Alâattin Karaca – Yaralı Muhacir Kuşlar
“Yaralı muhacir kuş” ifadesine Tanpınar’ın günlüklerinde rastlamıştım, iki yerde. İlkinde Park Otel’e sığınmış Yahya Kemal’i gördüğünde; “Park Otel’in barında gördüğüm küçük, dar, takatsiz adımlarla ancak yürüyebilen biçare ve acınacak ihtiyar. Otelin odasındaki hasta ve büyük kuş. Muhacir kuş.” (Tanpınar’la Başbaşa, s. 158, 159) diye yazmıştı. İkincisinde bir yurt dışı görevinden döndükten sonraki hâli için; “En şahane kanat çarpmalarından sonra birdenbire yaralı muhacir kuş sığınması.” (Tanpınar’la Başbaşa, s. 278) cümlesinde. Evet bir göçmendi Yahya Kemal, evvela Üsküp’ten İstanbul’a göç eden bir ailenin çocuğu, Osmanlı’ya, payitahta sığınmış bir Müslüman muhacir! Hep bu ‘muhacirlik duygusu’yla dört eliyle sarıldı, evine, yani vatanına, İstanbul’a… Ama bir evi, bir ailesi, bir çocuğu olmadı. Şiirlerinde hep bu muhacirlik duygularının izleri vardır. Son günlerini Park Otel’in tenha odasında, yalnız ve sessizce Boğaz’a bakarak geçirdi. O bakımdan, evsizliği en derin biçimde yaşamış şair kimdir, diye sorulsa, neden bilmem, ömrünün sonlarını, Park Otel’in 165 numaralı odasında, yalnız, mahzun ve tarifsiz kederler içinde, karyolasının ortasına oturup, pencereden Boğaz’a bakarak geçiren Yahya Kemal geliyor aklıma. Köksüzlük derin bir yaradır insanda, evsizlik de bir köksüzlük olsa gerek, sürekli bir göç duygusu içinde yaşamak demektir herhâlde!… Evi olmayanın mazisi yarımdır bence. 1884’te Üsküp’te, İshakiye Mahallesi’nde, Âdile Hanım’ın konağında hayata gözlerini açan muhacir kuş, yıllar sonra hayata gözlerini İstanbul’da imparatorluğun yıkılan harabeleri arasında, Park Otel’in bir odasında kimsesiz biçimde kapayacağını bilemezdi elbet. Onun hayatında ilk göç, Üsküp’ten Selanik’e “trene göz yaşları içinde binerek…” taşınmayla başlar. Selanik’te denize nazır güzel bir ev, evin önü sofalı bir odasında hasta yatan bir anne… Sonra 1899’da Üsküp’e tekrar dönüş. Üst katta yazlık oda şaire tahsis edilmiştir. O odayı kendine göre düzenler genç şair, minderin köşesine annesinden kalan ceviz boyalı çekmeceyi yerleştirir, bir yanda yer yatağı, şeftali resimli şal yorganı… 1902’de bu kez payitahta gelir Yahya Kemal tahsil için. Muhacir kuşun Dersaadet’e ilk adım atışı. 1902 kışını Sarıyer’de İbrahim Bey’in köşkünde geçirir. Bu köşk, Sarıyer deresinin kenarında, köyün bittiği yerde, “ahşap, kerestesi kararmış, yıkılmaya meyyâl, bir kapı yığını[dır].”, alt katı selamlık, üst katı harem. Sonra Paris’e firar… Yani yine göçmenlik… Ama yine İstanbul’a dönüş.. Ne diyordu Tanpınar: “Elbette gelecektin Kemal Bey!”… Muhacir kuş, döner dolaşır, bir “marifetmiş gibi” yine İstanbul’a gelir. Ve son uçuş.. Muhacir kuşun son uçuşu Park Otel’in bir odasında olur… Evsiz Yahya Kemal, yalnız ve belki de bir ev, bir aile özlemiyle bir otel köşesinden Boğaz’a açılan bir “Sessiz Gemi”yle son yolculuğuna uğurlanır.
Yalnız şair, önce 1930’lu yıllarda, sonra 1941- 46 yıllarında, ardından 1950’li yıllardan ölümüne değin Park Otel’in bir odasında yaşamıştır. Nasıldı bu otel odası, evsiz şair günlük hayatını nasıl geçirirdi? Sermet Sami Uysal, bu odayı şöyle tasvir ediyor: Kapıdan içeri girince hemen solda banyo ve tuvalet. Onun beri yanında bir gardrob. Gardrobun üstünde dağınık bavullar… Bavulun üstünde kitaplar, gazeteler, pasta kutuları… Odanın ortasında bir büyük karyola. Ufacık bir masa, masada birinci sigarası paketleri, kibrit kutuları, paslı çakı, kalemler ve bir cep saati… Karyolanın baş ucundaki komodinde telefon ve boş maden suyu şişeleri. Orta gözde doktor reçeteleri, ilaçlar.. Sağ köşedeki yuvarlak masada bir radyo. Tuvalet masası. Üzerinde bir sürü kolonya şişeleri, fırçalar… Dağınık, bakımsız, kederli bir otel odası! Ama odanın manzarası muhteşem. Sağ yanda Sarıyer bütün ihtişamıyla gözlerinizin önünde. Ve ileride bütün görkemiyle Marmara, hayal şehir Üsküdar!..
Sessiz oda, çocuk seslerinin çınlamadığı bir mekân ve içinde Balkanlardan göçüp gelmiş bir yaralı kuş gibi Yahya Kemal! Bu yalnız otel köşesinde, kim bilir neler düşündü evsizliğine, ailesizliğine ilişkin… Dağınık kitaplar, gazeteler ve bavullar arasında, yer yer derin ıstıraplara gark olsa gerek! Her sabah 6.30’da uyanırmış, kahvaltısını yapar, ardından edebiyat dergilerini gazeteleri okurmuş. Saat 9.00’da yatağından kalkıp traş olur, eski kahverengi robdeşambrı ile dolaşırmış yapayalnız şair odasında. Saat 11’e kadar yatağının üzerinde şiir yazmakla meşgul olur, öğle yemeği için genellikle Abdullah Efendi’nin lokantasına gider, bir tavuk, üç porsiyon pilav yermiş. Sonra 13.30’da odasına dönüş, öğle uykusu… Akşam yemeğini genellikle odasında yermiş. Radyodan Münir Nurettin veya Safiye Ayla’nın okuduğu şarkılar. Bir küçük rakı. “O ‘sahibinin sesi’ gramofonlarda çalınan” yalnızlığın incecik melankolileri içinde yaşadı bir otel odasına sığınmış yaralı muhacir kuş… İstanbul, onun eviydi, Osmanlı mülkü onun barınağı… Ama bir Ramazan günü Atik Valde’den inen sokakta nasıl, mahzun, tek başına kaldıysa, bir evin sıcaklığından ve neşesinden uzak, bir eve özlemle yaşadı Yahya Kemal. Sonra, öğrencisi Ahmet Hamdi Tanpınar. O da hocasıyla aynı kaderi paylaştı denebilir. Evi olsa da, derbeder, yalnızlığın derin ıstıraplarıyla çırpınan Ahmet Hamdi Tanpınar. Onun da son günleri, Narmanlı Yurdu’nun dağınık bir odasında geçti bilindiği üzere. Ömrünün başlangıcında mesut günler yaşar Tanpınar, bir ev sıcaklığı yüzüne vurur bu göçmen çocuğun! Kerkük’teki evlerinin izleri yansımış ilkin anılarına. İlk ev, Kerkük’te bir sayfiye yerinin ucunda âdeta bir berhane. Bu evde onlardan önce Halide Nusret Zorlutuna’nın babası Avnullah Kazımî Bey de oturmuştur. Bu evin selamlık tarafında 10-12 yer odası, üst katta bir ayvanhane, bir divanhane ve harem odaları bulunuyor. Baba, anne, büyükanne, kız kardeş, uşaklar, hizmetçiler… Yunus ilahileriyle dolu sıcak bir konak. Sonra selamlık bahçesindeki büyük karadut ağacı. Yine Kerkük, ikinci ev. Çarşıya, hükumet konağına daha yakın, kış için daha uygun. Haremlik, selamlık, yüksek ve sağlam duvarlı ev. Ortada bir bahçe, bahçede bir havuz, aydınlık bir şark evi. Havuzun başında büyük bir nar ağacı… Şimdi artık hayallerde kalmış aydınlık, bahçeli, havuzlu şark evlerinden biri. Tanpınar; “ Farkında olmadan birçok hikâyelerime, bu havuz ve nar ağacı girmiştir.” diyor. Abdullah Efendinin Rüyaları’ndaki “Evin Sahibi” adlı öyküde de bu evin izleri görülecektir. Şairin evinin gölgesi, yıllar sonra eserlerine yansıyor. Kerkük’teki üçüncü ev: Büyük, geniş bahçesinde bir sürü portakal ve limon ağacı, bir de büyük zeytin ağacı vardır. Ama sonra… Sonra bütün bu mesut çocukluk günleri, büyük ve aydınlık şark evleri, o evlerdeki sıcaklık, havuzlu bahçeler, çocuk gülüşleri, sarılışlar biter… Tanpınar da kiralık evlerde, yurt odalarında, çocuk ve kadın sesinden ayrı, yalnız ve derbeder bir hayat yaşamaya başlar. Ve tüm hayatı boyunca bu ışıklı evleri, o evlerdeki sıcaklığı, neşeyi, muhabbeti, sesleri arar. Günlükleri’nde bu derin acıyı ve ev özlemini; “Ev ışığı daima bana tesir etmiş, daima bir mıknatıs gibi beni çekmişti. Çocukluğumda, gençlik yıllarımda bu intime poesie’yi tadarken, bir gün evsiz kalacağımı, evsiz ihtiyarlayacağımı hiç aklıma getirmemiştim.” diyerek anlatır. Bu ışıklı evlerden sonra, dağınık odalar, loş evler, yalnızlık. Bir başka yerde evsiz ve ailesiz geçen hayatını, bir eve ve aileye duyduğu derin özlemi şöyle dile getirmiş: “Bir de sefalet manzaraları. Kendimi son zamanlarda iyi döşenmiş bir odada veya bir binada hiç görmedim. Kalabalık ve sefalet. Her şey lime lime.”. Sonra başka bir yerde, “Keşke evlenmiş olsaydım.” diye ıstırapla hayıflanır ve ekler: “Bir oğlum olsaydı, iki dil, felsefe, rıyaziye öğretseydim.” Ne derin acı! Tıpkı Yahya Kemal gibi. Bir başka bölümde, yalnızlığını, evsizliğini; “… masamın bir ucundayım. Karşımda küçük kahve iskemlesinin üstünde bakır cigara tablası parlıyor. Cigara tablam, kahve fincanım, romanın müsveddeleri önümde. (…) Yalnızım, bütün dünyam benden uzakta ve içimde. (…) Kim anlar şu andaki boşluğumu ve doluluğumu.” Derin bir yaradır bu. Kimi zaman kaçar bu yalnız ve sessiz evden, yurt odasından. Geceleri arkadaşlarının evine sığınır, Hilmi Ziyalara, Sabahattin Eyuboğullarına…
Ev, onun için yalnızca biyolojik varlığının bir sığınağıydı eminim. Mecburî bir sığınış. Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa’yı okuyunca daha iyi anladım bunu. Sürekli eve dönmeye mecbur ve her dönüşünde yalnızlığını, derbederliğini, yüzüne bir kamçı gibi vuran, soğuk, karanlık ve dağınık bir oda. Dağınıklık, evet dağınıklık… Tanpınar’ın evi alabildiğine dağınıktı sanırım. Günlükleri bende böyle bir izlenim bıraktı. Bir de ölümünden hemen sonra, dostu Necmettin Halil Onan’ın söyledikleri bu kanaatimi pekiştirdi. Onan, Tanpınar ölünce, kederler içinde, ondan arta kalan eşyaları toplamak üzere gittiği evle ilgili, perişan hâlde ; “Şimdi onun evini, yazılarını, kitaplarını toplamak işi de çaresiz bana düştü. Her gün içim parça parça oluyor. Orada nelere rastlamıyorum!” diyor ve ardından evin her köşesinde ele geçirdiği yazılı kâğıtları derleyip toplayamadığını belirtiyor. Tam olmasa da, bunlar, ömrünü yalnız geçirmiş bir aydının evi hakkında ip ucu vermekte. Masa üzerinde, notlar alınmış, kimi yarım bırakılmış bir sürü yazılı kâğıt, birkaç kalem, içi izmarit dolu bir cigara tablası, dağınık, kimi masada, kimi raflara sığmamış; belki de yerlere yığılmış kitaplar, plaklar… Acaba “Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak” demesi ondan mıdır; yani her şeyi yerli yerinde görmek arzusundan mı? Sonra, kendini evinde bir böcek gibi hissettiği de olmuş mudur Tanpınar’ın? Hani şu Gregor Samsa gibi; odanın loş karanlığına gömülüp, oradan hiç çıkmak istemeyen… Bilmem, bilmiyoruz, ama evsizlik, ailesizlik, çocuksuzluk onda derin bir acı. Günlükler’e yansımış yer yer bu tarifsiz kederler.
Aklıma birden Cahit Sıtkı geldi. Tam tersidir herhâlde onun evi; aydınlık… Evet aydınlık olmalı Cahit Sıtkı’nın evi, sükûnet, dinginlik; su gibi… Bunu da onun “Her mihnet kabulüm, yeter ki/ Gün eksilmesin penceremden” demesinden çıkardım. Diyarbakır’daki evlerini gözümün önüne getirince şairin niye böyle söylediği daha bir anlaşılıyor. Sonra “Odamda Sükût” şiirindeki “Tavan bir anne gibi iğilmiş üzerime,/ Duvarlar etrafımda kardeşlerim gibidir;/Sır dolu gözlerini vermişler gözlerime.” dizeleri. Eğer bu dizeleri Tanpınar yazsa, tavanı anne, duvarları da kardeş gibi görmezdi herhâlde. Daha doğrusu yine gözlerini kaçırırdı bu darmadağınık; yalnızlığını, derbederliğini yüzüne vuran soğuk odadan ve her zamanki gibi, dışarıya, tabiata bakınarak avunurdu, unuturdu yalnızlığını, rüya âlemine sığınırdı; “Mavi, masmavi bir ışık/ Ortasında…” yüzmeyi yeğlerdi. Onda hep böyle bir ‘realiteden kaçış’ buluyorum. Evle, yapayalnız yaşamakla ilgisi var mı bunun acaba?… Necip Fazıl’ı anımsadım bir de bu bağlamda. Ev onda bir buhran, bir korku imgesi sanki. Aklıma hemen “Kaldırımlar”ın “Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar” ve “Üstüme camlarını, hep simsiyah dikiyor/Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.” dizeleri geliyor. Ve düşünüyorum; bu, şairin yaşamıyla, yaşadığı ev atmosferiyle mi ilgili? Neden evi böyle korkutucu imgelerle ifade ediyor Kısakürek? Otoritenin hüküm sürdüğü bir ev, bir çocukluk yaşamı mı var bu imgenin kökeninde acaba?
Bütün bunlar, şunu getiriyor aklıma; ev, aile bir insanın yaşamında çok önemli. O hâlde eserinde de önemli olmalı. Örneğin, yaşamının büyük bir bölümünü yalnız başına, mahzun ve mütekeddir Park Otel’de, boş bir odada geçiren Yahya Kemal’in şiirleri incelenirken bu olgu gözden kaçırılmamalı. Bir şekilde aynı kaderi paylaşan Tanpınar’ın eserlerine de bu açıdan bakılmalı. Böylece, her iki şairin şiirlerinde ev içinin değil de, dışarının; pencerenin ve pencereden dışarı bakmanın; denizin, gökyüzünün, ağaçların niçin öne çıktığı ya da öne çıkma nedenlerinden biri açıklanabilir belki.
Her neyse, aslında bu yazının konusu şair-ev ve şiir ilişkisi değildi doğrudan. Bana bunları düşündüren, Ece Ayhan’ın Hoşça Kal ve Emine Sevgi Özdamar’ın Kendi Kendinin Terzisi Bir Kambur’unda şairin yaşadığı evlere ya da evsizliğine ilişkin okuduklarım. Sonra, Yahya Kemal’in Park Otel’deki yalnızlığı eklendi Ece Ayhan’ın evsizliğine, göçebeliğine, ardından da Tanpınar’ın Günlükler’inin uyandırdığı zincirleme çağrışım… Sonra bu şairlerin ortak bir kaderi, ıstırabı paylaştıklarını gördüm: Yalnızlık, kimsesizlik, evsizlik ya da çıplak, soğuk bir evde, bir kadın gülüşünden, bir çocuk sesinden mahrum yaşamak!… Bu mahrumiyetin yarattığı derin ıstırap… Yahya Kemal’de de, Tanpınar’da da, Ece Ayhan’da da bulduğum bu: Aynı keder, aynı ıstırap, aynı özleyiş… Bunu Yahya Kemal ve Tanpınar, realiteden kaçarak vuruyor dışa. Ev, çocuk, eş, kardeş yok onların şiirlerinde; gözlerini onun için kaçırıyorlar evden, evi oluşturan insanlardan. Yalnızlıklarını anımsamamak için olsa gerek, pencereden dışarı bakıyorlar hep; çünkü içerde, evde derin bir sessizlik var; yalnızlığa bulanmış keder var: Görülmek istenmeyen realite bu. Oysa Ece Ayhan, tam aksine; ama aynı kader ve keder nedeniyle, dünyaya küfrediyor, talihe, yoksulluğuna, babasızlığına, sarışınlara… Şiiri, o nedenle, tek kelimeyle bir ‘lânet’tir Ayhan’ın. Tanpınar ise, romanlarında, öykülerinde, şiirlerinde dile getiremediği bu lâneti -belki şikâyetini demek daha doğru- Günlükler’inde ifade ediyor. Onunki de ülkesinde kadrinin bilinmediğine inanan ‘âraf ’taki bir aydının derin ıstırabı. O nedenle olsa gerek, günlüklerinin dili saldırgan, hırçın, âsi Tanpınar’ın… Aynı ıstırap, aynı isyan Cemil Meriç’te yok mu? Şaşılacak ne var bunda? Şaşılacak ne var Tanpınar’ın günlüklerinde?… Neden hayal kırıklığına uğruyoruz yazdıklarından? Realite bu; Huzur’un kökündeki derin acı, huzursuzluk bu. O hâlde hepsi, benzer bir kaderi paylaşıyor sonuçta: Yalnızlık; ülkedeki yalnızlık, evdeki yalnızlık, evsizlik, ailesizlik, göçebelik… Seslerine karşılık veren yok, derin bir ıstırapla attıkları çığlık, evlerin, otel odalarının çıplak duvarlarında yankılanıyor, açılmayan kitapların tozlu sayfalarında hapsoluyor, çığlıkları boşlukta dolaşıp yine kendi suratlarında patlıyor bir şamar gibi. Oğuz Atay, işte bu nedenle meçhul bir istasyonda “Ben buradayım okuyucu, sen nerdesin acaba?” diyerek yalnızlığına bir eş arıyor. Kim bu çığlıklara yanıt veriyor, kim verecek, kim?..
Cahit Sıtkı, çocukluğunu aydınlık bir evde geçiren Cahit Sıtkı. Bakın, mutlak sona doğru gidişte yapayalnız, evsiz-barksız kalan insanın ıstırabını nasıl anlatıyor şu şiirinde:
Bu akşam ilk olarak ağladım,
Bekâr odamın penceresinde.
Hani ev bark? Hani çoluk çocuk?
Ne geçti elime bu hayatın Meyhanesinde, kerhanesinde?
Yatağım her gece böyle soğuk.
Saadet bu ömrün neresinde?
Aklıma Park Otel geliyor, pencerede, mahzun gözleriyle Boğaz’a bakan Yahya Kemal. Bir süre Narmanlı yurdunda kalan Tanpınar sonra, ağzında cıgarasıyla… Ve varoşlarda, yıkık dökük, perdesiz yoksul evlerde kalan Ece Ayhan, bağdaş kurmuş bir yer sofrasına. Pencere kenarlarına dizilmiş kurşun kalemler. Gazete parçaları, dergiler, odanın bir kenarına yığılmış. Ve sonra Fatih’te bir çatı katında hep kirada oturan Sezai Karakoç. Ve Günlükleri’nde sürekli ev değiştirdiğinden söz eden, onlarca eve taşınan göçebe şair Cemal Süreya! Hiçbir zaman kendi evi olmamış Cemal Süreya… Yalnızlık kervanı, şair ve aydınlardan oluşuyor. Ortak bir kaderdir bu. Buna evsizlik denmez, yoksulluk denmez; yalnızlık denir, BÜYÜK YALNIZLIK!… Dıranas’ın yalnızlığı, insanın yalnızlığı!…