Cahit Suci – Üçüncü Sıra ve Kırmızı Gül
Artık liseliydi. Yeni bir okula gitmenin heyecanı ve yapısından gelen ürkeklikle listede isminin okunmasını duymak için kulaklarını daha bir dikkatle açmıştı. Önce okul müdürü konuştu. Ama ne konuşma. Yüksek bir ses tonuyla ‘şunları şunları yapacak, şunları şunları yapmayacaksınız’ emir kipiyle canına okudu çocukların. ‘Hoş geldiniz’ demek, ‘sizleri seviyoruz’ demek, ‘okulu birlikte yöneteceğiz’ demek, ‘biz bir aileyiz’ demek, ‘sizlere değer veriyoruz’ demek öyle kolay söylenecek sözler değildi elbette ki. Yap, yapma sarkacı içerisinde, yap ve yapma türevlerini sayıp dökmek işin kolay tarafıydı. O da onu yapıyordu.
İsmi okundu sonunda, A şubesindeydi. Diğer A şubesine düşenlerle bir sıra olundu. Sıraya hemen geçti. Ürkekliği daha da arttı. Bu sefer korku da eklenmişti ürkekliğine üstelik. Hatta hafif titreme de baş göstermişti. Kimseye belli etmemeye çalışıyordu. Bu tür durumlarda yüzü hep pembeleşirdi. Yine öyle oldu. Ve sınıfa girdiler. Cam kenarındaki baştan üçüncü sıraya geçip oturdu. Birden bir rahatlama hissetti. Oturduğu sıra sanki ona ‘hoş geldin’ demişti. Garip bir duyguyla irkildi birden. Sonra ‘hoş bulduk’ kelimesini gayri ihtiyari ağzından çıkarıverdi. Bu rahatlamanın verdiği güvenle etrafına bakındı. Camdan dışarı baktı önce. Okulun bahçesi yeterince büyüktü. Genişçe bir beton alan, sıra sıra ağaçlarla çevriliydi. Daha ilerisi ise bahçeyi çevreleyen büyük büyük taşlarla yapılan duvardı. Duvarın arkasında ise beton yığını binalar… Zevksiz, estetikten yoksun, ucube renklerle boyanmış hepsi. Binaların arasında sıkışıp kalmış cumbalı ahşap bir yapı ve önünde bakımsız bir bahçe gözüne çarptı. Beton yığınları arasında can çekişiyor gibiydi adeta. Haykırıyor fakat sesini kimseye duyuramıyordu. Yılgın, küsmüş, mahcup bir hali vardı. Terk edilmiş izlenimi veriyordu ilk bakışta. Bahçe kapısında dolaşıp duran birkaç tavuk ve içeri girip çıkan bir iki çocuk hayat emarelerinin var olduğunu gösteriyordu. İçini çekti birden Hasan. Artık ne düşündüyse, o ev ile nasıl bir bağlantı kurduysa…
Sıraya döndü sonra, incelemeye başladı onu. Birkaç ufak tefek çizik dışında oldukça düzgündü. Kim bilir kimler gelip geçmişti bu sıradan. Ya da gelip geçecek olanlar. Böyle düşünürken sıranın ‘doğru söylüyorsun kimler gelip geçmedi ki’ dediğini duyar gibi oldu ve bir kez daha irkildi. Daha sonraları ise sıra ile adeta arkadaş oldu ve onunla konuşmaya devam etti. İlerleyen günlerden bir gün, sıra ‘Hasan, sana bu sınıftan gelip geçenlerden bahsedeyim mi?’ diye sordu. Hasan ‘elbette’ diye cevap verdi.
Bir öğretmen geldi, biyoloji öğretmeni idi. İsmi Kadir’di zannedersem. Ders, müfredat ve işleyiş hakkında bilgi vereceğini söyledi önce. Fakat ‘bu fasla geçmeden bir tanışma yapalım birbirimizi tanıyalım ki faydalı olabilmenin yolu açılmış olsun’ dedi. ‘Size üç soru soracağım ve her bir soru hakkında 5 dakika konuşmanızı isteyeceğim’ diyerek ilk soruyu sordu. ‘Kim 5 dakika içerisinde kendisi hakkında bilgi verecek.’ Sınıfta birden gülüşmeler oldu. ‘5 dakika ne ki hocam biz yarım saat konuşuruz’ bildik edasıyla cevap geldi sınıftan. Hoca ‘muhakkak öyledir fakat yine de ben 5 dakika konuşmanızı istiyorum’ karşılığını verdi ve tekrar etti ‘kim kendisi hakkında 5 dakika bilgi verecek, kendisini bize anlatacak.’ Sınıftan cevap yok. Hoca ısrar edince bir kişi parmak kaldırdı ve tahtaya çıktı. Konuşmasına başlamadan önce hoca bir başka öğrenciye saat tutmasını söyledi. Adı Mikail olan öğrenci başladı kendisini anlatmaya. Nerede doğduğunu, anne babasının ne iş yaptığını, kaç kardeş olduklarını, hangi ilköğretim okulundan geldiğini ifade etti ve sustu. 70 ya da 80 saniye olmuştu daha. Hoca ‘hadi’ dedikçe Mikail’den ses çıkmadı. Yani anlayacağınız tıs yok. Onu takip eden birkaç öğrenci daha söz aldı fakat 2 dakikayı geçen olmadı. Hemen hemen aynı şeyler tekrarlandı durdu. Hoca ‘peki’ dedi ve ikinci soruya geçti. ‘Arkadaşlar ikinci sorumuz şu, kim doğup büyüdüğü, havasını teneffüs ettiği, yaşadığı yer hakkında 5 dakika konuşacak.’ Söz alan yine olmadı. Hocanın ‘medeni cesaretinizi toplayın ve konuşun’ ısrarı üzerine bir iki kişi söz aldı. Hey hat ki yine kayda değer bir şey çıkmadı. En fazla konuşan 1.5 dakika konuştu. Sıra üçüncü soruya gelmişti. Önce ‘İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif hakkında kim 5 dakika konuşacak’ diye sordu. Sonra başka tarihi şahsiyetlerden bir ikisini daha. 3-4 öğrenci söz aldı, klişe birkaç cümleyi 1 dakikayı geçmeyen zaman diliminde ifade edip oturdular. Öğrenciler halen daha işin gırgırındaydı. Hoca sözü aldı. Soruyorum size ‘kendisini tanımayan, ifade edemeyen, çevresinden habersiz, tarihini, kültürünü, değerlerini bilmeyen bir gençlikten ne olur?’ Bu söz soğuk bir duş etkisi yaptı sınıfta. Kıkırtılar, gülüşmeler bir anda kesildi. Sessizliğe büründü ortalık. Hoca öyle bir ders verdi ki anlayana aşk olsun.
Sıra konuşmaya devam etti. Bak Hasan İlhami adında biri vardı. Hep cam tarafa olan kısımda otururdu. Davudi bir sese sahipti. Çok güzel şiir okurdu. Onunla da iyi arkadaştık. Ara sıra üzerime kurşunkalemle çizik atması dışında fena bir öğrenci değildi. Bir okul gezisine katılmıştı. Çanakkale gezisi. Dönüşte beni de çok etkileyen bir hadiseyi anlattı. Çanakkale’de Gelibolu Yarımadasını gezerken Şehitler Anıtı’nın önüne gelmişler. Herkes anıta yoğunlaşmışken birden bizim İlhami o davudi sesiyle başlamış Çanakkale Şehitlerine adlı şiiri okumaya. Şiiri öyle bir okumuş ki mahallin ruhaniyetinin de etkisiyle dinleyen herkes neredeyse hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış. Daha önceden planlanmış bir durum olmadığından adeta 8.4 şiddetinde bir deprem etkisi yaparak ayakları üzerinde duran herkesi sarsmış bu durum.
‘Orta sıranın beşinci sırasında oturan oldukça edepli, uzun saçlı, ciddi görünümlü Serpil adında bir kız vardı.’ Diye söze başladığında Perşembe günü öğlenden sonra ikinci teneffüstelerdi. Hasan’ın ruh halinin ağlamaklı olduğunu hissetmesine rağmen sözlerine devam etti. O ciddi görünümü altındaki güzellik bizimkinin aklını başından aldı. Artık ne gecesi gece, ne gündüzü gündüzdü. Onu görünce ayaklarının bağı çözülüyor, sarsıntı geçiriyor ve düşecek gibi oluyordu. Cumartesi-Pazar onu göremeyeceğinden Cuma gününün gelmesini hiç istemiyor, Pazartesi gününü iple çekiyordu. ‘Göğsümde bir ateş topu var’ diyerek gizli gizli çok ağladığına şahit oldum. Aşk dedikleri bu olsa gerek diye düşündüm. Elimden bir şey gelmiyordu. Onun bu haline çok üzülüyordum. Erkeklerle bile zor konu şan, kızarıp, bozaran Adnan, kızlarla hele hele Serpil ile mümkün değil konuşamazdı. Konuşmasını bırak, konuşmaya yeltenmesi bile düşüp kalmasına yetecek sebepti. Bir gün dışarıda görmüşte, kendisini köşedeki çay ocağına zor atmış. Yaz tatillerinde belki görürüm ümidiyle kızın oturduğu binanın bulunduğu sokaktan geçmek istemiş, ama bir türlü cesaretini toplayıp adımını sokaktan içeriye atamamış. Cesaret bulduğu zamanlarda ise ‘ya beni görürse’ tedirginliği ile içini yiyip bitirerek sokağın diğer başını bulurmuş. Gelir bana anlatırdı. Bir gün karşısına geçip, gözlerinin içine bakıp eriyip gitmeyi umut ederdi. E umut fakirin ekmeği değil miydi? Bak şurada gördüğün gözyaşı izleri ona aittir. Gördün mü?
Bir gün kimin aklına geldiyse sıraların yerlerini değiştirdiler. Cam kenarında baştan üçüncü sıradayken birde baktım orta sıranın en arkadan bir önceki yerdeyim. Önce yerimi garipsedim. Ancak yapacak bir şey yoktu. Kaderime boyun eğdim. Zaten yılsonuna yakın bir zamandı. Ha yılsonları hep içim hüzünle dolar. Uzun bir zaman öğrencilerden ve öğretmenlerden ayrı kalmanın hüznüdür bu Hasan.
Yeni yılda öğrenciler geldiğinde bu seferki misafirim yerinde duramayan, sağa sola sataşan, hep konuşmak isteyen kendini bir türlü bulamamış izlenimini veren Tayfundu. Bu tayfundan çok çektim, onu bir türlü dizginleyemedim. Ne yaptım ne ettimse fayda vermedi. Ben onun kadar azar işiten, onun kadar dayak yiyen birini görmedim. Bütün hocalar ondan muzdaripti. Ama bir o kadarda sevimliydi. Yıllar sonra bir bisikletle yaptığı kaza sonucu feci şekilde can verdiğini duyduğumda çok üzülmüştüm.
Adaşın olan bir hasan vardı. Önceleri kapı kenarının orta sıralarında oturuyordu. Sonra bana misafir oldu. Zeki ve çalışkandı. Hep düşünen bir hali vardı. Hayvanları çok severdi. Kısa sürede konuşmakla zevk duyduğum bir sırdaşım oldu. Dışarıda yaralı kedi- köpek yavrularını tedavi ettiğini ve bazılarına cerrahi müdahalelerde bulunduğunu anlatırdı ki, gözlerinin içi gülerdi. Bambaşka bir insan olurdu onları iyileşmiş gördüğü günler. Bunu hemen anlardım. Tabi tıp fakültesini kazandı. Sonraları iyi bir cerrah olduğunu duydum.
İki ya da üç yıl geçti. Yine sınıfta bir hareketlilik bir hercümerç ve ardından yeni bir düzenleme. İşte yine cam kenarı üçüncü sıradayım Hasan. Sana anlatacağım daha o kadar çok şey var ki derken Hasan’ı başını yine cama doğru çevirmiş gördüm. Zevksiz, estetikten yoksun, ucube renklerle boyanmış beton binaların arasında sıkışıp kalmış cumbalı ahşap bir yapı ve önünde bakımsız bir bahçeye bakmaya başlamıştı bile.
Hasan o kadar dalmıştı ki ne sınıfta olduğundan, ne sıranın kendisiyle konuştuğundan haberi vardı. Hasan’ın gözü cumbalı ahşap bir yapının önündeki bakımsız bahçenin içindeki ‘beni gören yok mu?’ diye haykıran kırmızı güle takılmıştı. Sahi ben bu gülü daha önce niye görmedim.