Ali Güney – Bizim Hikayemiz
“mahalle mektebine”
Cumartesi. Kışın cama vuran güneş, perdeyi ‘tül’ halinde bıraktırmış. Şehir uyanmakla uyanmamak arası yatağında oynaşan çocuk gibi. Saçları dağınık, bulutlu. Güneş, şehrin tepesine doğru dikilmekte, uyansın diye.
Kadın, kahvaltıyı hazırlamaya koyuldu. Çocuklardan büyüğü yatakta hala. Akşam geç yattı tabii. Küçük, çizgi filmin başında. Kadın küçüğün yanına gelip ‘babanı uyandıracaksın, kıs şunu’ diyor. Küçük, başına gelebilecek bir hafta sonu cezasından tedirgin, söyleneni yapıyor. Kadın, ekmeğe bakıyor, azsa büyüğü uyandıracak. Ekmek var, ‘azıcık’ daha yatsınlar, hem bugün cumartesi.
Adam bir bardak çay içip kalkıyor. Acelesi var. Büroda işler malum. Hem bugün Ankara’dan ünlü yazar gelecek. Akşam da onunla ilgilenmeli. Merak etmeyin akşama, yani.
Kapıdan çıkarken arabayı alsam mı, diye düşündü. Bir dünya yol, tek başına zaten, ne gerek! Şimdi gelir “(87)TAŞRA-KARAÇAY” otobüsü. Bindiği otobüsün ismi ‘taşra’, ne güzel.
Otobüste giderken başını cama yasladığı günleri anımsadı. Sakal bırakıp, cigara içtiği günler. Okuduğu, okuduğu yıllar. Şimdi ağrıyor gözler. Yine de devam etmek güzel, diyor içinde hala ölmeyen bir yer. Devam etmek deyince apartmandaki karşı komşunun sözleri geliyor hatrına: “Başını belaya sokmanın bin bir türlü yolu vardır, serserilerin yaptıkları aklınıza gelebilir hemen. Ya okumuşların işleri? Maaşı alıp çıtır çıtır yemek varken, sen kalk dergi mergi uğraş dur!” Matbaalarda ömrünü geçirmiş ‘emekli’ karşı komşunun on(lar)a destek cümleleri bunlar.
Parfümü otobüsü dolduran gençler biniyor, sıkışıklığı çoğaltarak. İnsanlar o otururken ondan yer vermelerini beklemiyor artık. Kızla oğlan, ülkenin meşhur dizilerinden birindeki öpüşme sahnesini konuşuyorlar. Kız; yaa, yaaa, yaaa diye cevaplıyor anlatılanı. Oğlan, kızın kulağına fısıldıyor sonra, “aşkımmmm” diye ünlüyor kız. Sarılıyorlar.
Mahremin sınırlarının kalmaması hüzünlendiriyor onu. Niye?
Erken iniyor otobüsten, yürümek istiyor. Açılsın içi.
Büroyu açtığında bir küf kokusu iniyor ciğerlerine. Pencereyi açıyor. Sağı, solu toplamalı. Gülümsüyor. Bütün ülkenin derdi bu değil mi? Sağı, solu toplamak.
Masayı, sehpayı silmeli. Koliler çok dağınık, karşı duvara almalı. Şu rafları düzenlemeli…
Yarım saate kalmıyor küf kokusu. Çay söylüyor. Bu insanı terletmeyen yorgunluğu, caddeyi gören pencereden insanları izleyerek azaltmak güzel. Derken;
Çoğalıyor sesler, sarılmalar.
Hocam yazı ne zamana yetişir? Alicim bu sayı öykün yok mu? Sizin doçentlik tezi basıldı mı hocam? Haa aldım o kitabı. Öykü ödülü alan yazarla kim görüşür? Vay hocam siz buralara uğrar mıydınız? Kırşehir miydi sizin görev yeri? Öyle mi geldiniz demek, hayırlı olsun. Düğün ne zaman?
Çay içelim çay, Alicim canım çay söyle.
Önümüzdeki sayı dosya konusu belli gibi hocam. Siz ne dersiniz? Bizim çocuğu diyorum bi okula göndersek, özel, nasıl olur, pahalı mı gelir? Efendim, Tanzimat’ta böyle değildi inanın? Tarih bir yorumlama bilimidir ama bunu ağzı olan herkes yapmalı mıdır? Vay uzun ve fiyakalı cümle. O yazıda anlatılan öyle değildi ama, evet bende okudum …
Çay içelim çay çay, Alicim çay söyle…
Arkadaşlar, lütfen yazıları yetiştirelim. Benim araba geçen hararet yaptı, bayağı masraf ettik sormayın. Sanatta başarının ölçütü olmayabilir bence. Ama bizim şube müdürüne gel de anlat, laf dinlemiyor ki, raporda imza eksikmiş. Sen bu kitabı okudun mu? Hocam o modeller çok tutmaz, bizim arkadaşta ikibinbeş modeli var, ona bakalım. Ama o kooperatife girmek lazım. Mevkii süper. Takım o geldi güçlendi ya, Feneri elimizden kaçırdık bak geçen hafta. Ne oldu senin doktora işi, dili hallet bi an önce. Bildiğimiz bi kurs var bak. Doğru, doğru.
Çay içelim çay çay, Alicim çay söyle…
Olur, oluverir.
Tezlik kipinde çekimlenir akmak fiili zaman içinde. Sesler azalır. Öğleden sonra gelecek yazar, telefonla ulaşır, gelemeyecektir.
Alışılmıştır, çünkü Konya ‘merkeze’ yakın olduğu için hep uzaktır.
Bürodan çıkarken ikindi akşama yaklaşmıştır. Işıklar söndürülür. Kapı kilitlenir. Adam ve yanında iki arkadaşı “çizgi kitabevi”ne doğru yürürler.
İş Bankası’nın önünde poşetleri kitap dolu otobüs bekleyen üç arkadaş, onları gerçek hikayesine götürecek otobüslerini bekler…
Adam otobüsten iner. Bir hikâye vardır kafasında. Gidince muhakkak yazmalıdır. Şu yeni romanı da bitirmeli. Otobüste başladığı kitap ne güzelmiş öyle, bu gece bitirmeli. Oturduğu siteye “az kalmışken” telefonu çalar. Kadındı arayan, kadını. Akşam, dedi, annemler geliyor, ekmekle yoğurt alsana.
O an çıkıverdi aklından hikâyesi. O roman, şimdi burada zamanını versek neye yarar, okunamadı, bitmedi. Adam markete yürüyordu.
Eve girdiğinde akşamı kaçırmamak telaşıyla bıraktı elindekileri.
Adamın büyük oğlu telefonla konuşuyor. Odasının kapısı kilitli. “Babam büroda olunca çıkamadım çarşıya aşkım, annemle pazara gittik, yarın görüşürüz artık üzülme…” dedi.
“Bugün cumartesi bi kere, devlet daireleri kapalı olur, ne bürosu hem, avukat mı baban, kandırma beni!” dedi kız arkadaşı. “Aşkım öyle büro değil, babam öğretmen benim, ama yazar aynı zamanda. Dergi çıkarıyorlar. Cumartesileri dergi bürosunda olur.”
“Aaa, yazar mı senin baban?”
“Evet aşkım!”
“Ne yani ben şimdi bir yazar çocuğuyla mı çıkıyorum, ayy çok heycanlıı, Ben hemen Bennu’yu aramalıyım, haber etmeliyim ona, ararım seni birazdan aşkımm.”
Çocuk telefonu kapattığında mutluydu. “aferin be baba, yazarlığın işe yarıyor bazen” cümlesi geçti içinden.
Kurallı bileşik fiil çekimi hızında akan zaman, insanı yalnızlaştıran bir şubat akşamı kılığına bürünerek, Konya’yı sarmaya başlamıştı.