Ahmet Aksoy – Yusuf Üçlemesi Bir Rüya Sineması Örneği mi?
Sinema Doğulu bir sanattır. Batı’da keşfedilmesine rağmen, altyapısı Batı’ya bağımlı olmasına rağmen, en güzel örneklerini Batıda vermiş olmasına rağmen, sinema Doğulu bir sanattır.” Ahmet Uluçay’ın, beni sinema üzerine yeniden ve yeniden düşünmeye iten bu cümleleri dönüp durdu zihnimde hep, Yusuf Üçlemesi; Yumurta, Süt ve Bal’ı izlerken. Karşımda, vizörden hakikati görme sancısı çeken, tabiatın dilinden hakikati anlama ve bunu hal diliyle anlatma çabası güden bir sinemacının varlığını hissettim iliklerime kadar.
Yumurta, Süt ve Bal; Yakup’unu kaybetmiş bir Yusuf meseli. Kıssaların en güzeli Hz. Yusuf kıssasını tersinden okuma çabası. Bu kez Yusuf değil kaybolan, Yakup. Bu kez yapayalnız kalan Yakup değil, Yusuf. Yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun, sonuncusu Bal’la Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazandığı, diğerleriyle de hatırı sayılır festivallerden ödüllerle döndüğü üçlemesi. Üçlemenin ilk filmi Yumurta, Yusuf’un orta yaş dönemini, Süt, gençlik dönemini, Bal da çocukluk dönemini anlatıyor.
Sinemada üçleme yapmanın genel de şöyle bir handikapı vardır: İlk filmdeki kaliteyi ve filmin gördüğü ilgiyi, ikinci ve üçüncü filmlerde yakalamak pek mümkün değildir. Kaplanoğlu’nun üçlemesinde durum böyle değil. Son film, sinema dili ve estetiği bakımından en yetkin olanı. Yönetmen, üçlemesini kurarken zaman ve mekân kaygısı gütmemiş. Yumurta’dan Bal’a doğru hikâyeyi geriye saran yönetmen, zamanda bir geri gidiş yapmıyor. Ayrıca Yumurta ve Süt İzmir-Tire’de, Bal, Rize’de çekilmiş. Hatta hikâyenin başkahramanı Yusuf’un her üç filmde de soyadları farklı. Bu anakronik tutum, yönetmenin derdinin zaman ve mekân olmadığını gösteriyor.
Bal gerilim dolu bir sekansla açılır. Kurgusal bir atraksiyona ve müziğe ihtiyaç duymaksızın, insanın yalnızlığını ve çaresizliğini imleyen, hayatla ölüm arasındaki o ince çizgiyi gerçek zaman ritmiyle veren bir sekans. Karakovan balcılığı yapan Yakup, ormanda ağaca yerleştirdiği kovana bakmak için iple tırmanırken birden bire dal yarıya kadar kırılıverir ve yüksekte ipe asılı kalakalır. İkinci sekansta Yusuf uyumakta olan Yakup’un yanına gelir. Yakup gözlerini açar. Yusuf bu esnada takvime bakmaktadır. Yakup oku, der oğluna. Yusuf, takvimden günü, ayı ve yılı okur. Takvim sayfasında yazan bir hadisi de okur aynı zamanda. “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” Bu hadis, Yusuf’un okul hayatında ve sonrasında asla karşılaşmayacağı bir düsturu içermektedir. Hakikati daha filmin başında izleyicinin zihnine mıh gibi çakar yönetmen. Bundan sonra anlatacakları, gerçeklerle bu hakikat arasındaki derin uçurumu görmemizi istemektedir. Babası dizine oturtur oğlunu. Yusuf bir rüya gördüğünü söyler. “Rüyamda bir ağacın altındaydım, yıldızlar…” “Öyle ortalık yerde anlatma rüyanı. İstersen kulağıma fısıldayabilirsin.” diyerek sözünü keser Yakup. Yusuf babasının kulağına fısıldar rüyasını. Hz. Yusuf ve Hz. Yakup gelir birden aklımıza. Yusuf’un konuşabildiği, iletişim kurabildiği bir tek babasıdır. Freudyen psikolojinin zihnimize boca ettiği, sinemanın da bolca beslendiği “Oedipus Kompleksi”ni ters yüz eden ve Hz. Yusuf ile Hz. Yakup’un yakınlığını çağrıştıran bir ilişkidir bu.
Öğretmen sınıfta, “Okuyan var mı?” diye sorar. Bir kaç kişi el kaldırır. Yusuf da elini kaldırır ürkekçe. Öğretmen Yusuf’a söz vermez. Bir kız öğrenci, öğretmenin önüne koyduğu kitaptan “Aslan ile Fare” masalını okur. Öğretmen onu, okuduğu için yakasına kırmızı kurdela takarak ödüllendirir. Teneffüsten sonra Yusuf “Okuyabilir miyim öğretmenim?” diye sorar. Öğretmen Yusuf’a verir kitabı. Yusuf açar ve Aslan İle Fare’yi okumaya başlar. Ancak öğretmen başka bir masalı okumasını ister. Yusuf neye uğradığını şaşırır. Takvim yapraklarını okuyan Yusuf, kekelemeye başlar ve bir daha okuyamaz sınıfta. Kurdele kavanozu gün be gün boşalmaktadır. Yönetmen, Yusuf’un kavanoza uzaklığını, kavanozun arkasından çerçeveye aldığı onun kaçamak bakışlarıyla sunmaktadır.
Yusuf babasıyla bal hasadına gider ormana. Fısıltıyla konuşmaktadırlar tabiatın sesini ürkütmekten kaçınırcasına. Tabiatın dilini öğretmektedir Yakup Yusuf’una. Çiçeklerden bahseder mesela. Bir dere kenarında aniden fenalaşarak yere düşer Yakup. Bir sara krizi geçirmektedir. Dereye koşar hemen Yusuf, babasının yüzünü ıslatmak için. Birden karşı kıyıda, ağaçların arasında ürkek bir ceylan görüverir. Onca kalabalık ormanda, telaş içindeyken üstelik belli belirsiz duran ceylanı görebilmek Yusufça bakmayı gerektirir. Bu hali bir tek Yakup bilir. Yusuf okulda ilk kez şiirle tanışır. Bir Rimbaud şiiri. Şiir de bir ceylan gibi gelip kurulur Yusuf’un gönlüne.
Yakup ormana gider. Yusuf da gitmek ister fakat hemen dönmeyeceği için götürmez babası onu. Bu Yakup’un son gidişidir. Yusuf onu son kez namaz kılarken görmüştür. Sonra hasretle Yakup beklenir evde. Yusuf düş görmeye devam eder. Rüyasında ölmüş arılar düşer avucuna. Sonra Miraç Kandili. Hz. Peygamber’in İsra ve Miracı anlatılır. Namaz ve Miraç ve peşi sıra yarım kalan sekans tamamlanır, dal kırılır. Ölüm de ruhun miracı değil midir? Yusuf sınıfta okumayı en son söken öğrenci olur. Aslında yine okuyamaz ama öğretmen son kurdeleyi ona takar. Ayakları yerden kesilir Yusuf’un. Delişmen bir sevinçle eve koşarken babasının ölüm haberiyle sarsılır. Ağaçlara koşar Yusuf. Babasının kollarına sığınır gibi bir ağacın köklerine sığınır. Baştan sona aydınlık olan film bu sekansta kararır. Film boyunca yeşilin her tonunu barındıran Karadeniz’de, izleyicilere tabiatın renk cümbüşünü ve ses armonisini sunan yönetmen, karanlıkta bitirir filmini.
Süt’te Yusuf’un gençliğine tanık oluruz. Şiirler yazmaktadır Yusuf. Bir taraftan da geçimlerini sağlamak için annesiyle birlikte sütçülük yapmaktadırlar. Açılış sekansında Yusuf’un akranlarıyla olan iletişimsizliğini ve yalnızlığını hissettiren yönetmen, film sonuna değin bu hissi derinleştirmektedir. Yusuf annesi Zehra ile de konuşamaz. Zehra oğlunun kitaba ve şiire düşkünlüğünü şu sözlerle yerer: “Sabah olunca elinde bir kitap, dışarı çık; toprağa bak, gökyüzüne bak, çiçekler, böcekler…” Mutfakta iş yaparken, oğlundan beklediği yardımı göremediğinde de: “Şu daktiloyu geçiriverecem kafasına…” diye söylenir. Yusuf’un iletişim kurabildiği bir tek Kemal amcasıdır. Yusuf kuyu vurma işi yapan Kemal’e sık sık yardım eder. Kemal de tıpkı Yakup gibi tabiatın dilinden anlamakta ve Yusuf’a tabiatı dinlemeyi öğretmektedir. Yusuf Kemal amcasını namaz kılarken görür ve zihnindeki baba imgesiyle bir yakınlık kurar.
Yusuf’un şiiri ilk kez bir dergide, Düşler dergisinde yayımlanır. Kurdeleyi taktığında ne denli bir sevinç ve mutluluk yaşamışsa belki daha fazlasını şimdi yaşamaktadır. Bu gerçek anlamda okumayı ve yazmayı söktüğü andır. Dili lal olmuş Yusuf, şiirle konuşmaktadır artık. Kendisi de şiirden gelen yönetmen, Düşler’den, Şiir Atı’ndan, Haydar Ergülen’den bahis açar.
Sonra, askerlik muayenesinden aldığı çürük raporu nedeniyle yaşadığı ruhsal çöküntü, annesinin istasyon şefiyle kurduğu duygusal yakınlığı fark etmesiyle daha da katmerlenir ve pek de yakın olmadığı annesinden bütünüyle kopar Yusuf. Madende çalışmaya başlar. Kendisi gibi şiir yazan ve abi diye hitap ettiği bir maden işçisine, burada çalışmaya mecbur falan değilsin, diye öğüt verirken önceleri, şimdi kendini buna mecbur hissetmesi, kaderin bir cilvesidir. Ve film tıpkı Bal’da olduğu gibi Yusuf’un maden sahasında karanlıklar içindeki yalnızlığını göstererek son bulur. Yakup’un gidişiyle başlayan yalnızlık ve karanlık Yusuf’u hangi derin kuyulara itecektir?
Üçlemenin ilk filmi Yumurta’da hikâyenin sonuna, Yusuf’un olgunluk çağına tanıklık ederiz. Yusuf, ilk şiir kitabı yayımlamış ve kitabına ödül verilmiş bir şairdir. İstanbul’da bir sahaf dükkânı işletmektedir. Kitabı ödül kazanmasına karşın beklediği ilgiyi yeteri kadar göremeyen Yusuf, artık şiir yazamaz hale gelmiştir. Bir akşam ansızın, annesinin ölüm haberini alır ve Tire’ye döner. Yıllar önce ayrıldığı memleketine ilk dönüşüdür bu. Annesinin cenaze işlerini tamamladıktan sonra, İstanbul’a dönmektir niyeti. Evde uzaktan akrabaları Ayla ile karşılaşır. Ayla üniversiteye hazırlanan bir genç kız. Öksüz ve yetim. Zehra annenin Yusuf gittikten sonra can yoldaşı. Ayla, Zehra annenin bir adağı olduğunu ve onu yerine getirmesi gerektiğini söyler Yusuf’a. Yusuf pek de gönüllü değildir bu işe. Veraset işlemlerini halletmek için avukatla görüşmeye gittiğinde, iş hanında urgan ören bir adamı seyre dalar. Birdenbire babası gelir aklına. Çünkü babasının arkadaşı Hüseyin de aynı işi yapmaktaydı eskiden ve babası ağaçlara tırmanmak için kullandığı urganları ondan satın almaktaydı. Bir anda yere yığılır Yusuf, tıpkı babası gibi o da sara krizi geçirmektedir. Veraset işlemleri uzayınca ayrılamaz Tire’den. Rüyasında kendini bir kuyuda görür. Gençliğinde Kemal amcasıyla birlikte yaptıkları ve artık suyu çekilmiş bir kuyudur bu. Çıkmak ister kuyudan, yardım çağırır ama bir türlü çıkamaz. Rüya ve kuyu imgeleri, sinemasal anlamda, simgesel çağrışımlarla aşkın bir yol açma çabasını gözler önüne sermektedir. Zorunlu olarak Tire’de geçirdiği süre Yusuf’un annesini daha yakından tanımasına fırsat verecektir. Annesi, oğlunun gazetelerde çıkan haberlerini kesip saklamış, şiir kitabını çaktırmadan Yusuf’un adıyla onun arkadaşlarına hediye etmiş, Ayla’ya Yusuf göndermiş gibi hediyeler almıştır. Yusuf annesiyle bağını tamamen kopardığı halde, o oğlundan hiç ayrılmamıştır. Zehra anne, geçmişiyle de bağını hiç koparmayan bir kadındır. Ölen bütün yakınları için saksıya bir çiçek dikmiş, onların adlarını çiçeklere vermiş ve ölünceye kadar onlarla sohbet etmiş ve dertleşmiştir.
Yusuf sonunda adağı yerine getirmeye razı olur. Ayla’yla birlikte adaklık koç almak için yola çıkarlar. Ancak gittikleri çiftlikte sürünün otlağa gittiğini ve ertesi gün döneceğini öğrenirler. Ayla yolda Zehra annenin kendisini Gölcük’e götürmeyi çok istediğini ancak, Yusuf gelsin beraber gidelim, diyerek bu yolculuğu hep ertelediğini söyler. Yusuf yıllarca annesi tarafından beklenildiğini anlar böylece ve Ayla’ya Gölcük’e gitmeyi teklif eder. Bu yolculuk ilk kez birbirlerine yakınlık duymalarını sağlar. Dönüşte adak yerine getirilir. Yusuf İstanbul’a gitmek üzere yola çıkar. Akşam olmak üzeredir. Arabasını kenara çeker ve son kez araziye inerek ufukta güneşin batışını seyre koyulur. Tam hava kararmak üzereyken bir çoban köpeği gelip Yusuf’u yere serer. Öylece başında bekler, sabaha kadar hiç ayrılmadan. Yusuf çaresizce beklerken uyuyakalır. Sabahın ilk ışıklarıyla uyandığında köpeğin artık gitmiş olduğunu görür. Eve döner Yusuf. Ayla’nın da Yusuf’un da gözlerinden, o an orada birlikte bulunuyor olmanın pırıltısı okunmaktadır. Gitmek üzereyken Yusuf, yolundan bir kez daha kaderin cilvesiyle dönmüştür. Bu mutlu final, Hz. Yusuf’un ailesine yeniden kavuşma anını çağrıştırmaktadır. Üçlemenin aydınlıkta biten tek filminin Yumurta olması da bundandır.
“Bilincimizle hakikat arasındaki ilişkiyi tanımlayan denklem.” diye tanımlıyor Tarkovsky görüntüyü. Ve şöyle devam ediyor: “Görüntü, bizim gözlerimizle bakmamıza izin verilen, hakikatten bir izlenimdir.” Bunun için bakmasını ve görmesini bilmek gerekir. “Düşü gören ve onu tabir etme yetisine sahip olan” biri olarak yönetmenin, hakikati imleyen görüntüler dizgesi sunması ve bizim onu algılamamızı ve anlamamızı sağlayacak sahih bir yol açmasına ihtiyaç var. Kurgusal atraksiyonların ve dramatik etkinin boyutunu alabildiğine derinleştiren müziğin arkasına sığınarak sinema yapan, “sinemayı bir eğlence ve uyuşturma aracı” olarak gören yönetmenlerin aksine, gerçek zamanın ritmiyle, “rüya örüntüsü, mecaz ve istiareler yoluyla” bir sinema dili kurmanın sancısını çeken yönetmenlere ihtiyacımız var. Hakiki manada, sinemanın Doğulu bir sanat olduğunu söyleyen Ahmet Uluçay’ın kastettiği şey de bu olmalı diye düşünüyorum. Referansları Hz. Süleyman’la Belkıs kıssasına kadar dayandırılan, görüntünün nakli meselesinde, hikmete mebni bir yol olmalı.
Kaplanoğlu, kutsalla bağımızın koptuğundan yakınıyor. Bu bağı yeniden kurmadan gerçek anlamda saadetin mümkün olmadığını vurguluyor. Yusuf Üçlemesi bu bağı kurmanın yollarını arama çabasını içeriyor kuşkusuz. Sadık Yalsızuçanlar’ın en yetkin referanslarını Tarkovsky’de bulduğu, hikmeti imleyen bir yakaza hali gibi düşündüğü rüya sinemasının ipuçlarını bu filmlerde de bulmak mümkün belki de. Reha Erdem’in A Ay filminde benzeri çağrışımları yakalayan ve bundan pek bir mutluluk duyan Ayşe Şasa, Yusuf Üçlemesi hakkında neler düşünmekte acaba?
Kaynakça:
– Düş, Gerçeklik ve Sinema, S . Yalsızuçanlar, A. Şasa, İ . Kabil. İz Yayıncılık , İst. 1997
– Mühürenmiş Zaman , A. Tarkovsky. Afa Sinema , İst. 1992