir varoluşu anlattığını söyleyen Taşdelen: “Yazıda varoluş bilinci en üst seviyeye ulaşır” derken yol aldığımız geminin rotasını çiziyor. İşte bütün bu varoluşsal nedenlerden dolayı denilebilir ki felsefenin edebiyata karşı doğal ve içsel bir eğilimi vardır. Tabi şunu da söylemem gerekiyor bu noktada: Sadece edilgenlikten kurtulmak için mi yazarız? Bu sorunun cevabını da Vefa Taşdelen, Sait Faik’in “Yazmasaydım çıldıracaktım” sözlerinden örnekle: “Yazı, bize varoluşu anlama, yorumlama ve bilinçle, bir güzellik duygusu içinde yaşama fırsatı verir. Bu işlevi başka hiçbir varoluşsal etkinlik yazı kadar yerine getiremez.” şeklinde cevaplıyor. Sanat ve edebiyat, her ne kadar kurgu, tasarım, biçimleme, imge, kuram, poetika vb. gibi kavramlarla yüklenmiş filikalar gibi gözükse de, “meçhul” insanın dalgalarla boğuşurken attığı kulaçları anlamlı kılıyor. Yani hayatın içinden türüyor ve hayatın içine dönüyor. Bunu: “Edebiyatçı; bir şair, bir öykücü, bir romancı olarak hayatı yeniden üreten kişidir” sözü ile açan Taşdelen, hayatın etkin varlığı olan siyasetin edebiyat ile ilişkisini de: “Siyaset ve edebiyat arasındaki ilişki, genellikle tek yönlü, siyasetten edebiyata doğru olmuştur.” şekliyle açıklıyor. Şunu belirtmeliyim ki evet siyaset edebiyat için “bir ters akıntı” maalesef.
Bu bölümde edebiyatın varoluş evrenini yansıtan başka bir durumun “acı” olduğunu belirten Taşdelen: “Acı, hayal gücünün elinde, insanın yeryüzündeki yazgısının dile geldiği bir ifade biçimidir. İnsan, edebiyatla uğraşırken acısının peşine düşer” diyor. Belki aklınıza gelebilir. Acı ile beslenen bir edebiyatı sorgulayabilirsiniz. Bu hususu ise yazar: “Acıyla acıyı yazmak, acıyı çoğaltan değil, ona estetik bir değer katan, bir anlam boyutu ekleyen, onu insani bir çerçeve içine alan, yaşanabilir kılan, giderek mutluluk ve olgunlaşma deneyimi haline getiren bir tutumdur. Bu nedenle sadece “edebiyat farkına varılmış acıdır, demek aynı zamanda edebiyat farkına varılmış sevinç, edebiyat farkına varılmış mutluluk, edebiyat farkına varılmış huzur da demek tir.” sözleri ile açıklıyor.
Kitabın ikinci bölümü olan “Felsefe ve Edebiyat” kısmında gündelik hayatla felsefe arasında ne kadar ve ne şekilde bir ilişki varsa, felsefe ve edebiyat arasında da öyle bir ilişki vardır diyor Vefa Taşdelen. Gündelik hayatın edebi türlerde kendini göstermesi ve tip, metafor, tema, imge gibi unsurların felsefedeki tezahürlerini: “Filozoflar, her zaman düz bir anlatım yolu benimsemezler, eserlerinde imgesel ifadelere de yer verirler” sözleri ile açıklayan Vefa Taşdelen, gündelik hayat ve felsefe ilişkisinin boyutlarıyla da ilgili olarak: “Felsefeyi gündelik hayattan, teoriyi pratikten ayırmak mümkün değildir. Gündelik hayatın dinamiği içinde teorik bir boyut vardır. Teori de kendisini bir deneyime, bir yaşantıya dayandırır, pratikle geliştirir” diyor.
Bu ikinci bölümde yine, “Metafizik ve Edebiyat: Metafizik Sorundan Metafizik Gerçeğe” isimli başlıkta çok önemli değerlendirme ve tespitlerden oluşuyor. Metafiziğin öteden beri felsefenin temel bir konusu olduğunu ve kimilerinin metafiziği bizatihi felsefenin kendisi olarak gördüğünü söyleyen Taşdelen, edebiyatın bu düzlemdeki düşünceden farkını: “Edebiyat eserlerinde Tanrı hakkında bir kavrayış, bir teori, kavramsal düzeyde bir bilgi ortaya koyma hedefi güdülmez; daha çok bir duyarlılık ortaya koyulmaya çalışılır” sözleri ile açıklıyor.
Kitabın bana göre en ilginç bölümü ise “Türler ve İfade Biçimleri”. Türkçe ’de Şiirin Yüklemi Sorunu Başlığı altında Vefa Taşdelen, “söylemek” ve “yapmak” arasındaki farklara değinirken; bu iki şekilde beliren edebi metinin ya da şiirin; çeşitli doğalarda ortaya çıktığını ve tanımlarının farklı olduğunu ifade ediyor. Ayrıca: “Ne yazmak, ne inşa etmek, ne de söylemek yüklemi, onun üretim biçimini poetik zeminini tam olarak aydınlatabilir” derken, söylemenin yazmayı öncelediğini ifade ediyor. Buradan yine İlhan Berk’in “Sözün silindiği; anlamı da saptamanın neredeyse olanaksız olduğu yerdedir şiir” sözlerine yer veren yazar: “Bir söyleme biçimi olarak şiirde sanat ve zanaat iç içedir. Bir inşa biçimi olarak şiirse ‘şiir mühendisliği’nin bir ürünüdür. Bu işin bilgi, teknik ve pratiğine sahip olan kişi, demirden, betondan, tuğladan bir binayı inşa eder gibi sözcüklerle şiirin inşa eder. Bunun için yoğun, titiz ve sabırlı bir şekilde çalışması gerekir” diyor. Edebi türlerle felsefi örneklemelerin devam ettiği bu bölümde karşımıza “masalları” koyuyor Vefa Taşdelen. Felsefeden önce mitolojinin varlığına değinen yazar, felsefi söylemin bazı kişilere zor, soyut, anlaşılmaz ve pratik değeri olmayan şekilde geldiğini, bundan hareketle de filozof söylemlerin masalımsı öğelerin barındırdığını vurguluyor. Bunu: “Bazı filozoflar söylemlerini yumuşatmak ve anlaşılır kılmak için farklı tarzlar denemişlerdir. Bunlardan biri eğretileme/istiare (metafor) yöntemidir. İşte, felsefede masalımsı ögelerin yer alması, konunun daha iyi anlaşılması amacına yönelik, denilebilirse, bir ‘örnek’ ve ‘temsil’ dir” sözleri ile açan Vefa Taşdelen bir hatırlatmayı da ihmal etmiyor: “Masal felsefe değil, felsefe öncesidir”. Bu bölümde yine “mektup” ve “biyografi” gibi türlerden örnekler karşımıza çıkıyor. Hangi tür ya da ifade biçimi olursa olsun hep “varoluş” çabasının ya da yansımalarının tezahürleri olarak karşımıza çıkan bu olgular, felsefeden edebiyata giden yolu “aşikâr” kılıyor. İçinde filozof ve yazarlarla dolu gemi hızla yol alırken Vefa Taşdelen’in şu sözüne değinmem gerekiyor: “Yaşam ironik bir çabadır”. Bunu: “Aslında insanın yeryüzündeki bulunuşunda, hayata bağlanışında baştan sona ironi vardır. İnsan gerçeği gizleyerek varoluşunu sürdürür. Bulunduğu hali yadsıyarak, kendi fanilik özünü örterek, varoluş gerçekliğini maskeleyerek yaşamaya çalışır” gibi cümlelerle açıklayan yazar, yine de tüm bunlara rağmen insanın “dünyanın boş” olduğunu söylediğini aktarıyor.
Edebiyat eğitimine dair yazıların olduğu dördüncü bölümde “Edebiyat Eğitimi: Hermeneutik Bir Yaklaşım” başlığında Vefa Taşdelen, edebiyat eğitimin öncelikle sanat eğitimi olduğunu aktarırken, “Öğrencinin bir takım bilgilerin yanında, okuma sevgisini, orijinal eserlerle yüzleşme bilincini, bu şekilde kendi edebiyat bilgisini üretebilme yetkinliğini kazanmasının” sanat eğitimi ile mümkün olabileceğini vurguluyor. Ayrıca: “Edebiyat eğitiminde, öğrencinin başarısı, kendisine dikte edilen tek ve değişmez anlamı anlamasında değil, kendi anlamasını, kendi koşulları içinde gerçekleştirebilmesinde, bu şekilde kendi bilgisini ve yorumunu üretebilmesinde aranmalıdır” diyor. Edebiyattan önce edebiyat eğitiminin önemine vurgu yapılan bu bölümün üzerinde tekrar tekrar durulması gerek. Vefa Taşdelen de eminim ki kitabı derlerken bu bölümü önemli görmüş olmalı. Zira Sartre’ın: “Söylediğim şeylerden hiç biri, söylediğim şeyle bütünüyle ifade edilmiş değildir” sözlerini düşünecek olursak edebi ifadelerdeki zenginlik, çok anlamlılık kimi zaman da belirsizlik; anlama, tanıma, yaklaşma, idrak etme tutumlarımızla doğru orantılıdır. Bundan hareketle de denebilir ki; bu çok çeşitli yorumları yapabilmemiz için “edebi eğitim” önemli.
Kitabın son bölümü ise “Basitin Poetikası”. Genelde çocuk edebiyatı ile ilgili yazıların bulunduğu bu son bölümde Vefa Taşdelen şöyle bir soru soruyor: “Çocukluk büyüklerin giderek yabancılaştığı ‘farklı bir dünya’ ise, yazarın bir yetişkin olarak, bu yabancılığın üstesinden gelerek çocukluğa ulaşması ve onu anlaması nasıl mümkün olacaktır?”. Yine yazarın bu sorunun hermeneutikle ilgisini okuduğumuz kısımda şu cevapla karşılaşıyoruz: “Bu dünyanın kendine özgü dilini ve mantığını kavramak, çocuk edebiyatının başarısını da gösterir. Ama bu mantığın ne kadar az anlaşıldığı, yetişkin mantığı ile yazılmış ürünlerde görülebilir”. Çocuk edebiyatı ile felsefe ilişkisini de şu şekilde açıklıyor yazar: “Çocuk edebiyatı da çocuğu anlayan edebiyattır. Onun alanı da, sınırı da çocukluktur. Başlıca gerekçisini çocuğa ait olan dünyanın (çocukluğun) anlaşılmasında bulur. Bu anlama biçimi, bir çocuk edebiyatının olanağıdır, olabilirlik koşuludur”. Ayrıca, “Çocuk edebiyatçısının hermeneutik işlevi, çocuğun dünyasındaki kapalılığı açmak, gizliliği ifşa etmek ve yabancılığı aşina kılmaktır” sözlerini söyledikten sonra bir hatırlatmayı da ihmal etmiyor: “Çocuğu sevmeyen ve geleceğe dair umutları olmayan bir kişinin çocuklar için yazmasının ikna edici bir nedeni olamaz”. Yine “Çocuk Edebiyatında Yalınlık İlkesi” ve “Yeni Teknolojilerin Çocuk Edebiyatı Üzerindeki Etkileri: Eleştirel Bir Yaklaşım” üzerinde hassasiyetle durulması gereken başlıklar. Denebilir ki bu son bölüme dair, “çocuk padişahı bile attan indirir” cümlesi çocuk edebiyatının hayati önemini vurgulamaya yeter. Vefa Taşdelen de bu önemi vurgulamak adına, çocuk edebiyatının felsefesinin doğru kavranması noktasında geniş bir perspektif sunmuş bize.
Felsefe ve edebiyat ilişkisinin her yönü ile kavranması adına titizlikle hazırlanan makaleler ve yazıların derlemesi bu kitap, aslında yolun sonunda ne olacağını göstermiyor bize. Yazının başında kullandığım epigraf sanırım bu düşüncemin iyi bir özeti ki Vefa Taşdelen de bunu sürekli vurguluyor: “Felsefe yolda olmaktır hep”. Filozof ve yazarlarla çıktığımız bu yolculuğun bir sonu yok gibi gözükse de belki şunu söyleyebiliriz: Kamaramızda Neşet Ertaş ya da Nietzche ile yolculuk yapmak tamamen bize bağlı. Çünkü dünyayı algılayış biçimimiz her zaman farklı olacaktır ve ister okuyucu, ister yazar olalım her birimiz kendi “varoluş” seyrini çizecektir.