Betül Ok – Duvardaki Kilim
Öyle çok da sıska değildi. Narin elleriyle yeşil gözlerini ovuşturduktan sonra yavaşça kök boyaları üst üste diziyor, yapay bir gökkuşağını oluşturuyordu sıcağın alnında. Ben uzaktan seyrederken adını bilmediğim bu kızı, radyodan zaman zaman cızırtılı, yanık bir türkü kulağıma vızıltı halinde ulaşıyordu. Üzerinde yamalı kırmızı bir fistan, başında rengârenk iplerle hareketlendirilmiş hoş oyalı bir yazma. Teni; kavrulmuş bir kahve gibi. Hareketleri ise ceylanın sekişine denk. Köylü kız oluşunun hakkını veriyor mübarek. Çeşmenin başına duruyorum, ağzımda lanet olası bir sigara. Sol elim cebimde sağ elimle kalbimi yokluyorum. Kalbim diyorum kalbim işte tam şurada imiş yıllar sonra anladım, sükûnetini koru. Öylesine garip, öylesine tuhaf bir duyguydu ki aldandım. Bu kırmızı fistanlı esmer kızın gözlerine bir baksam yığılıp kalacaktım. Geçen gün kardeşini okula bırakırken görmüştüm ilk kez gözlerini. Ne tanıdık bir şehir ne tanıdık bir kültür ne de tanıdık bir aşk vardı ortada. Ben yıllarca klasik şairleri, Dante’yi, Nedim’i, Baki’yi, edebiyat eserlerini okuyup hayalimdeki aşkı bilcümle tamamladım sanırken nereden çıkmıştı bu iş pat diye? Kitaplarda yazanla aslında bir nevi münasebetli buluyordum bu durumu. İbn Hazm da Güvercin Gerdanlığı’nı sanki benim bu ruh halim için yazmıştı. Ben ki ne zorlu kafiyeleri buldum, ne zorlu mısraları ezberledim, ne zorlu sınavlardan ucu ucuna geçtim olur muydu hiç? (Belki de) Necip Fazıl’dan bir kıta bile bilmeyen bu kıza gönül vermek olur muydu şimdi? Coğrafyanın farklı yerlerine serpiştirilmiş birer tohumdan ibaretti ailelerimiz. O esmer teninde memleketini temsil edebilme kabiliyetine doğuştan sahipken ben sadece cümlenin sonuna iliştiriverdiğim birkaç ünlem ile ifade ediyordum kendimi. Nereliydim, nereliydi bir önemi yoktu şimdi. Hem şiir bilmesin ne olacaktı ki? Biz bildik de ne oldu sanki? Şairleri sevmesin, hangi yayınevi ucuz kitap basar hangisi pahalı bilmesin ne zararı vardı ki? Çeşme başında bütün bunları zihnimden saniyenin bilmem kaçta birinde geçirirken bir kez olsun bakmıyordu zalımın kızı. Karşıdaki kırmızı kök boyayı alıp tezgâha doğru yürürken tabiatıyla harmanlanmış olan utangaçlığını ve gücünü sergiliyordu ortalık yerde. Ne olurdu bir kez baksaydın gözlerinin yeşiliyle gözlerime. Silik bir bakış dahi olsa konsaydı şu yüreğime. Radyo frekanslarından ajanslar verilmeye başlayınca babası muhtar emmi, annesi Fatma teyze pür dikkat kesilmişlerdi. Öyle ya ne oluyordu memlekette, kaç para zam gelmiş idi tütüne…Sesine bir tutam zift bulaşmış gibi yapışkan yapışkan konuşan muhtar emmi hemen “Gızım açıver sesini” dedi. Tezgâhların tıkırtısı kesildi, yeni doğmuş kuzular annelerini emmeye devam ettiler. Bütün bunlar olup biterken ben orada bir hayalet gibi duruyordum. Kimse ne çeşmeden su doldurmaya geliyordu ne de bu zalımın kızı susuyordu. Aynı zamanda içimdeki benle de sürekli konuşuyordu. Bir müddet elim kalbimin üzerinde bekledim. Tekrardan ağır, ağdalı, dokuz sekizliğe inat bir türkü salındı havada, pır diye kalbimin üzerine bir kuş kondu. Zihnimde bülbül ile gül kasideleri gezinirken kalbime bir kuş konması pek hayra alamet değildi ya hayırlısı. Tezgâhlar takırdamaya, gönül telim sızlamaya başladı. Köy meydanında oynayan çocukların hızla topa vuruşu gibi içimdeki huzursuzluğu gizli bir şey tekmeliyor, ardı arkası gelmeyen ataklarla hislerimi tokatlıyordu. Yorgun düşüyordum. Bu kızın dokuduğu kilim değil de ömrümdü sanki. İçerime işliyordu böyle uzaktan bakıp bakıp da ses edememenin hüznü. Dedim ki kendi kendime o vakit sabreyle bu güzelliğin doku(n)duğu kilim belki de onun şen kahkahalarıyla dolduracağı yuvamızın duvarına asılabilir. Ümit etmiştim, kendi kendimi gaza getirmiştim. Ben Karadeniz’in bıçkın delikanlısı Doğulu bir kıza nasıl da ait hissetmiştim kendimi. Böyle olunca da nasıl hayaller kurmuştum öyle. Belki bir çay içerdik nehrin kenarında. Bizim oradaki gibi deniz olmasına da gerek yoktu artık. Belki o kilim dokumaktan yorulmuş elleriyle bardağı sıkı sıkı tutup çayını yudumlarken yıllardır ömrüne şahit olan gözlerine bakarak birkaç dize şiir okur onu da alıştırırdım sonunda. Belki belki belki diye cümleler sıralandıkça beynimde içimdeki kurt adeta büyüyor, büyüyor yüreğim kadar oluyordu. İçimdeki kurt zihnimdeki düşüncenin sembolü olmaktan çıkıyor bana yol göstereceğine yolumdan saptırıyordu. Hani destan yazdırmıştın sen bunca yiğide, hani eriyen dağların içinden geçip yol göstermiştin? Sağ elimin altındaki kütle hızla hareketlenmeye başlıyor, nefesim sinirden çıldırmış bir askere dönüyor, vaveylayı basasım geliyordu güneşin insanı adeta erittiği bu yerde. Buhran, ümitle bir geliyordu. Alnımın orta yerinde şişip şişip sönen bir damar kanımın ne denli deli olduğunu anlatabiliyordu sanırım el âleme. Hem kim ne diyecekti “ne derse desin ülen” diye içimde bir ünleme. Evet sevmiştim, seviyordum, inkar edemezdim, bu zalımın kızını seviyordum işte. Tam bu sırada ağır bir kütlenin düşüşü gibi düşmüşüm yere. Hayalet olmadığım anlaşılmış olsa gerek beni görmüşler, bu güzelin evine getirmişler. Sedire boylu boyunca uzatmışlar. Öyle zannediyorum ki bu sedir onun sıcak yaz günleri gelip oturduğu, üzerinde oya işlediği ve belki de hayaller kurup şarkı söylediği sedirdi. Ben bunları düşünürken elinde bir bardak yayık ayranı ile ömrüme ilişiverdi. Duvarda kökboyasından yapılmış üzerinde iki ceylanın koşuşturduğu bir kilim vardı. O an beni hüzne boğdu. Gözlerimi duvardan, ümitlerimi kaderden alıp dedim ki “Ey güzel yüzünde sakladığın bir ömre kurban olayım, gök yarılsın içine girelim, şahlasın yağız atlar gibi yüreğimizdeki hisler bu yerlerden gidelim”. Güldü, yetti…