Betül Ok – Türkülerde Ev, Evlerde Türkü
Evlerin içinden türküler geçer, türkülerin içindeki evlerden evvel…
Her insanın bir hikâyesi vardır, her hikâyede bir insanın olması gerektiği gibi. İnsan bu hikâyeleri biriktire biriktire kendine ait bir şeyler ortaya koyar. Bazen istemeden bazen isteyerek halini türkü ile arz eder. Evlerin içerisinde odalar, odaların içerisinde hayatlar barınır. Birbirine adeta görünmeyen bir harçla tutuşturulmuş hayat ve insan zamanın içerisinde akar gider. Bâki kalan hoş bir seda demişler ya, işte hoş bir sedadır odaların ve mekânların içinde geçen türküler de. Türkünün yakıldığı yer kah köy odası, kah kahvehane köşesi, kah serin gecede bir ağaç altıdır. Sevgilinin evinin bahçesini es geçmemek gerekir. Gülistandır orası. Kimi gülistanda goncagül olur, kimi goncagüle hâr olur gider demişler. Yanılır, yakılır, sevdaya tutulur yürekler böyle yerlerde.
Bağlamanın yeri her daim bellidir; karşıki duvarın en sağlam yerine yaslamıştır gövdesini. Biliriz duvarı nem insanı gam yıkar, gamlanan yürek acısına türküyü katar. Türkü Türk-i’den gelir ve Türk’e ait demektir. Bir milleti millet yapan dili, dini, kültürü ve türküsüdür. Anadolu’nun ortak mirasıdır türküler. Toplumsal hafızanın işleyen çarkıdırlar. Kültürel mirastır her biri geçmişten bizlere kalan. Bildiğimiz üzere insanların bir araya gelerek oluşturmuş olduğu topluluklar/toplumlar sürekli bir üretim halindedirler. Kültür bireyler eliyle inşa edilmekte, değiştirilip dönüştürülmektedir. Farklılıklar gösteren her kültür içerisinde kendine has notalar barındırır. Türküler de bizim kültürümüzün en kuvetli, en güzel, en armonik notalarıdır. Türkü bir tohum gibi yeşermek, bir hazine gibi saklanmak, duru bir dereden taşınıp akarak yanmış gönüllere ulaşmak için evveli ahirde zorlu yollardan geçmiştir. Türkü aktaranlar adeta sonunda ölüm cezası olan bir mesleği icra edercesine türkülere sahip çıkmış, dikkat etmiş, ona hayatlarında büyük yer vermişlerdir. Neşet Ertaş ve babası Muharrem Ertaş köy köy gezerek anonim eserleri önceleri el ile yazmış, kaydetmiş, notaya almışlar daha sonra da kasetlere kaydetmişlerdir. Bağlama çalmak, bağlamaya gönül vermek için bu aşk ile hemhal olup, “bağlanmak” gerekmektedir. Söz ile sesin buluşmasına aracılık eden bağlama kültürün, geleneğin ve türkülerin taşıyıcısı konumundadır. Bağlama, türkünün evidir. Bağlama, insanın kalbine nüfuz eder ve türküler bu evde vücut bulur. Bağrı yanık aşığın sesine eşlik eder, yardımına koşuverir her ele alınışında. Zaman zaman yâr olur zaman zaman yâren… Bağlama ve aşığın biçare derman arayışıyla türkü oluşuverir. Bağlamanın görevi; söz söylemek, dert anlatmak, derde ortak olmak, çare aramaktır bir nevî. Köylü Abdullah Ağa, Ayşe Nene, Delikanlı Orhan, Gelin Melek derdini dünyaya türküyle haykırmıştır.
Türk Halk müziği ile özdeşleşen bağlama genellikle halk tarafından saz olarak bilinmektedir. Fakat saz müzik aletlerinin tümüne verilen addır. Bağlama ise yalnızca bağlamadır. Uzun ve kısa saplı oluşundan hangi ağaç türüne ait olduğuna kadar ince detayları barındırmaktadır. Bağlamanın çalınış (icra ediliş) şekli de bir kültürel koddur.
Aslolan ne Yardır ne Vuslattır. Aslolan Aşktır, Aşk ile Eve Varmaktır…
Aslolan: Yunus’un Tabduk Emre’si gibi dosdoğru, Kur’an-ı Kerim’de Hud suresinde buyrulduğu gibi dosdoğru olmaktır. Bu doğrulukla eve, aşka/aşığa, aşk vesilesiyle Hakka/hakikate varmaktır. Evler içinde Allah aşkıyla kendinden geçen aşıklar gibi abayı yakmaktır. Aşk var ise elbet menzil de vuslat da vardır. Bu gidişlerin ve deyişlerin hepsi dünyevilikte uhreviliği gören gözlere, sustuğu halde muhabbet eyleyen kalplere, sözlerin içerisinde kaderine teslim olan dil ve yüreklere aittir. Türkü yanan-yakılanın, dillenen-gizlenenin, zahir ve batının, kader ve cilvesinin, ağlayan-oynayanın, hasret çekip inleyen gönüllerin esmasıdır. Ortaya çıkışı çeşitli hikâyelere dayandırılmaktadır. Türkülere hikâyeler yazılması yahut hikâyelerden türküler devşirilmesi ne kadar doğrudur bilinmez. Bilinen tek gerçek; türkünün insanların yüreğinde, hayatında ve aşkında bir yere sahip olduğudur. Her kına gecesinde “yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar” türküsünü elindeki ışıldak tepsiyle söyleyen (çığırtkan) kadın türkünün hikâyesinden haberdar mıdır? Dileğinde, niyetinde halis midir? Âlemin ortasında âleme yabancı gelin türkünün acısına ortak mıdır? Ritüelde baş köşeyi alan bu türkünün hikayesini her gelin muhakkak ki kendisi yazacaktır.
Ev temalı türkülerin çoğunda bir yâr(a) vardır. Öyle ya yâr olurdu da hiç yarasız olur muydu? Eve varmak, varmaktan öte varışı hayal etmek konuşturur aşığı. Evin önünden geçmek, serden geçmek ama yârdan geçmemek vardır kitabında. Evin şekli, yârin simasıyla harmanlanır ve koskaca bir hikâyenin ortasında kalakalır genç yürekler. Binbir gece masalları sönük kalır yanlarında. Küçük Prens’in gezip durduğu alemler yapay bir hâl alır adeta. Aşık sevdiğinin/sevgilinin evi etrafında can veren bir pervane misali dolanır/durur. Karanlıkta aya, yıldıza, taşa toprağa; gündüz olunca güneşe, sıcaktan kavrulmuş böceğe, kuşa, el açan dilenciye, “bir yerlere” yetişmeye çalışan meczuba anlatır durur hâlini. Bir türkü salınır havada: “evlerinin önü handır”. Bu türkü (çoğunlukla olduğu gibi) bir güzele yazılmıştır. Evlerinin önü handır aman yanar da yüreğim külhandır, görmeyeli çok zamandır aman ya bende o güzele yalvarayım mı gelmezse kareleri bağlayayım mı? mısralarıyla başlayıp salınarak gelen bir sevgilinin haberini verir. Bir soruşturma vardır ve çıkış yolu aramaktadır genç. Evlerin önündeki naneden söz açıp yana yana kül olduğunu anlatır. Hayden de hopla da gel, şalvarın topla da gel, cebini yokla da gel diyerek sevdiğini buluşmaya, kaçmaya davet eder. Türkünün hikâyesinden haberdar olmayan biri dâhi aşığın halinden anlar ve ona acır. Aşk her daim vardır türkülerde, aşık ve maşuk. Kimi zaman şiirlerle süslenir yüreğin sesi kimi zaman türkülerle. Evler yörelere göre çeşitlilik gösterir. Türküler içinde bu örneklerin izini sürebiliriz. Tıpkı Asma evden Leylim’e (Asmalıdır Evimiz) de olduğu gibi… Asmalıdır evimiz Leylim yâr, yeni düştü sevimiz leylim yâr, sevda böyle giderse leylim yâr, çatlar ölür birimiz leylim yâr. Bir sevdaya tutulur da adam türkü yakmaz mı? Çoğunlukla sevda türküsüdür demiştik evlerin geçtiği türküler için. Ortak bir acıyı, gurbeti sese söze dökerler. Korkar aşık sevdiğinin başkasına yâr olmasından, kavuşamadan ikisinden birine bir şey olacağından. Leyli, Leyli… Belki Ahmed Arif ’in belki bir başka şairin sevdiği. Belki de kim bilir Kafka’nın Milenası’dır Leyli ya da Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonnasıdır Leyli. Türküdeki Leyli evlerde dolanıp duran bütün genç kızlardır besbelli… Aşk kalbe düşünce dönüşür dünya âlem, bölünür uyku, can ve beden. Şifa arar durur aşık bu nedenden. (Şifa’nın) Şefo’nun Evi türküsü bize “tabiplerde ilaç yoktur yarama, aşk deyince ötesini arama”yı hatırlatır. İlaca meyletmez bu dertten mesut olan, yârı basar yarasına. Şifanın geleceği yer derdin de musallat olduğu yerdir. Bir Rumeli türküsü olan Şefo’nun evi türküsü; aşk(ın) hikayesini anlatır bizlere. Kaleye karşı olan evin duvarındaki çeyizden bahseder. Yandım yâre yâr biçare ben bulamadım gönlüme çare der. Aslolan derttir, dertten mesut olmaktır. Şefo hikâyenin kahramanı olmasına rağmen bütün sevgililerin silüetini andırır dere kenarında, kale duvarının dibinde. Yanmak vardır gecelerce yanmak, öyle bir yanmaktır ki zaman geçtikçe yâr dahi biçaredir aşık karşısında. Her zaman ağlatmaz kavuşamamayı ve ayrılığı anlatan türküler. Ana beni eve(ver)sene türküsü gibi…Köy hayatının ve yerleşkesinin nüvelerini taşır bu türkü. Bir gencin (belki de babasından çekindiği için) annesine evlenmek isteyişini muzip şekilde dile getirişini anlatır. Evlenmek ki ev kurmaktır. Everilmek sanki üstü kapalı bir evrilmeyi de içerir. Bakır kaplar kalaylansın, şu odada bir mum yansın, uyuyan bahtım uyansın, ana beni eversene diyerek genç kaderini kendi eliyle yazmak ister. Halini beyan eder. Gelin almak bahtiyarlık, olmaz olsun şu bekarlık diyerek isteğini açıkça ifade eder. Ev ile evlenmek arasında karşılıklı bir bağımlılık vardır. Birbirini üreten ve var eden gerçeklik olarak evlenme olgusu (bir) eve çıkmayı, ev kurmayı, yuva yapmayı de içerisinde barındırır. Şu Samsun’un evleri türküsünde de bir kavuşma ve beraber hayat sürme arzu görülür. Yörenin hareketli türkülerinden birisidir. Bölgenin hem coğrafi hem de kültürel özelliklerini tek celsede anlatabilmektedir. Şu Samsun’un evleri, kız kaldır peçeleri mısrasıyla bir anlam bütünlüğü yakalanmasa da ritim ve kafiye açısından bir tamamlama söz konusudur. Pınar susuz olur mu dibi kumsuz olur mu şu dünyada sevenler kavuşmazsa olur mu diyerek yine bir evlilik ve vuslat dile getirilmiştir. Kavuşma, ayrılık, ölüm, düğün hayata dair ne var ise türkünün içerisinde yer alır. Bu türküde vuslat teması işlenmiştir. Varaydım baban evine türküsünde; alaydım elin elime varaydım baban evine, kurbanam dudu diline, gurbanın olam yâr senin hayranın olam yâr olam yâr senin diyerek bütün özlemlerin, hayallerin “o ev”e varmak için olduğunu anlarız. Kahveyi içmek, kızı istemek, ev olmak içindir. Babanın karşısına geçip “o güzeli” türküler gibi sevdiğini söylemek içindir. Güzel olan sevilir, sevilen güzelleşir. Ne demiş şair Arif Nihat Asya; Hastalık, sevgisizlik, öksüzlük/ Neler geçirdim ben!/ Çıkabilseydi bir “güzel” diyecek/ Güzelleşirdim ben!..Güzelin adı Ayşe, güzelin adı Fatma, güzelin adı Hatçe…Hatçe’nin öyküsünü anlatır bir türkü de. Denizin dibinde Hatçam demirden evler, ak gerdanın altında da çiftedir benler derken sevdiğini ne kadar iyi tanıdığını, hayalindeki bilcümle aşkı anlatmaktadır aşık. Kınalı parmaklardan beyaz ellere bir süzüş, yoldan geçişin, dönüşün hikâyesi dilleniverir birden. Dalga dalga dalgalanan Hatçe’nin saçı mıdır, denizin dalgası mıdır bilinmez. Yüreği yaralı aşık Hatçe’yi görüp aşık olanlardan usanmış “Hatçe’yi görenler aman sevdalanıyor” diyerek bunu dile getirmiştir. Güzellerin evlerinin önü kutsal bir mekândır. Evlerinin önü Mersin: Ağır, ağdalı bir türkü olmasına rağmen içerisinde bir aşığın gönlünde esen fırtınaları çok net dile getirmektedir. Bir başkaldırı, uzaktan birine seslenircesine gırtlağı zorlama vardır. Yâr burada “kadın”ım olmuştur. Mevla’m seni bana versin diyerek dua edilir, medet umulur. Al hançeri kadınım vur ben öleyim, ah kapınıza bidanem kul ben olayım diyerek yiğit yiğitliğinden geçer. Aşka yenik düşer. Evlerinin önü susam, ah su bulsam da kadınım çevremi yuğsam, açsam yüzün baksam dursam, al hançeri kadınım vur ben öleyim ah kapınıza bidanem kul ben olayım.
Ev; çoğu şairin mısralarına oda oda yayılmış gerçek(lik) Sezai Karakoç’un “Balkon” ile Behçet Necatigil’in “Evler” şiiri bunların başlıcaları. Ev ki bir mabet; bazen yalnızlığın bazen huzurun bazen ibadetin mabedi… Dört duvar, ev ki hayatımızı şeffaf bir tül gibi sarıp sarmalayan dört duvar… Eve sığ(a)mamak, evden taşmak, evde kalmak, evde beklemek, eve sahip çıkmak, evden atılmak, evde saklanmak ve yaşlanmak…Evde ses ruhta sestir, evde ölüm evrende ölüm… Kapılar eli kolu. Anahtarla kilidin dostluğuna karşı kat kat yığılırlar insanın üzerine, bazen de kat kat açılırlar gökyüzüne… Evde misafir kader kitabına gizli bir el tarafından atılmış hafif çentik…Evrenin ufacık bir noktasına temas eden varlık tecellisi… Evde gece, evde gündüz, evde düğün, evde bayram, evde cenaze, evde acı, evde sevinç bütün zıtlıkların adeta birer molekül gibi içeri doluştuğu ama velakin birbirine temas etmediği tek mekân. Bahsettiğim ev ve belki de bir oda hayatın içerisinde kaç an varsa hepsini barındıran adeta bir kainat prototipi. Ansızın birleşen hayatların, yoldan geçen bir “evsiz”in, kapı komşunun, yaşlının, gencin ve en önemlisi de çocuğun buyur edildiği yer. Çocuklar evleri (ne)şenlendirirler. Evlerin balkonlarında, evlerin önlerinde, kaldırımlar üzerinde “evcilik” oynarlar. Bazen evlerin balkonlarında /“dan”/ vurulurlar. Belki de ondandır Karakoç’un Balkon şiirinin sonunda “Alnından öpmeye gidiyorum/ evleri balkonsuz yapan mimarları” demesi kim bilir? Şaire acının bir resmini çiz deseler bir balkon, bir cumba yapıp ayağından sallanan bir çocuk çizer belki de sarmaşıkların arasında öylece kalakalmış. Necip Fazıl’ın kaldırımları arşınlarken yaşadığı o ürkekliğin bir yerinde, kaldırımların temelinde bir ev bulunması tesadüf müdür? Gecenin karanlığında birbiri üzerine yığılmış onca ev… Yaşıyor ve yaşlanıyorlar her daim. Evler ki gecenin içinde birer deniz feneri bazen, bazense dediği gibi Fazıl’ın “Gözlerine mil çekilmiş bir ama gibi evler.”
Türkülerin içinden geçtiği, içinde türküler geçen evler genellikle köy evleridir. Çeşme/pınar başı, fırın yanı, bahçe, yonca, sarmaşık hep doğal hayatı ve kırsal yaşam biçimini ifade eder. Evlerin de kültürler gibi dönüşmesi şüphesiz kaçınılmazdır. Vefakat bu dönüşüm ve değişim beraberinde bir “yıpranma”yı da getirmiştir. Evlerin geçirdiği dönüşüm ve “kentlileşen hayaller” ile birlikte hayatımız ve ifade şekillerimizde değişmiştir. Evlerin önü, kapılar güvenlik nedeniyle ko(vul)runmuştur. Aşık artık evin bahçesinde görülmemektedir. Bu sebepten “şehir türküsü” diye bir şey oluşmamıştır diyebiliriz. Şehir -hayatı- “kendi” gerçekliklerini üretmiştir. Buna karşılık köyün/kırsalın türküsü “bizim”dir. Hepimize hitap eder ve hepimizin meramını anlatır. Bahçeli evler yerini birbiri üzerine çıkmış apartmanlara bırakınca insanlarda buna göre dertler peydahlanmaya başlamıştır. Yârin ve yaranın ifadesi değişmiş, evlerden söz edilmez olmuştur. Türküler geçmişe rağmen geçmeyen bir “insanî kaygıyla” devamlılığını sürdürmektedirler. Her şeye rağmen aşkın, sevdanın, ayrılığın türküsü aynı kalmıştır. Evler dönüşse bile evlerin içindeki aşıklar dönüşmemişlerdir. Türküler bu yüreklerde yaşamaya devam etmişler ve edeceklerdir. İnsan hâli diye bir şey vardır. Hâl: an içinde an düsturuna rastgelir. Arz-ı hâl, insanın ifadesi ve iradesidir. Türkü de insanı, insanın hâllerini ifade eden bir gerçekliktir. Hâli beyan zor iştir. Gönül evinde neler gizlidir? Gönlün evi de vardır türküde geçtiği gibi. Neşet Ertaş’ın babası Muharrem Ertaş için yazdığı Deli Boran türküsünde: O dertli bakışlım, gönlü kederlim, feleğin elinde sinesi taşlım, o dertli bakışlım, gözleri yaşlım, gönül evi yıkık viranım nerde?… denilmektedir.
Evsiz ise başlıca bir toplumsal tiptir. O, daimi gurbettedir, var(a)mamıştır, varış halindedir. Barınacak, sığınacak, ısınacak ve yatacak yerleri olmayan kişidir. Evsiz olmak kader midir, aşılabilir mi bilinmez ama evsiz olmak eksik olmaktır bilinir. İnsan ki âlem içinde bir garip yolcudur ve o da evsizdir. Bu yolculuğuna ve evsizliğine rağmen durup dinleneceği bir (geçici) konağı olmalıdır. Kendinden izler taşıyan, emek verilip alınan, içinde insanın geçmiş ve bugününü barındıran…
Evlerin(in) önü: yukarıda da bahsettiğimiz gibi kutsal bir mekândır türkülerde. Sevilenin salınıp gittiği ve aslında gitmeyip bir yel gibi savrularak -mekân değiştirmesiyle- kokusunun havada asılı kaldığı yerdir. Yârin görülme ihtimalinin en yüksek olduğu meydandır orası. Evin önü yârin gönlüdür bir nevi. Ne olup bitiyor, sabahın seheri ne getiriyor, kimler gelip kimler geçiyor ve her şeyden önemlisi gönül kimi arzulayıp meşk ediyor burada(n) anlaşılır. En güzel vuslat evin önünde gerçekleşir. Öyle “ellerimde çiçekler kapında sırılsıklam” değil, “evlerinin önü yonca yonca olmuş diz boyunca” diyerek, Brenna MacCrimmon’un “evlerinin önü gül ve dikendir, gül kıymeti bilen sevda çekendir. “ dediği gibi…
Şu dünyada varılacak/varılması gereken/sığınılacak en güvenli yerdir orası. Penceresi, sofrası, sofası, genci, yaşlısı, hastası, sağlıklısı, suskunu, meraklısı, aşığı, bahtsızı, gideni, kalanı, hayatın eksilen ve tamamlanan yanı… Evlere gidiniz, evlere giriniz, evlere varınız, evleri şenlendiriniz. Evleri “sevgiyle” şereflendirip hüznü perdelendiriniz. Evleri şiirle, türkülerle beslemek için geceyi beklemeyiniz. Gözyaşının yeri tenha bir köşe olmasın hiçbir zaman. Kendinize ulu orta bir meydan seçiniz. Oda ve ev size ait hikâyelere şahit olsun. Evinizde kendinizi anlatan bir türkü dinleyiniz. Bir güzel seviniz, bir güzeli güzelce seviniz, sevininiz. Evlerin içindeki türkülere, türkülerin içindeki evlere kulak veriniz…