Ali Güney – İçimize İp Sarkıtan Adam:Ahmet Sarı
Merhamet Dilercesine Gökyüzüne Bakmak, Ahmet Sarı’nın ilk hikâye kitabı. Eserin hemen başında Kafka’dan yapılmış iki alıntı ve bir dua mevcut. Kitaptaki ilk öykü “Boşlukla Bir” şu cümle ile başlıyor: “Şimdi bir boşluğa eklemledim bedenimi.” Aliye’nin öyküsü. Zayıflık hastası Aliye’nin. Anne-babasının erkek bekleyip yine (!) olmayınca Ali yerine Aliye olan “aliye”nin öyküsü bu. Erkek gibi olmak için kendini feda eden, sıfır kilo olmak isteyen Aliye’nin öyküsü. Kitapta başka iki öyküyü de yazmam gerekir. “İçte Bastırılmamış Bir Yalnızlık Sevgisi”. Yapışık ikizlerden birinin ağzından dinlediğimiz hikâye, bence uzun süredir okuduğum en “yaratıcı” öykü. Haberlerde ara ara duyduğumuz yapışık ikizlerin birbirinden ayrılma olayını dert etmiş ve bence “konu bunalımı” geçiren günümüz öykülerine müthiş bir ufuk açmıştır. Bir diğer öykü ise “Takma Bacak Tıkırtısı”. Öyküyü okuduktan sonra içimden gelen tıkırtıların, takma bacaklı öykü kişisiyle bir ilgisi var mı, diye düşünmedim değil. Öyküde “takma bacağa değen o kızın”, benim için hayatın ta kendisi olduğu fikriyle, tuhaflaştım hatta. Kısa kısa öyküler de içeren ilk kitap ikinci kez bitince (bu yazı için tekrar okudum) an’ı dondurup yazan Ahmet Sarı’nın bir özelliği dikkatimi çekiyor: An’ı yazarken “donuk bir fotoğrafı değil”, içimizde donmaya başlayan zamanı anlatıyor. Okuduğun şey, evet tuhaf bir biçimde, damarlarından alınmış gibi geziniyor vücudunda.
Sarı’nın ikinci hikâye kitabı, Korku ve Dehşet Üçlemesinin ilk kitabı: Ve Asma Yaprakları Gibi Titreyen El. Böyle bir kitabı okumayı hiç istemiyorum. Korku ve dehşet üçlemesi diye kitap mı olur fikri geziniyor içimde. Çünkü korku filmlerine bile gitmeyen biriyim. Korktuğumdan değil, korkmam istemediğimden. Kendime iki saat korku ısmarlamak veya aşk ısmarlamak olmamalı sinemanın anlattığı şey. Hayatlarımız ritüellere gark olmuşken, kendimi kandırırcasına korku duygusunu da yaşamak istemek, bana hoş gelmiyor. Korkacaksam gerçekten o duyguyu yaşamak istiyorum. Ismarlama olarak iki saat korkup gelmek veya sevinip gelmek değil isteğim, yaşamak ve düşünmek istiyorum. Ama “yazı” yetişmeli. Öyküler kısa kısa yine. “Kasıtsız Sonuçlar Kanunu” öyküsü baştan kazanıyor beni. Oynarken gözüne odun parçası kaçan kızın gözünün akma anı. Anne-babanın gözün akışını seyretmesi. “Einverleibung” öyküsünde birini boğup cesedini yiyen insanı anlatıyor öykü. Cesedin mezarı oluyor bedeni anlatanın. “Sağ serçe ayak parmağımdaki nasır” öyküsünde acısından nasırı koparan öykü kişisiyle, “Kardaki Kan” öyküsündeki köpek itlaf ekibindeki avcının köpeği vurduktan sonra akan kanı peşi sıra sigara yakıp, köpeğin öleceği yere doğru yürümesindeki “duygu coşkunluğu -yoksunluğu”, hayat aynen bu, dedirtiyor.
Kitap bittikten sonra korkmadığımı fark ettim. Korkutmuyor, korkuyu anlatıyordu kitap. Elektrikler kesilince köyde, babaannemin evinde gaz lambası yakınca duvarda yayılan isi hatırladım. Duygularımızı yeniden düşünmemizi sağlayan bu kitabın peşi sıra yürümeliyim.
Sağ Omuz Meleğimin Omzundaki Sağ Omuz Meleği, Korku ve Dehşet Üçlemesi serisinin ikinci kitabı. “Yaram ben yokken vardı. Onu cisimleştirmek için doğdum.” Bosquet’in bu sözüyle açılıyor kitap. Ayrıca Sezai Karakoç’tan da bir alıntı da var.
“Havlamayla Karışık Uluma” öyküsünde gece köpek sesleri duyarken bir ara uyandığında odasında köpek gören kişiyi, “Annemin Babamın sesi” öyküsünde telefonu açarız da hani, karşı taraf yanlışlıkla aramıştır, dinleriz, tuhaf ve güzeldir gelen sesler, çok yazmasın diye kapatırız, bunu anlatmış.”Boş vaktin oğlu” da önemli bir öykü. Vaktin oğlu ifadesini “Kemal Kahramanoğlu” hocamla konuştuğumuzu hatırlıyorum. Ben olumsuz bir ifade sanmıştım. Hocam açıklamıştı. Vaktin oğlu yani vaktin gerektirdiğini yapan kimse (lütfen siyasi mantıkla düşünmeyelim; ki edebiyat siyasetten çok daha ciddi bir iştir)… Boş vaktin oğlu öyküsü ise çağımızın bakış açısına inen edebi bir bıçak.
Ahmet Sarı’nın öykülerine genel bakış böyle bence. Yazar, öyküde dil açısından bir yenilik getirmiyor. Şöyle ki bu öyküleri kıymetli “Bilge Karasu” veya kıymetli “Hulki Aktunç” veya günümüzün önemli öykücülerinden “Gökhan Yılmaz” yazsa nasıl olurdu diye aklıma gelmedi değil. Elbette bu bir duruş. Yazar bence çok farklı isimleri okuyup (alıntılarından belli) üzerlerine düşünen birisi. Yazarın batı edebiyatıyla ilgili çalışmaları özellikle Thomas Bernhard’la ilgisi üzerinde düşünmek, alan uzmanlarınca değerlendirilebilir ama dil bazında bir ilişkileri yok bence. Normal olmayanı anlatmak çizgisinden bir bağ kurmak mümkün elbet.
Yazdıklarında asıl önemli olan şey ise “olay”. Normaldışı şeyleri anlatıyor. Konuları yukarda vermeye gayret etmiştim; hatırlayalım, yakında ayrılacak olan yapışık ikizlerin mevzu bahis olduğu veya birini öldürüp onu yiyen kimsenin, “bedenime hapsediyorum” onu mantığıyla hareket ettiğini düşünmek, normaldışı değil mi? Çağın dolaylı dışavurumları gibi bu öyküler. Duyduğumuz, bildiğimiz şeyler anlattığı evet. Ama o şeyleri içimizde bir hisse dönüştürüyor olması mühim. Şunu da eklemeli: böyle konuları yazan biri günümüzdeki kapalı anlatımını, simgesel- imgesel tarzları benimsememesini doğru buluyorum. Çünkü bazen “akan su size yolunuzu buldurur.”
Basmakalıp giden öykücülüğümüz için önemli bir zihinsel yol açıyor Ahmet Sarı öyküleri. Çağımızın, sosyologların tespitinden çok öykücülerin açtığı yollara ihtiyacı var. Hazine, yani kavrama orada olabilir. Ahmet Sarı öyküleri perçinliyor bu fikrimi. İçimizdeki boşluklara koyduğu her tuğla, sarkıttığı her ip, boşluklarımızı yeniden tanımak için, normaldışı değil mi?