Mustafa Sâdık Er-Râfii – İki Çocuk
Mütercim: Murat Göçer
Bu saatte yeryüzünde sadece evlerine dönen geç kalmış insanlar ve akşam oturmasına gidenler vardı. Gündüzden kalan son aydınlık da istirahat yerine doğru çekilmekteydi. Tam kavşakta o ikisini gördüğümde korkuyla kıvrandım. Yılanın, sokacağı kişinin üzerine sıçraması gibi kalbimin sarsıntısı bütün bedenime sıçradı.
Gece ailesini kaybetmiş iki çocuk, yolun kenarından kırılgan ve boynu bükük yürüyorlardı. Yorgunluk ve yavaşlıkları sebebiyle sen onları hiç yürümüyorlar, daha da ötesi sürünüyorlar zannederdin. Sanki ikisi de duruyor gibiydiler. Büyük olan, kız çocuğuydu ve yaşını parmaklarıyla beş olarak sayabiliyordu. Küçüğü ise henüz üç yaşında bir erkek çocuğu idi. Gecenin karanlıklarına doğru ilerliyorlardı. Evlerini aramaktan yüzlerini keder kaplamıştı. Onların yüzündeki keder ancak yeni yerler aramak için karanlık denizlere açılmış ve kaderin kendilerini felaketlere sürüklediği insanların yüzlerinde görülebilir.
Sen onların küçük gözlerindeki korkuyu fark edebilir, etraflarına yaydıkları korkuyu görebilirdin. İkisi de sağlarındaki ve sollarındaki evlerde kendileri gibi korkmuş çocuklar var zannediyorlardı. Sürüsünden ayrılmış ve damarında kanın normal değil, kurt korkusuyla dolaştığı koyun gibi bir o yana bir bu yana dönüp duruyorlardı. Beraberce yoldaki ışığın peşi sıra sürükleniyorlardı. Sanki lambaların ışıkları küçük kalplerinin yolu idi.
Gecenin karanlığında iki yalnız çocuk… Yeryüzünde hiçbir gece, uyuyan çocuğun gecesinden daha sakin ve meşakkatsiz değildir. Yeryüzünde evini kaybetmiş bir çocuğun gecesinden daha kötü bir gece bulunabilir mi? İkisinin de hayalleri uyumuş ama korkunç ve karanlık gerçekleri görmek için uyanmıştı gözleri. Kaybolmuşlardı ama zannediyorlardı kaybolan evleri idi. Zerre ağırlığınca idi iki çocuk ancak omuzları dağlar kadar korku yüklenmişti.
Ey kendisinden başka ilah olmayan Allah’ım! Gazabından bir noktaya benzeyen gecenin ortasında bu iki küçük karıncanın senden başka kimi var? O ikisini bu kayboluşun ortasına gören gözler için küçük bir ibret tablosu olarak çıkaran, kalplere en büyük hakikati ilham eden sensin. Sen o iki çocuktan bir tablo sundun insanlığa. Keşke yetenekli bir insan olsa da o tablonun resmini çizse. Kalbin üzüntülerini derlese, başından sonuna meçhul tesadüfler yolunda rahmetin göğsüne yaslanarak yürüyen sevginin tablosunu resmetse. O ikisinde aileden uzak kalışın boynu büküklüğü, insanlar arasında kaybolmanın üzüntüsü ve tabiatın karanlığı ve iç sıkıntısı vardı.
Küçük kızı gördüm. Küçük kardeşine karşı tam bir annelik içgüdüsü uyanmıştı. Kardeşini elinden kavramıştı. Sanki o, kaybolduğunu anladığı andan itibaren kardeşine yanında olduğunu, beraberinde o varken kaybolmayacaklarını hissettirerek güven vermeye çabalıyordu. Kardeşinin omzunu göğsüne dayamış yürüyordu. Bilemiyorum; belki düşmesin diye kardeşinin yükünden birazını yüklenmek, ya da korkmaması için desteğiyle onun cılız bedeninden daha büyük görünmesini istiyordu. Belki de kalbindekileri dili ile ona anlatamıyordu da onları dokunarak kardeşine iletmek istiyordu. Ya da bunlardan hiçbirisini düşünmüyordu. Ancak kız, tabiatına yerleştirilmiş olan korunma duygusuyla küçükkardeşinin erkekliğine sığınıyordu.
Bizim hizamızda durunca ufaklık, kalbine merhametsiz acılar dolduran yüzlerimizi yetim bakışlarıyla süzdü. Birçok yüz seyretti ancak içlerinde Allah’ın yarattığı insanlar içerisinde sadece anne babasının yüzünde gördüğü sevimli insan tipi yoktu. Bu iki çocuğu görünce onları bağrıma bastım. Kalplerindeki hüznü karınlarının tokluğu ile geçiştirdim. Bütün acılarını birazcık tatlı ikramının içine gömdüm. Doydular, gülmeye başladılar, yeni ve emin bir hayata kanat çırptılar.
Biz bu haldeyken sanki yolun bütününü kuşatan, karanlık gecenin ruhu gibi gelmekten olan bir karaltı belirdi. Onun ne olduğunu seçebildim. Bir de ne göreyim; iki kanadını çırparak süzülen bir kuş misali süzülen, içini yakan güç ile uyumlu bir kadın. Bize baktı, özleminden belliydi, çocukların annesiydi. Çocuklarına doğru kanat çırptı, sanki kalbinin gücü ile çocuklarını kapıvermek istiyordu. Bildim çünkü kalbinde var olan sevgi yüzüne, çocuklarına bakışına yansımıştı. Ayakları altına cennetin konulduğu annenin suretine bürünmüştü.
Annelerini görünce çocuklar sevinç çığlıkları attılar. Ellerini çırptılar kanat çırpar gibi. Anne bedeniyle, gözyaşlarıyla ve öpücükleriyle yavrularının üzerine kapandı. Her bir parça tek bir bedene dönüştü. Kollar kollarla kenetlendi, bedenlerinin büyüklüğünü ve küçüklüğünü belki ayırt edebilirdin ama üçü arasındaki sevginin anlamını ayırt edemezdin. Anne bir çocuğa dönüştü. Tarihin değiştiği ayırt edici zamanlardan bir zamanda sanki onun tarihi yeniden başlıyor gibiydi.
1881-1937 tarihleri arasında Mısır ’da yaşamış olan Mustafa Sadık er-Rafi ’î, Arap nesrinin makale, hikaye, deneme, edebiyat tarihi vb. gibi türlerinde ilgi çekici çalışmaları ile tanınan başarılı bir ediptir. Çağdaş Arap nesrini klasik dönemlerdeki üslûbu ile kullanmaktaki ustalığının yanısıra Mustafa Sadık aynı zamanda “Divan” sahibi bir şairdir. Edebiyat alanındaki şöhretine ve verimliliğine rağmen, Mustafa Sadık, yazılarında ve özellikle sevgi konusuna dair duygu ve düşüncelerini yansıtan eserlerinde anlaşılması hayli güç bir yazardır.