Ahmet Aksoy – Kozadan Çıkmış Bir Sinemacı: Nuri Bilge Ceylan
Nuri Bilge Ceylan “Yeni Türk Sineması”nın popülaritesi en yüksek ismidir. İlk filmi Koza’dan itibaren tüm dünyadaki en hatırı sayılır film festivali Cannes’da boy göstermeye başlayan Ceylan, hem bu festivalden hem de diğer önemli festivallerden ödüller kazanmış bir yönetmen olarak, literatürde önemli bir yer edinmiştir.
Ceylan’ın sinemasını tanımlamak oldukça zordur. Görüntünün peşinden giden bir sinemadır onunki. En azından İklimler’e kadar olan filmleri için böyle bir iddiada bulunmak mümkündür. Görsel doğaçlamaya yatkındır. Hikâye anlatmak derdinde değildir. Daha çok hal ve an anlatımını öncelemektedir.
Yönetmen ilk filmi Koza’da nasıl bir sinema yapacağının ipuçlarını verir adeta. Bu film, İklimler’e kadar çekeceği üç filmin – Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Uzak – bir çeşit önsözü gibidir. Ve kanımca Uzak’la birlikte en önemli iki filminden biridir. Koza, klasik müzikle fotografinin ahengini yansıtır beyaz perdeye. Bir klip havasında çekilmiş bu orta metraj filmde yönetmen, hiç diyaloğa yer vermeden uzun planlar kullanarak, insanın tabiatla kurduğu ilişkiyi resmetmeye koyulur. Kasaba insanının, tabiatın bağrında kendi kendine ördüğü kozasının içinde sürdürdüğü hayatı anlatır. Biraz Tarkovsky ve belki de fazlaca Antonioni etkisi barındıran Koza, Alan Parker’ın Pink Floyd’la çektiği Duvar filmini anımsatmaktadır. Duvar’da Parker batılı ve modern bir toplumda varlığının anlamını tümden kaybetmiş, bütün çabaları duvara toslamış insanın çaresizliğini ve tükenişini anlatırken, Ceylan doğulu bir toplumda kendi kabuğunda yaşayan insanın, kabuğunu kıramamasının çaresizliğini anlatır. Sonraki üç filminde bu kozadan çık(ama)ma halini temel alan yönetmen, yabancılaşma ve yalnızlaşma olgusuna odaklanır.
Kasaba, Koza’da izlediğimiz ailenin hikâyesini derinleştirmektedir. Tıpkı Koza gibi siyah beyaz çekilen bu filmde yönetmen, ailenin bütün fertlerini bağ evinin önündeki ağaçların altında yakılan ateşin etrafında toplar ve izleyicileri ailenin geçmişine götürür. Herkesin anlatacak bir hikâyesi ve yüzleşmesi gereken bir meselesi vardır. Baba, yıllar önce kasabasından nasıl koptuğunu ve nasıl bir hasretle geri döndüğünü anlatır. Yaşlanmış olduğu için ölüm endişesi taşımaktadır ve en az yirmi yıl daha yaşamayı arzulamaktadır. Yaşadığı kasaba onun kozasıdır. Oğul, kasabanın tek okumuş kişisi olarak, eğitimi için nasıl da çırpındığını anlatır. Tarihe meraklıdır. Konuşmalarında sık sık Büyük İskender’den söz eder. Bir taşralı aydın edasıyla, nasıl tutunamadığını, neden döndüğünü anlatır, analizler yapar. Bu haliyle kasabaya da yabancılaşmıştır aslında ve yüz hatlarından bir mutsuzluk havası sezilmektedir. Saffet kasabayı terk ederek hayatını sorumsuzca yaşayan ve genç yaşta ölen babasını bazen özlem bazen de öfkeyle anmakta, gitmekle kalmak arasında bocalamaktadır. Filmin bu en uzun sekansında yönetmen, hikâyenin ana karakterlerini deşifre eder. Diyaloglarda Çehov’dan yapılan alıntılar dikkat çekmektedir. Ancak bu alıntılar fazlaca iğreti kaçmış ve filmin görsel açıdan oluşturduğu etkiyi neredeyse tümüyle yok etmiş gibi görünmektedir.
Mayıs Sıkıntısı, Kasaba’nın çekim öyküsünü temel almaktadır. Yönetmen olan oğul, tasarladığı filmi çekmek için kasabaya döner. Film için mekân ve kasabalılardan oyuncu arayışına girer. Sonunda kendi anne ve babasını filmde oynatmaya karar verir ve Kasaba’nın çekimleri başlar. Ceylan bu filmde kendi sinemasının bazı ipuçlarını vermektedir. Kasaba’da ortaya koyduğu minimalist yaklaşım Mayıs Sıkıntısı’nda iyiden iyiye kendini hissettirmekte ve bana göre yönetmenin başyapıtı olan Uzak’ta adeta doruk noktasına ulaşmaktadır.
Uzak kendine, yaşadığı mekâna ve içinde yaşadığı topluma gittikçe yabancılaşan ve hayalleriyle yaptığı iş arasındaki uçurumun gitgide büyüdüğü bir fotoğraf sanatçısı ile, yaşadığı kasabadan kurtulup kente adapte olmak isteyen bir gencin hikâyesidir. Koza ile başlayan serüven bu filmde noktalanmaktadır. Yönetmenin Kasaba ve Mayıs Sıkıntısı’nda kadraja alıp uzun uzun gösterdiği, evini sırtında taşıyan kaplumbağa misali, kente taşınan kahramanlar aradıklarını yine bulamamanın hüznü içerisindedirler. Yusuf üniversiteyi kazanamamış ve gemilerde iş bulmak ve böylelikle dünyayı dolaşmak arzusuyla geldiği İstanbul’da, bütün kapılar yüzüne kapanınca çaresizce çekip gitmek zorunda kalmıştır. “Tarkovsky gibi filmler yapmak” arzusunda olan fotoğraf sanatçısı reklam fotoğrafları çekerek hayata tutunmaya çabalamaktadır.
Ceylan’ın kahramanları hayata daima kötümser bakan, içlerinde taşıdıkları kötülüklere boyun eğen ve genelde iradesiz tiplerdir. Uzak’ta oyuncuların kadrajı dolduran yakın plan yüz çekimleriyle açılan ve neredeyse hiç diyalog olmadan genel planda sürüp giden uzun sekanslarla kahramanlarının hal-ü pür melalini ustalıkla perdeye yansıtmayı başaran yönetmen, Tarkovsky kadar derinlikli olmayı başaramasa da etkileyici bir görsel şölen sunmaktadır. Tarkovsky,“Hakiki sanat kişiye niçin var olduğu sorusunu sordurmalıdır.” der. Ve kuşkusuz onun filmlerinde derin bir varlık sancısı bulmak mümkündür. Ceylan da kahramanlarına tıpkı Tarkovsky gibi acılar çektirir. Ancak Ceylan’ın karakterleri iletişimsizlik, bencillik gibi basit nedenlerden ötürü acı çekerler ve bütün bunları çözebilecek iradeden yoksundurlar. Tarkovsky ile Ceylan arasında biçimsel açıdan bir ilişki kurmak mümkün olsa da bu öz açısından mümkün görünmemektedir.
İklimler Ceylan’ın filmografisinde bir kırılmaya işaret eder. Uzak’ta fevkalade bir biçimde ele aldığı iletişimsizlik sorununu bir kez daha, bir aşk ilişkisi etrafında ele almayı deneyen yönetmen, kaba bir cinselliğin bayağılığına düşmekten kendini kurtaramaz. İklimler, insana adeta bir dia gösterisi izliyormuş hissini veren durgun kareleri, kötü oyunculuk performansı ve berbat diyalogları yüzünden seyredilmesi güç bir filmdir.
Üç Maymun yönetmenin profesyonel oyuncularla çalıştığı ilk filmidir. Önceki filmlerinde başta ailesi ve kendisi olmak üzere, yakın arkadaşlarından oluşan amatör oyuncularla çalışan Ceylan, bu filmde Yavuz Bingöl ve Hatice Aslan’la çalışmıştır. Bundan da önemlisi bu filmle birlikte sinema dilinde eski filmlerine nazaran bir farklılık göze çarpmaktadır. Pek derinlikli ve etkileyici olmasa da ilk kez bir filmde hikâye anlatmayı, bir olayın peşinden gitmeyi denemektedir.
Patronunun işlediği suçu üstlenerek hapse giren Eyüp içerde dokuz ay yattıktan sonra çıkar ve karısıyla patronunun ilişki yaşadıklarını öğrenir. Ailenin zaten pek de düzenli gitmeyen hayatı bu olayla sarsılır. Film boyunca herkes bir diğerinin hatasını sineye çekmektedir. Film boyunca kötücül bir yaklaşım etkisini sürdürmektedir. Filmdeki bütün karakterlerde bir kirlenmişlik hissi vardır. Para, siyaset ve güç insanları bencilleştiren ve ruhlarını kirleten nedenler olarak gösterilir. Para için patronunun suçunu üstlenerek gerçeği örtbas eden Eyüp, patronunu öldüren oğlunu kurtarmak için patronundan aldığı parayı suçu üstlenmesi karşılığında bir başkasına teklif eder. Vicdanını biraz olsun arındırmak için de sabah namazında camiye gider. Ancak namaz kılmaz, ya da dua etmez. Sadece namaz kılanları izleyerek derin düşüncelere dalar. Ceylan bu tavrıyla, camiyi arınmanın ve vicdanın baskısından kurtulmanın metaforu olarak sıklıkla kullanan Yeşilçam sinemasına ilk kez yakın bir duruş sergiler.
Üç Maymun’da yönetmen, önceki filmlerine kıyasla daha kısa sekanslar kullanmış ve daha yoğun diyaloglara yer vermiştir. ilk filmlerinin tamamının senaryosunu kendisi yazan Ceylan, bu filmde ve son filmi Bir Zamanlar Anadoluda’da Ebru Ceylan ve Ercan Kesal’la birlikte çalışmıştır. Diyalog yazımında pek başarılı görünmeyen yönetmen, Ercan Kesal’la çalışmaya başladıktan sonra bu konuda mesafe katetmiş görünmektedir. Özellikle Bir Zamanlar Anadoluda uzun ve önceki filmlere nazaran başarılı diyaloglarıyla dikkat çekmektedir.
Bir Zamanlar Anadoluda Nuri Bilge Ceylan sinemasında konu anlatımıyla ön plana çıkan, karakterlerin yan hikâyeleriyle zenginleştirilmiş bir film olmasına karşın, görsel atraksiyon yaratma merakı yüzünden heba edilmiş izlenimi vermektedir. Bir kere filmin ilk yarısı, hiç gereği olmadığı halde bir gece yolculuğu olarak geçer. Bir cinayet işlenmiştir. Zanlılar yakalanmıştır. Suçlarını itiraf eden zanlılar, cesedi gömdükleri yeri göstereceklerdir. Akşamın ilk alacasında dar bir arazi yolunda uzaktan parlayan araba ışıklarıyla birlikte ilk sekans açılır. Filmin ilk yarısı boyunca sürecek bu arama faaliyetinde hepsi de birer anti kahraman olan film karakterlerinin ana hikâyeyi destekleyen kişisel hikayelerini öğrenme fırsatı buluruz.
Filmde savcıyı oynayan Taner Birsel muazzam bir oyunculuk gösterisi sunmaktadır. Yıllar önce karısı gizemli bir biçimde, beş ay sonra yani doğum yaptıktan sonra öleceğini söylemiş ve dediği gibi de ölmüştür. Buna bir türlü anlam veremeyen adam, o gece bu olayı çaktırmadan arkadaşının karısının başına gelmiş gibi yaparak doktora anlatır. Doktor savcıya çeşitli sorular sorarak nihayetinde bu olayın bir intihar olduğunu ortaya koyar. Savcı eşine ihanet ettiği için, eşi de onu bu yolla cezalandırmıştır. “Şu kadınlar bazen ne kadar acımasız olabiliyorlar.” diye söylenir yüzünde acılı bir tebessümle. Filmde öldürülen adamın karısının da cinayette parmağı olduğu anlaşılır filmin sonunda. Otopside doktor tarafından meselenin üstü kapatılır. Filmin ana hikâyesi de böylelikle bir kadın acımasızlığını(!) gözler önüne serer. Doktor da eşinden ayrılmıştır. O anlatmaz hikâyesini. Fakat onun da benzer şekilde yaralı olduğu sezilmektedir. Komiser filmde en çok konuşan karakterdir. Film boyunca durmadan yakınır. En çok da savcıdan yakınır. Onun da karısıyla ciddi sıkıntıları vardır. Filmde kadından çok çekmiş insanların, muhtarın evinde, gaz lambasının ışığında kendilerine çay servisi yapan muhtarın kızının güzelliği karşısında adeta büyülenmiş olmaları da insanlık durumuna dair güzel bir çelişkidir.
Filmin en can alıcı sahnesi, küçük bir su arkının öte tarafında yamaç bir tarlada ceset aranırken Arap lakaplı şoförün elma ağacının dalını silkeleyerek birkaç elmayı yere düşürdüğü sahnedir. Elmalardan biri yamaçtan yuvarlanarak su arkının içine düşer ve taşlara takılıncaya kadar bir müddet suyla birlikte sürüklenir. Ceylan bu sahneyle tüm filmlerindeki karakterlerin tıpkı yuvarlanan elma gibi kaderlerinin peşi sıra oradan oraya sürüklendiklerini anlatma çabasındadır. Filmlerinde kullandığı dil değişse de, temelde hayata karşı pasif bir duruş sergileyen karakterlerinin durumu tıpkı bu elmanın durumu gibidir.
Koza’yla başladığı sinema yolculuğunda “Tarkovsky gibi filmler yapmak” iddiası ve arzusunda olan bir yönetmen olan Nuri Bilge Ceylan, Üç Maymun ve Bir Zamanlar Anadoluda ile birlikte başka bir mecraya direksiyon kırmış gibi durmaktadır.