Cem Ergener – Bernhard, Psikanaliz ve Poetika
Soru, Ahmet Sarı’nın akademik çalışmalar da yapan bir şair-öykücü mü, yoksa şiirler vöyküler de yazan bir akademisyen mi olduğudur. Türkiye’deki entelektüel kesimin akademiye ve bilimsel çalışmalara çok da rasyonel olmayan bir biçimde mesafeli durduğu, özellikle sanatçı çevrelerin “akademisyen” olmaya ya da akademik çalışmaların geneline eleştirel ve hatta küçümseyici bir bakış yönelttiği bu işin içinde olanlarca malumdur. Esasında bunun çok fazla bizim ülkemize mahsus bir durum olmadığını da belirtmek gerekir. Temelde bilimin amaç ve yöntemleri ile sanatın amaç ve yöntemleri birbirine karşı mesafelidir. Bu da son derece doğal bir şeydir. Fakat mutlaka irdelenmesi gereken bu meselenin, bize mahsus bir tarafının da olduğunu düşünmek mümkündür. Mevcut bilimsel bakışın bu topraklarda üretilmemiş olması, ilimle bilim arasına girmiş olduğunu düşündüğümüz mesafe meselesinin bize özgü yönelimlerini içerir.
Daha çok bilimsel incelemeleri ve çevirileri ile bildiğimiz Ahmet Sarı, bir süre sonra şiir ve öyküleri ile edebiyat dünyasında görünmeye başladı. Şiir ve öyküleri, adeta bilimsel çalışmalarının belli bir mertebeyi aşmasını, belli bir noktaya ulaşmasını beklemişlerdi. Belki yazılıyorlardı ama yayımlanmıyorlardı; belki de bu bilimsel çalışmaların verdiği stres bitince, önceki dönemlerde içten içe kurgulanan çalışmalar kâğıda döküldüler.
Ben Sarı’nın öyküleri üzerine bir şeyler yazmayı planlarken, editör, yazarın bilimsel çalışmalarına eğilmemi isteyince iyiden iyiye afalladım. Bu sefer oturup, bilimsel çalışmalarına yeniden göz atmam, hatta bazılarını ilk kez okumam gerekti. İlk belirlemem, Ahmet Sarı’nın bir edip, bir sanatkâr olarak, bilimsel dili “ıskalamaması” ve “kanırtmaması” oldu. Iskalamak demek, özellikle eski dönem akademisyenlerde görülen bir öznelleştirme hatası. Bilimsel bakışın gerektirdiği nesnelliğe yaklaşamamak, dili şahsileştirmek, öznelleştirmek… “Kanırtmak” derken ise, genel okurla bağlantısını zayıflatacak kadar ileri derecede bir alıntılama, dipnotlama ve terimlerden yararlanma eğilimini kast ediyorum. Sarı, bilimsel dili ıskalamıyor; peki kanırtıyor mu? Belki alıntıların oranını biraz fazla tuttuğunu söyleyebiliriz. Ancak bunun dışında, Sarı’nın bilimsel çalışmaları bir inceleme kitabı keyfiyle de okunabilir. Bir düşünce kitabının tadını da verebilir.
Ahmet Sarı’nın bir Alman Dili ve Edebiyatı uzmanı olarak, yoğunlaştığı konuların başında Thomas Bernhard geliyor. Sarı, Thomas Bernhard’ın Şiir Dünyası adlı kitabında şairliğini dokuz ana tema etrafında topluyor: “Şiir, Tanrı, Ölüm, Doğa, Beden, Şarap, Anne, Baba, Siyah…” Bunları şairin şiirlerinden örneklerle açımlayan Ahmet Sarı, incelemesinde ayrıca Bernhard’ın diğer kitaplarındaki şiir izleğinin nasıl işlendiği sorusunu cevaplamaya çalışıyor. Sarı, Avusturyalı şairin şiirleri üzerine yaptığı incelemede, “Avusturya insanı” kavramını temellendirip Bernhard’ın bu kavramla ne kadar örtüştüğünü irdeliyor. Sarı’nın ayrıca onun eserlerindeki normaldışılığı irdelediği Sanat ve Normaldışılık kitabı, sanatla normaldışılığın ilişkisini ortaya koyması açısından önemli bir eser.
Ahmet Sarı’nın inceleme alanlarından biri olan psikanaliz konulu iki kitabı mevcut: Masalların Psikanalizi ve Psikanaliz ve Edebiyat. Psikanalizle ilgili bu kitaplarında, bu kavramı derin bir biçimde temellendirip Türk ve Alman Edebiyatlarından örnekler veriyor. Sarı’nın incelemelerinin Türk okuru için en faydalı tarafı, çok az şey bildiğimiz Alman edebiyatını bizlere açıyor ve bizim edebiyatımız/edebiyatçılarımızla kıyaslıyor olması. Batı edebiyatlarından yapılan çevirilerin önemi ve anlamı üzerine konuşmak gereksiz; ama bu edebiyatların arka planını Türk okuruna açacak teorik kitapların dilimizde çok fazla neşredildiğini söylemek güç. Bu edebiyatların edebi figürleri için hazırlanmış biyografiler, edebi kişilik çözümlemeleri, metin incelemeleri, edebiyat tarihleri dilimizde oldukça yetersiz. Yazarın esasında bütün incelemeleri bu boşluğu doldurmaya yönelik. Psikanaliz üzerine yaptığı incelemeler için de aynı durum söz konusu. Ayrıca bizim ediplerimizle kıyaslanarak anlatılması da bir başka avantaj teşkil ediyor.
Sarı’nın bir mukayeseli edebiyat çalışması da, Türkçede ve Almancada oluşturulmuş poetikalar hakkında yazdığı Türk ve Alman Poetikasının Kitabı adlı eseri. Dilimizde yazılmış poetikalar hakkında çok şey biliyor olabiliriz; ancak Alman poetikalarının incelenmesi ve sonuçta bize bir mukayese alanı yaratılması kendi edebiyatımız üzerine düşünmemizi kolaylaştırıyor: Zaman zaman kendi edebiyatımızı gereğinden fazla eleştirdiğimizi ya da hakir gördüğümüzü fark ediyoruz; -zaman zamansa ve çoğunlukla olduğu gibi- bizdeki “cevher”lerin köklerinin çok uzaklarda olduğunu…
Bitirirken bir not: Çevremde “akademisyen-yaratıcı yazar” tiplemesine uygun çok dostum var. Dolayısıyla bir araştırma değilse de, güçlü bir gözlemin ürünü olarak belirtmek isterim ki, akademik çalışmalar yapan imzalar içerisinde, şairlik ve öykücülük gibi yaratıcı yazarlıkla haşır neşir olanların, diğer akademisyenlere göre daha okunaklı metinler yazdıklarını ve bilimsel dili ıskala-madıklarını gözlemledim. Bunun sebebi ise çok anlaşılmaz değil: Bir öykücü yıllarca farklı öykü yazarlarının dilini özümsemiş, benimsemiş, taklit etmiş, hatta o üsluptan kendine mahsus bir dil çıkarmış. Herhangi bir üslubu taklit etmek onun için işten değil. Bu kez edebi olmayan ve şahsilik istemeyen bir dili taklit ediyor; kendisinde mündemiç olan yetenek, buna müsaade ediyor. Yani ilk bakışta, tümüyle şahsilik içeren bir dilin içinden gelen bir edibin, sanatsal dille taban tabana zıt olan bir dili başaramayacağına dair bir önyargı uyanıyor zihnimizde. Oysa durum tam tersi. Sanatkar, bu bilimsel dili de, dilin kendi kuralları içinde var etmesini biliyor. Sanırım Ahmet Sarı’nın incelemelerini neden keyifle okuduğumu açıklayabildim; peki acaba, bu yazının başındaki soruyu cevaplayabildim mi?