Ahmet Gök – Ağaçlar ve Merzuk Cinayeti
Abdurrahman Munif, 1933 Amman doğumlu; 20. yy. Arap romancıları arasında Necip Mahfuz’la beraber ismi çokça zikredilen yazarlardan birisi. Batıda çok daha erken keşfedilmiş olan yazar, diğer birçok dünya yazarı gibi Türkçeye de geç girdi. Ağaçlar ve Merzuk Cinayeti başlığıyla yayınlanan Munif’in bu eseri yazarın ilk romanı. Hukuk alanında lisans eğitimini ve Petrol konulu lisan üstü çalışması ile doktor unvanı almaya hak kazanmış, Baas Partisinde de aktif siyasete katılmış olan Abdurrahman Munif; Mısır, Irak, Suriye, Ürdün ve Suud gibi ülkelerde uzun süre ikamet etmiş ve bu coğrafyadaki insanların yaşadığı sorunlara kendi gözüyle şahit olmuştur. Teorik bilgisi ve pratikteki tecrübesi seksenli yılların sonunda bitirdiği başyapıtı, beş ciltlik Mudunu’l-Milh beşlemesinde görülmüştür yazarın. Roman yazmaya kırk gibi geç kabul edilebilecek bir yaşta başlayan Munif bu birikimini; sahip olduğu eğitim, siyaset, zaman ve mekân avantajı ile birleştirince, ilk romanlarda genellikle çok fazla tesadüf edilmeyen bir başarıya ulaştığını görüyoruz.
Roman biri orta yaşlı, taşralı ve eğitimsiz İlyas Nahle ile diğeri genç, şehirli ve eğitimli olan Mansur Abdüsselam üzerine kurulur. Mansur, mübdii Abdurrahman Munif gibi Avrupa’da eğitim görmüş, sol görüşlü, siyasi düşünceleri sebebiyle hapse girmiş, fişlenmiş bir karakterdir. Bu süreçte üniversite hocalığı görevi de elinden alınmıştır. Gittikçe kapana sıkışan Mansur için son umut Fransa’daki bir arkeoloji heyetinden aldığı mütercimlik işi teklifi kalmıştır. Arap aydınının mevcut kimlik sorunları ve batı dünyasına karşı yaşadığı aşağılık duygusu Mansur karakteri üzerinden verilir. Haksızlığa uğramış olan kahramanını salt bir savunu içine girmez Abdurrahman Munif. Mesafeyle yaklaşır ona. Romanın bir diğer ana kahramanı olan İlyas Nahle’ye karşı ise daha yakın görünür yazar. İlyas karakteri ülkesinin tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişi ile yaşanan sancılı sürecin bir metaforu gibi çıkar karşımıza. Sömürgeci devletlerin aşırı hammadde ihtiyacından dolayı sebze ve meyve tarlalarının, ağaçların, bağ ve bahçelerin yerini hızla pamuk tarlaları almaktadır. Babasından kendisine tevarüs eden doğa sevgisi sebebiyle bu yıkım bir trajediye dönüşmektedir kahramanın gözünde. Kişisel hırsı yüzünden kendi bahçesini de bu hızlı değişimde kurban verir. Bir anlamda varoluş sebebi olan tabiat elinden alınmış/kaçırmış ve ardı arkası kesilmeyen iş arama macerası başlamıştır İlyas için.
İşte tam da burada; bir heyula gibi üstüne çöken memleketinden kaçıp Avrupa’ya gitmek üzere olan Mansur Abdüsselam ile sayısız iş macerasına giren ve en son uğrak olarak kaçakçılıkta karar kılan İlyas Nahle’nin bir tren kompartımanında tanışmalarıyla başlar. Birkaç saat sürecek olan bu tren yolculuğunda hayat hakkında kesin ve doğru bilgilere sahip olduğunu düşünen Mansur Abdüsselam, köylü ve eğitimsiz olan İlyas Nahle‘nin hayat hikâyesini dinledikçe kendisini sorgulamaya başlar. Bu taşralı kahramanın zorluklar karşısında kaybetmediği özgüven duygusuna, hayata karşı sahip olduğu dirence ve eğitimsizliğine rağmen birey ve toplum adına yaptığı çıkarımlara hayran kalır. İlyas’ın muhatap kaldığı büyük sorunlar adeta gücünü artırmıştır. Romanın birinci bölümü, İlyas’ın kaçak eşyaları satmak üzere sınırda trenden inmesiyle sona erer.
Mansur, vatanını terk etmenin verdiği vicdan azabı duygusu ve İlyas’ın da ayrılmasıyla beraber büyük bir yalnızlık duygusuna kapılır. Bu tuhaf yol arkadaşıyla geçirdiği iki üç saat, otuz beş yıllık ömrünün muhasebesini yapmaya sevk eder kendisini. Bir anlamda varlık sebebi olan, uğruna hapse girdiği, işkence gördüğü, savaşa katıldığı memleketini bırakıp gitmek konusunda gelgitli düşüncelere kapılır. Romanın ikinci bölümünün neredeyse tamamı Mansur’un içi konuşmalarıyla geçer. Kahramanın çocukluğu, ilk gençlik yılları, babasız büyümesi, kadınlarla olan dengesiz ilişkileri romanın bu bölümünde uzun uzun anlatılır. Okuyucuyu sıkmak istemeyen Munif, Mansur’un Avrupa tecrübesini romanın sonuna eklediği günlük aracılığıyla verir. Ne olduğunu tam olarak bilmediği bir Doğu-Batı sentezine inanan Mansur Abdüsselam’ın aksine yazar Abdurrahman Munif negatif bir tablo çizmiştir kahramanına. Mansur Avrupa’da altı ayı tamamlamadan bir hayal kırıklığına uğramıştır. Batılı insanın kendini beğenmişliği, ötekine karşı sahip olduğu duyarsızlığı, duygusuzluğu sebep olmuştur bu hayal kırıklığına. Mansur, beraber birçok faaliyetlerde bulunduğu yakın arkadaşı Merzuk’un öldürülüşü haberiyle yavaş yavaş kaybettiği akıl sağlığı iyice bozulur ve aynadaki suretine ateş etmesinin ardından akıl hastanesine kaldırılır.
Bu trajik son başından itibaren içinde çok fazla ışık barındırmayan bir roman için çok şaşırtıcı değildir aslında. 19. Yüzyıldan itibaren bölge coğrafyasında dengelerin güç değiştirmesi ile beraber batılı devletlerce başlatılan ve günümüze kadar devam eden sistematik sömürü düzeni romanın temel konularından birini teşkil eder. Birinci Dünya savaşı öncesi, İki dünya savaşı arası ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan, hüsrandır Araplar için. 1948’de kurulan İsrail Devleti, Arap-İsrail savaşlarının sonuçları, başkahraman Mansur Abdüsselam’ın ağzından şu kelimelerin dökülmesine sebep olur:
“Bir kez yenilmemizi anlıyorum. Yüz kez yenilmemizi anlıyorum. Ama anlamadığım bir şey var, o da yenilgimizi zafer saymamız” (s. 282).
Sahip olduklarıyla değil ama kaybettikleriyle birbirine çok benzeyen bu iki kahramanın hikâyesi taşralı ve şehirli Arap yığınlarının gerçekçi bir tezahürü gibidir. İyi veya kötü pek çok insan portresine zaman zaman yer verilir romanda. Arap toplumunun geçtiğimiz yüzyıldaki bilinçaltı, ifşa edilmeden sezdirilir okuyucuya. Buna mukabil Ağaçlar ve Merzuk Cinayeti eseri ile Abdurrahman Munif’in, roman sanatının hayata ayna olma özelliğini genel anlamda kullandığını söyleyebiliriz.