Ali Ulvi Temel – Edebiyat Dergisi Yönetimevi
1970’li yıllarda taşradan Ankara’ya gelenlere Edebiyat dergisinin yönetimevi şöyle tarif edilirdi: Garajda otobüsten inince çıkış yönünü izleyin, garajdan çıkışta göreceğiniz belediye otobüs durağına varıp Yenimahalle-Bakanlıklar otobüsüne binin, ilk ve son durak olan Batı sinemasının önündeki durakta inin, inince sağa dönüp yürüyün, Tarım Bakanlığı’nın köşesinden sola dönüp yukarıya doğru yolunuza devam edin, Akay yokuşunun ortasında, solda Demirler Pasajı’nı göreceksiniz. Merdivenleri çıkınca soldaki kapıları birer birer geçin, köşede, soldaki son kapı Edebiyat dergisi yönetimevinin kapısıdır. O yıllarda, pasaja girişte, sağ duvarda, siyah zemin üzerine Edebiyat yazılı levhayı görürdünüz.
Edebiyat dergisinin Mayıs 1973 sayısının son sayfasında adres şöyle yazılıdır: “Esat Caddesi, Demirler pasajı No: 7, Küçükesat-Ankara”. Yer iki bölmedir. Kapıdan girildiğinde sağda, pencere tarafındaki köşeye dayalı bir masa ve sandalye vardı. Sandalyenin arkasına gelen duvardaki panoda Picasso’nun Guernica tablosu bulunuyordu. Masanın karşısında koltuklar, pencere önünde bir koltuk, masanın yanında bir koltuk, dipte, pencere kenarında büyük bir saksıda çiçek, galiba kılıç çiçeğiydi, masanın karşısında, sol köşede, giriş kapısının yanındaki duvarda bulunan panoda tabancayı anıştıran bir yazı, galiba Edebiyat ya da Edebiyat Dergisi Yayınları yazıyordu. Kapısız geçilen arka bölmede, bir ahşap kerevet/sedir, üzerinde minder bulunuyordu. Yan tarafta kitaplar ve dergiler için dolap ve raflar vardı. Ayrıca bir lavabo, köşede bir masa, masanın üzerinde çay bardakları, çay tepsisi, çay-şeker, yerde küçük bir tüp bulunuyordu. Büroya gelen konuklara burada demlenen çay ikram edilirdi. Zaman zaman pasaj içindeki Raşit Bey’in çay ocağından da çay getirtildiği olurdu.
Ben ilk kez 1974 yılının bahar aylarında geldim Edebiyat’ın yönetimevine. Aynı yılın Ağustos ayıydı galiba, İbrahim Demirci Konya’dan gelmişti, birlikte dergiye geldiğimizde Nuri Pakdil içerideydi, biraz konuştuktan sonra, kendisinin çıkması gerektiğini, bizim oturabileceğimizi, belki Rasim Özdenören’in geleceğini, gelmezse anahtarı ertesi gün Meşrutiyet Caddesindeki Devlet Planlama Teşkilatında çalışan Rasim Özdenören’e götürüp vermemizi istemişti. O günlerde yönetimevinin anahtarı birkaç kişide bulunuyordu. Benim hatırladıklarım: Nuri Pakdil ve Rasim Özdenören’den başka, İsmail Kıllıoğlu, Osman Sarı, Ahmet Bayazıt ve Osman Nalbant’tı. Kapı besmeleyle açılır ve kapatılırdı. Çıkarken, son kez su musluğunun ve tüpün kapalı olup olmadığı, yine ışıkların ve pencerenin kapalı olup olmadığı kontrol edilir, kapalı olduklarından emin olunduktan sonra kapı kilitlenirdi. Ayrıca çıkmadan mutlaka çöpler, özellik le sigara izmaritlerinin içeride kalıp tehlike arz etmemesi için dışarı çıkarılıp atılır, ondan sonra bürodan ayrılınırdı. Bunları ayrıntılı olarak anlatıyorum, çünkü Edebiyat’ta her iş ciddiyet ve özenle yapılırdı, baştan savma işe asla izin verilmezdi.
Masada Nuri Pakdil’in bir ajandası, defteri vardı. Kendisi büroda bulunuyorsa özellikle ilk kez gelenlerin adını, soyadını deftere saati ve dakikasıyla yazardı. Şu anda, evde de aynı geleneği sürdürüyor Nuri Pakdil. Gelenleri, telefonla arayanları, kısaca konuştuklarını günü, saati, dakikasıyla kaydediyor. Büroya ikinci kez geldiklerinde, o kişilere ilk geldikleri gün, saat ve dakikasıyla anımsatılır, o sırada orada hazır bulunanların adları sayılır, muhatapların dikkatleri ölçülürdü. Gelenlere, âdeta, ancak bu dikkat, titizlik ve ciddiyetle önemli işler yapılabileceği, insan olmanın sorumluluğunun ancak böyle yerine getirilebileceği bir kez daha anımsatılırdı. O yıllarda, dergilere, düşünce hareketlerine, yazarlara ilgi daha canlı ve daha yoğundu sanki. Edebiyat dergisinin saygın, düzeyli bir yeri vardı insanlar nezdinde. Bugüne göre, daha az dergi ve daha az yazar vardı o zamanlar.
Yönetimevinde dergi aboneliği ve kitap satışı karşılığında para alışverişi olmazdı: Dergi abonelik paralarının posta çeki hesabına yatırılması önerilir, kitaplar için de gelenler kitabevlerine yönlendirilirdi. Bununla insanların kitapla, kitabeviyle ilişkisine bir ciddiyet, sağlıklı bir ilişki tarzı getirilmeye çalışılırdı.
1974 yılı sonbaharında Mustafa Sarıçiçek, Ziraat Fakültesini bitirip Erzurum’dan Ankara’ya gelmişti. Artık Edebiyat yönetimevini her gün o açıyordu. O yıllarda Erzurum’da öğrenci olan arkadaşım İbrahim Demirci aracılığıyla Mustafa Sarıçiçek ağabeyle gıyaben tanışıyor, selâm alıp veriyorduk. Onun Ankara’ya gelişiyle, onun yürekten çağrılarıyla Edebiyat’a daha sık gelip gitmeye başladım. Birlikteyken öğle yemeğimiz, çoğu zaman çay, zeytin, peynir, helva olurdu. Duyduğum sıcaklığı, heyecanı, tadı hâlâ özlemle hatırlıyorum: Masumiyet vardı, samimiyet vardı, coşku vardı, özgürce tutku vardı, arkadaşlık vardı, dostluk vardı, dünyalar bizimdi.
1975 yılı sonlarıydı galiba, Edebiyat dergisinin ve Edebiyat Dergisi Yayınları’nın Ankara içi dağıtımını, Osman Nalbant’tan devralarak ben yapmaya başladım. Zafer çarşısındaki Toplum Kitabevinin sahibi Remzi İnanç’a, her ay dergiyi ya da yeni çıkan kitapları götürdüğümde Nuri Pakdil’in selâmlarını söylerdim, o da, Nuri Bey’in hâlini hatırını sorar ve selâm gönderirdi. O yıllarda sosyalist bir kitapçıyla Müslüman, İslâmcı olmakla tanınan bir yazarın böyle saygıyla selâm alıp vermesi pek rastlanabilecek bir durum değildi. Benzer bir selâmlaşma Cumhuriyet gazetesi Ankara bürosunda, ilân işlerine bakan Sofu Tuğrul ile de olurdu. Hemen her ay Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmak üzere hazırlanan ilânı Cumhuriyet Ankara bürosuna ben götürürdüm. Gele gide Sofu Bey’le tanışıklığımız ilerleyince, oturur bir çayını da içerdim. Sandalyesinin arkasındaki duvarda Fatma Girik’in bir fotoğrafı asılıydı, odaya girip çıkanlar Fatma Girik’le ilgili Sofu Bey’e takılırlardı.
Nuri Pakdil, Remzi İnanç’la tanışıklığını şöyle anlatmıştı: Edebiyat’ın basıldığı basımevinde, Remzi İnanç da sahibi olduğu Toplum Yayınevi adına bir kitap bastırmıştır. Nuri Abi’nin Edebiyat’ın basımı için basımevine uğradığı bir gün, Remzi Bey bastırdığı bir kitabı basımevinden götürmek üzere dışarıya taşımaktadır, Nuri Abi de bir paket alıp dışarıya taşımakta Remzi Bey’e yardımcı olmak ister ve “Remzi Bey, bu kültürel bir dayanışmadır.” der, bu davranış Remzi Bey’i çok etkiler, o gün bugündür Remzi Bey, Nuri Pakdil’e her zaman saygılarını, selâmlarını sunar.
1976 yılı Mart ayından itibaren derginin ve kitapların dizgi, düzelti, baskı, basımevi işlerini Şaban Özdemir’le birlikte yürütmeye başladık. Edebiyat dergisinin Mart 1976 sayısında; “Bu sayının teknik hazırlayıcısı: Şaban Özdemir” notu, Nisan 1976 sayısında bu notun altında; “Düzelti: Ali Ulvi Temel” notu da yer almaya başladı.
1976 yılı temmuz ayında, Edebiyat dergisi yönetimevi aynı pasajda 5 numaraya taşındı. Böylece Edebiyat’ın Ağustos 1976 sayısından itibaren künyede derginin adresi: “Akay caddesi 15/5 Ankara” olarak yer almaya başladı. Yeni büro tek bölmeden ibaret bir yerdi. Lavabosu, suyu olmadığı için artık çaylar hep pasaj içindeki Raşit Bey’in çay ocağından geliyordu. Raşit Bey’in çayı da güzel olurdu. Su olmadığından namaz kılmak için dışarı çıkmak gerekiyordu. O yıllarda Kocatepe Camii henüz inşaat halindeydi, biz ona Fetih Camii derdik. Edebiyat sırtını âdeta Fetih Camiine yaslardı. Pasajın merdivenlerinden inip başınızı sağa çevirdiğinizde de Millet Meclisi’ni görürdünüz. Edebiyat dergisi yönetimevinin yerine bu iki mekânı işaret ederek bir anlam yüklenebilirdi.
Nuri Pakdil ilkeli duruş ve konumlanış insanıdır. Her adımın, her sözün, her duruşun bir anlamı vardır onun için. Çevresinde bulunan herkes bir anlam yüküyle, bir sorumluluk ateşiyle kuşatılır, kucaklanır, sarmalanır. Yönetimevine derginin yazarları, şairleri, Ankara’daki okurları, sevenleri dışında, özellikle yarıyıl tatilinde ve yaz tatilinde dergi ve kitap okurlarından öğretmen ve öğrenciler gelirdi. Benim düzenli gittiğim, bulunduğum 1974-1981 yılları arasında, dergide yazanlar dışında, Hasan Seyithanoğlu, Baysal Seyithanoğlu, Ahmet Bayazıt, Mehmet Soyak, Kemal Kelleci, Mustafa Karakaya, Nuri Şahin, Aziz Kekeç, Mahmut Özbay, Zahit Sezer, Ahmet Özalp, Recep Duran, Veli Urhan, Mehmet Durak, Ali Özdemir gelip giderdi büroya. Bir kezinde Fethi Gemuhluoğlu’nun geldiği söylendi, ben yoktum. Ergun Göze’nin geldiğini anımsıyorum. Devlet Bakanı iken Hasan Aksay, yeğeni Ahmet Aksay’la birlikte gelmişti. Nuri Pakdil’in Fransızca öğretmeni Vahit Bey gelmişti bir kezinde. Yine Musa Çağıl’ın, Reşat Aksoy’un birkaç kez geldiğini anımsıyorum. Ayrıca öykücü İsmet Tokgöz de bir iki kez gelmişti.
Nuri Pakdil bir defasında, İspanyol diktatör Franko ile Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle’ün bir karşılaşmasını anlatmıştı. İki devlet adamı karşılıklı oturup kahvelerini yudumlarken, karşılıklı hâl hatır sormadan sonra De Gaulle’ün Franko’ya hitaben: “Sen general Franko’sun, ben de general De Gaulle’üm!” dediğini, yarım saatlik bu buluşmadaki tek konuşmanın bu olduğunu söylemişti. İçeriksiz, anlamsız, boş sözden hoşlanmaz Nuri Pakdil. Buna örnek olsun diye söz ettim bu anıdan.
Yönetimevi, derginin yeni sayısının basımevinden alınıp getirildiği gün tam bir şölen yerine dönerdi, yeni kitaplar geldiğinde de öyle olurdu. Bir gün önceden derginin gideceği adresler ve abonelerin adresleri hazır, yazılı hâle getirilirdi. Dergilerin konulacağı naylon poşetler Ulus’ta Modern Çarşı’dan bolca alınır, yine paketler için ip, bant hazır edilirdi.
Dergiler basımevinden alınıp yönetimevine getirilir, hızla kontrolleri yapılır, Ankara dağıtımı için yeteri kadar dergi alınarak hızla kitapçılara yönelinirdi. Büroda kalanlar ise bir yandan basımevinden gelen dergileri kontrol eder, bozuk olanları ayırır, bir yandan da paketler yapılırdı. Paketlerin bol gazeteyle beslenmesi, sağlam olması esastır. Aboneler için dergiler naylon poşetlere konur, bir yandan adres kâğıtları dergilerin içine konmak üzere o günün tarihiyle mühürlenirdi. Dergilerin konulduğu poşetler bantlanarak bir kenara yığılırdı. İçerisi karınca yuvası gibidir, hummalı bir çalışma gözlenirdi. Dergilerin, yeni kitapların basımevinden geldiği günlerde Nuri Pakdil de mutlaka bulunurdu büroda. O bir yandan yapılan işlere nezaret eder, bir yandan da basımevinden yeni gelen dergi ya da kitaba göz atardı. O koşuşturma içerisinde bolca sigara ve çay içilir, iş arasında zaman zaman da muhabbet koyulaşırdı.
İşlemler bitince paketler, poşetler bir taksiye atılır; Mithat Paşa Caddesindeki Yenişehir Postanesine götürülüp postaya verilirdi. Dergide kalan arkadaşlar ise ortalıktaki çeri çöpü toplar, kabaca büronun temizliğini yaparlardı. Vakit uygunsa temizlik sonrası kontrolü yapılmayan dergilerin kontrolleri yapılmak üzere tekrar işe koyulunurdu. Çay, peynir, ekmekle açlık bastırılırdı.
Dergiye gelen yazı, şiir ve çevirileri Nuri Pakdil okur, gerekli uyarıları yapardı.1978 yılından itibaren Arif Ay, Turan Koç, Şaban Özdemir ve bana da gelen yazıları, şiirleri okutup düşüncelerimizi alırdı. Derginin basımevinden geldiği günlerde Mustafa Sarıçiçek de mutlaka büroda bulunurdu. O da o sayıda yer alan, beğendiği bir şiiri, bir yazıyı, bir öyküyü okur, yazan arkadaşları özendirir, gönüllerini alırdı. Büroda işler gönülden, severek, coşkuyla, elbirliğiyle yapılırdı.
Nuri Pakdil benim ve aynı dönemde yazdığımız, birlikte olduğumuz arkadaşlarımızın ellerinden, elimizden tuttu, inancın ilkelerini; düşüncenin, eylemin ciddiyetini, yazarlığın inceliklerini, insanın zarafet ve yüceliğini, dayanışmayı gösterdi, öğretti bizlere. Ona olan saygımı ifade ederken kelimelerin kifayetsiz kaldığını hissediyorum. O, bizim için gerçek bir öncü, öğretici ve abidir. O yüzden yazıda geçen bütün Nuri Pakdil’leri Nuri Abi olarak okuyabilirsiniz. Edebiyat dergisi bir dönemin kalıcı iz bırakmış, en önemli okuluydu.