
Ali Oktay Özbayrak – Bir Toplumun Panoraması: Vatan Yahut İnternet
“Nereye gitsem hep apartmanlar çıkıyor önüme…”
Erdem Bayazıt
Bir taşla kuş sürüsü vurmak… Pek sevemedim nedense bu sözü. Zira kuşları vurma bana çok uzak bir kavram. “ Kuş ölür, sen uçuşu hatırla” diyordu Füruğ Ferruhzad. Şimdi uçuşunu hatırlamak kaldı bizlere, bir zamanlar penceremizde –sabahın seherinde- kuş ötüşlerini dinlerken. Pencerelerimizi, evimizi, evimizin damını terk edip gittiler. Uzun katlı beton binalarımızın arasında yaşamak onlar için yangın yeriydi belki de. Gerçi bizim için de durum farksız değil.
Mustafa Kutlu senelerdir bu konuda en çok söz söyleyen yazarlarımızdan, son kitabı Vatan Yahut İnternet ile de tüm bu yazılarını bir araya toplamış. Toplumun değişimini anlatan, bize yaralarımızı gösteren bir başucu kitabı… Lakin anlayana… Bir toplumun değişmesi evin değişmesiyle başlar. Toplumun değişime, tüm değerlerin dönüşüme uğradığı bir çağın tanıklarının en güçlüsü Mustafa Kutlu’dur. Bu dönüşümü incelediği köşe yazılarını topladığı kitabında öncelikle vatan kavramını ele almıştır. “ Bir ucu Vardar Ovası’nda, bir ucu Halep çarşısında ” diyerek vatanın tüm değerleriyle birlikte geniş bir perspektif çizerek; resimden, müziğe, mevlide, mimariye, şehirleşme ve kültür değişmesine dair vatan üstüne birçok konuya temas etmesi kitabın da seyrini gözler önüne koymuştur.
Mustafa Kutlu ‘ Bir Zamanlar Taşra’ yazısında da evleri ele almıştır. Taşra’dan uzaklaşıp şehre göçen insanın uğradığı kültür değişimi Kutlu’nun da en büyük sancılarındandır. Kültürden uzak düşen Mimari, yabancılaşmayı da beraberinde getirmiştir.
“ Bu evler sokağa değil, avluya bakar. Sokağa dönük yüzünde, insan boyunu aşan duvarlarında dahi pencere yoktur. Çokluk taştan yapılır ve sağırdır. Sokağa bakan kafesli pencereler bu taş kısmın üzerinde ikinci katta bulunurlar. Evet, ev bahçeye yani içe açılır. Burası mahrem bir alandır. Çiçek, meyve, sebze, havuzda su ile bir bakıma tabiatın devamıdır. Güzel ve ferahtır. Saydığımız unsurlarla tezyin edilmiştir.
Evin dış görünüşü sade ve vakurdur. Tezyinat evin içindedir. Oymalar, ahşap bezemeler, göbekli geçmeli tavan süsleri, yüklük ve çiçeklikler hep bu iç güzelliği hedef alır.
Bu incelik ve ahenk büyük-küçük, baba-oğul, ana-kız, konu-komşu, usta-çırak, şeyh-mürit, hoca-talebe münasebetlerine de damgasını vurmuştur. Çırak bir gün usta, oğul bir gün baba olacağından yetişmesine itina gösterilir. Ağalık, beylik, hocalık, şeyhlik bile bir hududa kadardır. Haddi aşmak hiçbir şekilde hoş görülmez.”
Taşranın daha doğrusu eski Osmanlı evlerinin özelliği ve mahremiyet sınırları. Ama benim en çok üstünde durduğum nokta, tüm bu inceliklerin tabiattan insana yerleşmesiyle yetişen bireylerin donanımında olmuştur. Evlere gösterilen itina, yetişen çocuklara da yansımış böylece yetkin kişiler ortaya çıkmıştır.
Çocukların yetkin bireylere dönüşmesini yazar aileye ve evlerde var olan kültür ortamına bağlar. Ev bir çocuğun can damarıdır. Zira birey ve ait olma duygusu burada paralel şekilde gelişir. İnsanın varoluşundan beri bir yere ait olma isteğiyle beraber ortaya çıkan ev; her şeyden önce eğitim yuvasıdır. Edep, adap ilk burada öğrenilir. Evde mahremiyet ve aidiyet duyguları beraber yükselir. Hürmet kavramı da ilk evde öğrenilir. Büyüğe hürmet, komşuya hürmet ve konuğa hürmet… Bu çocuğa aktarılan duygulardan sadece biridir. Bunu en çok sağlayan da kültürümüzü yadsımayarak yaşanan bir ev hayatıdır. Çocuk evde öğrendiği edep erkânı, dışarıda da devam ettirir, paylaşır. Ev dışına çıkıldığında ise paylaşım devreye girer. Aidiyet, mahremiyet ve paylaşım… Bu üç kavram birbirine tezat değil, birbirini besleyen duygulardır.
Günümüze geldiğimizde ise değinmemiz gereken şey yeni yaptığımız yüksek katlı evlerin tüm bunları nasıl etkilediğidir ve bunlardan nasıl etkilendiğidir. Yüksek katlı binaları dikerken düşünülen şeyler mühimdir. Yüksek beton binalar ve önlerine tüketim toplumunun sınırlarını zorlayan, her ailede en az iki tane olan arabalar. Arabalar için düşünülen park yerleri malumunuz. Peki çocuklar? Çocuklar için oyun alanları oldukça kısıtlı hatta yok denecek kadar az. Olanlar da beton, tıpkı binalar gibi… İşte Mustafa Kutlu da toplum değişiminin panoramasını çizerken bu konuya sıkça değinmiştir.
“Şarkta sanat iki şeyin peşindedir: Hikmet ve ahenk. ‘ Peki, nedir bu Şark sanatının aradığı hikmet ve ahenk? Hikmet; yüce bilgi, asıl varlık’ın gizli sebeplerine ulaşma, ahlakî değer ifade eden, öğüt verici, mesel ve masal, öğüt verici şiir acayip ve garip olaylar, yollar, ahenkse; varlık’ın birbiri ile uyumu, uygunluğu, düzeni, renkler ve sesler arasındaki uyum ve düzen, makam, kasıt, niyet, birliğe katılmak, uyumsuzluk ve huzursuzluk çıkarmamak, sözcüklerin, cümlelerini kitapların, kurguların, hayatların, dünyanın uyumlu, yani ahenkli olması… Hikmet ve ahengi arayan sanat zaten hakikate giden yolda bize ancak yardımcı olabilir. Bütün bu arayışlar onun öykülerinde, desenlerinden ve resimlerinden kalemine sirayet eden hayat tablolarında… Tecessüs ve tahassüsün… Fırça darbeleri halinde okuyucuya sunulur.”
Konu ev olunca iş mecburen mahalleye gelip dayanıyor. Et ile tırnak gibi birbirinden ayrılmaz diye bilirdik ama tüketim toplumu bunu yıkmayı başardı. Yazar da bunu söylüyor, bir sancı olarak sıkça “Kanaat Ekonomisi” meselesine değiniyor. Ve toplumun lüks hayat algısıyla birlikte gelen mimarinin, mahallenin bozulması; toki’lerin ve avm’lerin doğurduğu sorunlar, Taşra’dan uzaklaşıp şehir içinde kurulan ayrı yaşam kentlerde kaybolan kültür kaybı yazılarında başı çeken konulardan oluyor. Beraber yaşadığımız, izlediğimiz, seyirci kaldığımız tüm sorunları yüzümüze çarpıyor yazar, çözümü ise köye dönmekte, teknolojiyi bırakmakta buluyor. Bu tespiti yaparken Anadolu topraklarının hepimize yeteceğini, tarım ve üretimi canlandırdığımız vakit tüm sorunlarımızı çözeceğine inanıyor. Yazar bu davranışıyla modernizme, hayatı boyu karşı durduğunu göstermekte. Lakin modernizmin vücudumuzun her zerresine sirayet ettiği yirmi birinci asırda bu çözüm ne kadar uygulanabilir, tartışılır.
Mahalle hayatını özlüyoruz zira apartmanlar arasına sıkıştık. Özlediğimiz onca şey şimdilerde sadece TV dizileriyle önümüze sunuluyor. Biz ise izlemeye doyamıyoruz. Mesela Seksenler’i neden bu kadar sevdik? Çünkü bir zamanlar yaşarken şimdi sadece izlemekle yetinmek zorundayız.
“Çardağın altında beraber dolma sarmalar, mahallenin delisi, delikanlısı, hocası, muhtarı, kahvesi, mahalle arası gazozuna yapılan maçlar. Evin önündeki o toprak sahalar, herkese suyundan ikram eden çeşme. Mahalle sakinlerinin Ramazan’ı- bayramı- doğumu- düğümü- ölümü- sünnetti- hastalığı- sevinci hep beraber yaşaması.” Mustafa Kutlu, böyle bir mahallede dinin ve örfün kurduğu dengede herkesin dayanışma içinde olduğundan ve kimsenin kendini yalnız hissetmediğinden söz ediyor. Oysa devir değişiyor. Dar ve yüksek binalara sığışmaya çalışan insan, kocaman sofalardan uzaklaştıkça yalnızlaşıyor. Misafir sığmayacak kadar küçülen evlerimiz aramızdaki bağları koparıyor ve herkes kendisi için yaşıyor. Lüks sitelerde yaşayıp, entelektüel görüneceğiz derken yalnızlaşıyoruz. Sonra da ‘bireyin bunalımı…’ Yeni hastalıklar, yeni psikolojik sorunlar ve yeni ihtiyaçlar. Mesela güvenlik. Bugün şehirlerin boş kalan ne kadar arsası varsa yaşam kentler kuruluyor. Şehir içinde ayrı bir şehir… Kapılarda güvenlikler. ‘Tanrı misafiri’ diye güzel bir kelimemiz var, ihtiyacı olana, yolda kalmışa yardım ettiğimizi gösteren. Çünkü biz düşeni kaldıran, açığı giydiren ve açı doyuran bir millettik. Ama artık bırakın Tanrı misafirlerini, dostlarımız hanemize gelirken güvenlikten geçiyor. Çünkü yüksek binalara hapsedilen insan, yaşam kentlerin tutsak ettiği birey güvenliğe muhtaç. Evini emanet edebileceği bir mahalleden oldukça uzak. Kendisinden başka kimsesi yok, yapayalnız… Ve böylece yukarıda Kutlu’nun bahsettiği mahalle kültürünün, taşranın cenaze namazını kılıyoruz hep beraber.
Mustafa Kutlu’nun hem hikâye anlayışının hem de kendi sanat anlayışının neyi amaçladığını anlamak için kendi sözlerine kulak vermek gerekirse: “Şarkta sanat iki şeyin peşindedir: Hikmet ve ahenk. ‘ Peki, nedir bu Şark sanatının aradığı hikmet ve ahenk? Hikmet; yüce bilgi, asıl varlık’ın gizli sebeplerine ulaşma, ahlakî değer ifade eden, öğüt verici, mesel ve masal, öğüt verici şiir acayip ve garip olaylar, yollar, ahenkse; varlık’ın birbiri ile uyumu, uygunluğu, düzeni, renkler ve sesler arasındaki uyum ve düzen, makam, kasıt, niyet, birliğe katılmak, uyumsuzluk ve huzursuzluk çıkarmamak, sözcüklerin, cümlelerini kitapların, kurguların, hayatların, dünyanın uyumlu, yani ahenkli olması… Hikmet ve ahengi arayan sanat zaten hakikate giden yolda bize ancak yardımcı olabilir. Bütün bu arayışlar onun öykülerinde, desenlerinden ve resimlerinden kalemine sirayet eden hayat tablolarında… Tecessüs ve tahassüsün… Fırça darbeleri halinde okuyucuya sunulur.”
Mustafa Kutlu hayatı boyunca peşinde koştuğu hikmet ile; Anadolu’nun bozulan yapısına, kaybolan değerlerine ve Anadolu insanın mutsuzluğuna çare aramıştır. İşte Vatan Yahut İnternet; yıllardır süren bu sancının, çekilen çilenin bir araya gelmesidir. Kitap, ağır bir yükü sırtlanmıştır. Vatan Yahut İnternet; bir toplumun panoramasını çizen, muhakkak okumamız, üzerinde tefekkür etmemiz gereken bir kitap olmuştur.