Ahmet Sarı İle…
Yaşamak ve Yazmak Üzerine…
Hazırlayan: Cemile Akyıldız Ercan
“… İnsanlar vardır dışa açıktırlar ve yazmayı hiç sevmezler, çünkü enerjilerini konuşarak zaten tüketirler. İnsanlar da vardır içe kapanıktırlar ve sosyal olmamanın belki de acısını kendi içini kanırtarak ve onu da yazıya geçme yoluyla denerler… Huzuru ve sessizliği seven birisi elbette kendi içine döner. Bu bağlamda kendi içini deşmek ve bir anlamda sağaltımını da sağlamak için yazılır yazı.”
Kimdir Ahmet Sarı? Bize Ahmet Sarı olarak Ahmet Sarı hakkında neler söyleyebilirsiniz? Nelerden hoşlanır, nelerden nefret eder ve hayatta olmazsa olmazları nelerdir?
Ahmet Sarı hakkında yine Ahmet Sarı olarak bir şeyler söylemek elbette kolay değildir. İnsan kendisi hakkında bir şeyler söylemeye başladığında hep iyi şeyler söylemek ister. İçte saklı nergis düşüncesi gereği. Ben kendi hakkımda öyle cafcaflı şeyler söylemeyeceğim. Ahmet Sarı kitap okumayı sever. Müzik dinlemeyi sever. Film izlemeyi sever. Yalnızlığı ve sessizliği sever. Elbette yaşamayı sever, demem gerekirdi. Sarı, dertsiz tasasız yaşamayı sever de denebilir buna. Sanatçı olmaya teşne insanlara hele de müzisyenlere “Müzikle ilginiz nedir?” tarzında sorulara onların “Ta çocuklukta banyoda elimde tarağı, fırçayı tutardım ve şarkı söylerdim” tarzında klasik cevaplarını vermeyeceğim. Elbette okumayı sevmemin, Almanya’da doğmamla ve orada okula gitmemle bağlantısı var. Alman ekolü okumayı isteyen ve bunu gerçekten arzu eden çocuklara okuma adabını veriyor. Ben de Almanya’da okumayı sevdim. Daha sonra demek ki yalnız kalmanın, bir kirpi gibi içe dönmenin getirdiği o keyif olsa gerek, ilkin kendi kendinizle konuşma ondan sonra da “yahu şu kendimle konuşmalarımı bir kaleme alayım” demeye ve yazmaya başlıyorsunuz. Sevdiğim şeyleri az çok yukarıda dillendirdim. Sevmediğim şeylerse bunlarla bağlantılı olan her şey. Beni fazla çalışmaya iten ne varsa, sessizlikse sessizlikten, okumaksa okumaktan, müzik dinlemekse müzik dinlemekten, film izlemekse ondan uzaklaştıran her ne varsa kavi düşmanımdır. Olmazsa olmazım ise elbette yazı için gerekli tüm donanımlarımın bulunduğu, beni rahatlatacak bir ana rahmi olan “evim, evim, güzel evim.”
Nerede doğdunuz? Ahmet Sarı İlkokul-ortaokul ve liseyi nerede okudu? Çocukluğunuz hakkında bir şeyler öğrenebilir miyiz? Çocukluğunuzda neler yapmaktan hoşlanırdınız?
Ben 07.09.1970 yılında Almanya’nın Düsseldorf şehrinde doğmuşum. Almanlar için bir Kümmeltürke (Pis Türk), Türkiye’de yaşamış ve hiç yurtdışına çıkmamış biri için de “Alamancı” olduğum söylenebilir. Bunun cefasını her iki kültürde de çok çektik. Bununla ilgili medyatik olarak da, ister edebiyatta, ister sinemada, ister politik alanda çokça şeyler yazıldı, çizildi. Düsseldorf’ta İlkokulu (Grundschule Benrath), ortaokulu ve lisenin bir bölümünü (Realschule in der Lohe) okuduktan sonra 1984 yılında Almanya’dan Erzurum’a kesin dönüş yaptık. Türkiye’ye Erzurum’a kesin dönüş yapmadan Almanya’da geçirdiğim on dört yıl elbette en azından benim için güzel yıllardı. Bir fakirlik çekmedim. Annem babam çalışıyordu, babamı zar zor görebiliyordum. Okula üç aktarmayla gidiyordum. Çocukluğumda zorlu biriymişim. Hayta, hırçın, yerinde durmayan ve enerjik biri. BMX bisikletiyle sabah evden çıkan, Türk arkadaşlarımla nerdeyse bir çete üyesi edasınca bir yığın heyecanlı işlere katılarak akşam eve dönerdim. Futbol oynamayı seven, hatta Almanya’da “Sportring Eller” adlı bir kulüpte düzenli futbol oynayan, boş vakitlerinde haylazlık yapan bir çocuk düşünün. İşte o bendim. Bruce Lee ve Romero’nun zombi filmlerini izlemeyi, nançaku çevirmeyi, annem yüzünden Ferdi Tayfur ve Kadir İnanır filmlerini seyretmeyi, top oynamayı, yüzme havuzlarına gitmeyi ve yüzmeyi, dengesiz beslenmeyi seven biriydim.
Üniversiteye giriş süreciniz nasıl oldu ve o dönemin toplumsal panoraması hakkında neler söyleyebilirsiniz? O zamanlar kitaplar ile aranız nasıldı?
Kesin dönüş yaptıktan sonra 1984 yılında Narman Lisesi’ne başladım. Üç sene orada okuduktan sonra Almancam da olduğundan ÖSS ve ÖYS sınavına girerek Fen-Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünü kazandım. Daha önce bir senelik Eğitim Fakültesi deneyimim olduğundan üniversitede pek zorlanmadım. Üniversiteye başladığım yıl yani 1989 yılında, şimdi bir dizi olarak da yayınlanan “Seksenli Yıllarda” gerçekleşen her şey vardı. Politika yine gündelik hayatı belirlerdi. İnsanlar konuşmayı severdi. Fraksiyonlar elbette vardı ama 80’li yılların başında olduğu kadar keskin ve kötücül değildi. Batı felsefesinden ve Doğu kültüründen çeviriler yapma modası yeniden başlamıştı. Kitaplarla aram her zaman iyiydi. Okumayı sevdiğimden üniversite yıllarında bu okuma hızını iyice artırmıştım. Okuma açlığım yeni yeni basılmaya başlanan Cemil Meriç’in sosyolojik metinlerinden Alman klasiklerine kadar her tür kitabı kapsıyordu. Edebiyat kuramı, felsefi metinler, postmodern metinler yenilerde çevriliyordu o dönemlerde Lyotard’ın “Postmodern Durum”u adlı kitabı, Jameson’un metinleri vs. hepsi sistematik okunuyordu.
Üniversite yıllarında sizi etkileyen olaylar hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Benim üniversite yıllarımda fraksiyonel keskinliklerin olmadığını daha önceki soruda dillendirdim. Elbette ideolojik ayrımlar ve fraksiyonel farklılıklardan ötürü arada sırada okulda dövüşler gerçekleşirdi, fakat bunlar çok şükür ölümlere varmazdı. İdeolojilerin, kuramsal kitapların yeni yeni çevrildiği dönemlerdi. Ali Şeriati metinlerinin, Seyyid Kutup’ların; Marx’ın, Engels’in daha sonraları Louis Althusser metinlerinin çevrileceği dönemlere hızlı bir şekilde giriliyordu. Çoğulcu okumalar, demokratik sürece geçişler hızlı yol alıyordu.
Akademik süreciniz nasıl başladı ve sizi böyle bir sürece sürükleyen etmen nedir?
O dönem Türkiye şartlarına bakınca hele de öğrenciyken aklınıza ilk olarak bir asistan olmak, uzman olmak geliyordu. Kitaplarla haşır neşir olduğunuzdan dolayı Türkiye’de başka işler yapmak yerine (tarlada çalışmak, ağır işler yapmak) kitap okuyarak para kazanmak akla en yatkın bir çalışma türüydü. Daha birinci sınıftayken bölümde asistan olmak istemiştim. En azından geleceğe dair hayallerimde bu vardı. Mezun olduğumda da, master yaptıktan sonra Yılmaz Özbek hocamın da katkılarıyla Sosyal Bilimler Enstitüsü asistanı olarak bölümde çalışmaya başladım.
Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde akademisyen olarak başladığınız yıllarda Türkiye’deki Germanistik’in bize panoramasını çizebilir misiniz?
Başladığım yıllarda Germanistik camiada yine birkaç isim ön planda sayılırdı. Gürsel Aytaç hoca, Şara Sayın hoca ve daha nice hocalar bu camiada eser üretmeye devam etmekteydiler. Yılmaz Özbek hocamın da bu dönemlerde camiamızda büyük bir karizması vardı. Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü olarak “nerdeyse tek başına” Erzurum’da bir sempozyum gerçekleştirmişti. Elbette bunda diğer hocalarımızın da katkılarını unutmamak lazım. Seksenli yıllarda sanırım şimdi emekli olan çoğu iyi Germanistler çalışmalarına devam etmekteydiler. Birinci nesil Germanistler yaptıkları çalışmalarla, sempozyumlarla Germanistik alanını belirlemeye ve bu disiplini kalkındırmaya çalışmaktaydılar.
O dönemlerde özellikle doğuda akademisyen olmanın zorlukları nelerdi?
Ben asistan olduğumda sene 1994-1995 yıllarıydı. Internet henüz daha yeni gelişmeye başlamış, tabii şimdiye göre Macintosh marka hantal bir bilgisayarla akademisyenler tezlerini yazmaktaydılar. İnternette erişim de şimdiki gibi hızlı ve az da olsun güvenilir değildi. Taşrada akademisyen olmanın sıkıntısı, sizi hor gören, doğulu sayan, taşralı addeden batılı Germanistlerin ön yargılarıyla ölçülebilirdi. Ağzınızla kuş tutsanız konumunuz gereği doğuluydunuz ve bu önyargıyı kırmak oldukça güçtü.
Sizin akademisyenliğe başladığınız dönem ile şimdiki dönemi bize kısaca karşılaştırabilir misiniz?
Bunu az çok yukarıdaki sorularda cevapladım. Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümü olarak en azından bu hususta tevazuya gerek yok; bizler şimdi Türkiye’nin en iyi Germanistik bölümlerinden biri haline geldik. Eskiden taşra meselesi varken, birileri sizi taşralı olarak addederken şimdi o kavram zamanla eridi. Bölümümüz hem eleman sayısı hem de çalışmalarıyla birlikte Türkiye’nin en doğurgan kadrosu haline aldı. Bu da Batıda ister istemez bizlere saygı duymalarını gerekli kıldı.
Neden çalışmalarınızda Avusturya edebiyatına dâhil olan Franz Kafka, Thomas Bernhard gibi yazarlara eğildiniz?
Başlangıçta Avusturya edebiyatı Alman edebiyatı ayrımı pek önemsememiştim. Alman edebiyatı kategorisinde okumalarımda bazı yazarlar yazı üslubu ile dikkatimi çekti. Sonraki araştırmalarla birlikte hakkında yazılar yazdığım, çevirilerini yaptığım bu yazarların ruh ikizlerim olduğunu anladım. Onları seviyordum ve elimden de kolay kolay bırakamıyordum. Sevdiğim için yüksek lisans çalışması olarak Bernhard’ı aldım. “Thomas Bernhard’ın Hikayelerinde Normal Dışılık“ böylece ortaya çıktı. Doktoramı gerçi şiir sanatı yani poetika alanında yapmama rağmen Kafka ile derinlikli ilgilenmem her zaman yan uğraşı olarak devam etti. Sonra Avusturya edebiyatı ayrımı dikkat çekti ve Avusturya edebiyatının Alman edebiyatına göre biraz daha yoğun, felsefi, kompleks olduğunu, hastalıklı ve sayrılıklı temalara daha fazla eğildiğini gördüm. Şizoit dilin ve şizofrenik bilincin, hastalıklı konuların beni çektiğini bildiğimden de bu edebiyattan uzaklaşmadım ve çalışmalarıma bu alanda devam ettim.
Avusturya Hükümeti size çalışmalarınızdan dolayı 2010 yılında Altın Liyakat Ödülü verdi. Bu Ödülü alırken bize duygularınızı ve düşüncelerinizi söyleyebilir misiniz?
Ödülü aldığım zaman dilimi, çok sıkıntılı bir süreçti. Doçentliğe başvurmuş ve bir türlü doçent olamazken Heidemaria Gürer adlı Avusturya Büyükelçisi’nden en azından kalbime iyi gelecek bir telefon aldım. Daha önce bütün çalışmalarımı Goethe enstitüsüne ve Avusturya Büyükelçiliği kütüphanesine göndermiştim. Büyükelçi bana Altın Liyakat Ödülü verileceğini söyleyince heyecandan doçentliğin üzüntüsünü de unuttum. Çok mutlu oldum. Büyükelçinin Erzurum’a gelmesi, bana ödülü sunması ve beni onore etmesi, Liyakat Nişanı’nı göğsüme takması, herkesin fakültede beni desteklemesi ve o resepsiyona katılması beni gururlandırdı.
Yazmaya nasıl başladınız? Yazı serüveniniz hakkında bize neler söyleyebilirsiniz? Yaratıcı yazarlık yönünüz de herkes tarafından bilinmektedir. Salkımsöğüt Yayınları tarafından Allah Ağrısı, Ahmed’e Konmaya Çalışan Bir Sineğin Arzusu, Seherde Serçenin Gördüğüdür adında üç şiir kitabı; Hece Yayınlarından Merhamet Dilercesine Gökyüzüne Bakmak, Çizgi Yayınevi tarafından da üçleme olacak Sağ Omuz Meleğimin Omzundaki Sağ Omuz Meleği,Ve Asma Yaprakları Gibi Titreyen El adında iki öykü kitabınız çıktı. Hem akademisyenlik hem de yaratıcı yazar olmanın zorlukları var mı yoksa her iki yönünüzün birbirlerini beslediğini söyleyebilir miyiz?
Benim sanırım akademisyenliğimden önce öykücülüğüm gelir. Çünkü henüz daha öğrenciyken, birinci sınıfa giderken öykülerim Yedi İklim ve Dergâh dergilerinde yayınlanıyordu. Sonra akademiye girince bilimsel çalışmalar yaratıcı yazarlığı iğdiş etti. Uzun süre yaratıcı yazarlıkla ilgili şeyler oluşturamadım. İlerde akademisyenlikte kıdemim arttıkça ve olgunlaşınca yaratıcı yazarlı yönüm daha da kendini göstermeye başladı. İlkin üç şiir kitabını sonra da öykü kitaplarını çıkarmaya başlamıştım. Şimdi parçalanmış bir beyin ve farklı iki lobda bazen akademisyenliğim ön plana çıkıp akademik maskemi takıyor ve bilimsel bir çalışma yazıyorum; bazen de hüzünlendiğim ve bilimsel iklimin soğukluğundan kaçmam gerekiyorsa o yaratıcı yazar olan Ahmet’e seslenip onu çağırıyor ve şiir, öykü, ya da deneme yazıyorum. İkisinin birbirini beslediğini söylemek benim için oldukça zor. Orhan Pamuk gibi sadece yirmi dört saat roman düşünmeyi çok isterdim.
Kitaplarınızdan bahsedelim biraz. Entelektüel üretiminizde sizi etkileyen/ etkilemiş olan gelişmeler nelerdir? Sizi yazmaya sevk eden itki nedir, ya da yazmasaydınız ne değişirdi hayatınızda?
Yazmayı elbette biraz da olsun kişiliğime borçluyum. İnsanlar vardır dışa açıktırlar ve yazmayı hiç sevmezler, çünkü enerjilerini konuşarak zaten tüketirler. İnsanlar da vardır içe kapanıktırlar ve sosyal olmamanın belki de acısını kendi içini kanırtarak ve onu da yazıya geçme yoluyla denerler. Ben ne kadar bir üniversite hocası ve sosyal alanda bir görev sahibiysem de sanki içimde yalnızlığı seven, tenha olana meyyal bir yanım var. Huzuru ve sessizliği seven birisi elbette kendi içine döner. Bu bağlamda kendi içini deşmek ve bir anlamda sağaltımını da sağlamak için yazı yazılır. Üniversite yıllarımdaki içe kapanıklığımdan belki ondan önce kültür olarak “Pis Türk-Alamancı” ikilemi yüzünden arada kalmışlığımdan kaynaklanan bir yazma dürtüsü olabilir. Yazıyı sevdim.
Şu ana kadar genellikle Ahmet Sarı’nın akademisyenlik süreciyle ilgili bilgilere değindik. Bize biraz da Ahmet Sarı Hoca’nın özel yaşantısı ve aile yaşantısıyla ilgili bilgeleri aktarabilir misiniz?
Ailem Erzurum’da değil Narman’da yaşıyor. Anne babam sağ, Allah uzun ömür versin. Üç kız kardeşim ve bir de erkek kardeşim var. En büyükleri benim. Bekârım. Çalışmaktan, sıkı çalışmaktan evlenmeye vaktim olmadı. Belki de bir anlamda evlenmeyi istemedim. İnsanlar çünkü evlendikleri vakit de en azından akademik hayatta yükselebiliyorlar. Bunu gördüm. Bu bölünmeyi demek ki arzu etmemişim. Ondan belki de korkmuşum. Bilmiyorum. Okuldan eve, evden okula bir yaşantı benimkisi. Kitap okumak, müzik dinlemek, film izlemek. Ertesi gün aynı işleri yapmaya devam etmek.
Türkiye’deki Germanistik camiası hakkında neler tecrübe edindiniz ve neler söyleyebilirsiniz?
Türkiye’de Germanistik camia artık yeni kurulduğu zamanlarda olduğu gibi amatör ve yeni değil. Disiplinler çoğaldı. Branşlar arttı. Türkiye’nin çoğu yerinde Germanistik bölümü açıldı. Sanırım öğrenciler Almanca eğitim fakülteleri yanında Alman Dili ve edebiyatı bölümlerini de artık seçiyorlar. Liselerde Almanca’ya verilen değerle birlikte bölümlerimizden mezun olan öğrenciler çoğaldıkça ve sınavlarda da öğrenciler kendi branşlarına alındıkça bölümün değeri artmaya devam edecektir.
Şu anki çalışmalarınız nelerdir?
Şu anda iki farklı kulvarda çalışma kotarıyorum. Bilimsel bağlamda “Bir Sağaltım Aygıtı Olarak Edebiyat” adında kafamda bir proje var onu yazmaya başladım. “Kafkamakine” kitabım da bitirilmeyi bekliyor. Yaratıcı yazarlık hususunda da “Korku ve Dehşet Üçlemesi”nin üçüncü halkası olan “Musa’nın Derinlerine Düşen Yutkunuş”u yazıyorum. Çeviri faaliyeti olarak da Yrd. Doç. Dr. Dursun Balkaya ile birlikte Bernhard’ın “Bir Kış Masalı” adını alacak sekize yakın kısa hikâyesini YKY’ye yetiştirmeye çalışacağız. Bizimkisi bir teklif olacak, henüz bir anlaşmışlığımız yok bakalım.