Cihan Aktaş – Kirli Paslı Köşeler
Gültane Hanım, o üstünü değiştirmek için odaya geçerken yine peşine düştü ve arka odanın eşiğine vardıklarında, uzun uzadıya konuşmayacağını, yine de sohbete açık olduğunu bildiren eğreti bir duruşla, bir eliyle kapının kanadına yapışarak anlatmaya başladı: Sen benim çok mutlu olduğumu sanıyorsun Nurcan, ama… Görünüşe aldanmamak gerek. Sosyal olmaya çalışıyorum, yoksa bir yerime felç inecek. Ciddi söylüyorum, daha mutluydum kirada oturduğumuz yıllarda. Kendimi yetiştirmek için elimden geleni yaptım, dişimle tırnağımla geldim bugünlere… Bak, yemin ediyorum, hem ev işlerini yapar, hem çocuklara hem de yatalak kayınvalideme bakardım. Dede o zamanlar sapasağlamdı ve çıkıp çıkıp öteki çocuklarına gitmek isterdi. Şimdi sen de görüyorsun, Dede en fazla bizde kalıyor, bizim evde rahat ediyor çünkü.
Evin temizliği konusunda ona hiçbir kadına güvenmediği kadar güvendiğini tekrarladı. Doğrusu ilk gördüğünde yadırgamıştı, böyle havalı gündelikçi olur mu diye… Süslü püslü, ancak kendisine yetişir bu kadın, insan buna nasıl iş söyler ki, diye geçirmişti aklından. Şimdi onu tanıyor: Sana şu işi de yap Nurcan demem gereksiz, zaten yapıyorsun, dedi.
Evine haftada bir değil iki kez geldiği takdirde çok memnun olacağını söyledi –geçen gelişinde de söylemişti bunu- ve onun cevabını beklemeden çıktı odadan.
Gültane hemen her karşılaşmalarında aşağı yukarı böyle bir konuşma yapmaya sanki zorunlu sayıyordu kendini: Çok mutlu olduğumu düşünebilirsin, ama öyle değil, kirada yaşadığım günleri özlüyorum Nurcan.
Parasından pulundan, evinin işini elin kadınına yaptırtmaktan utanıyordu sanki fakat kocasının işlerinin yoluna girdiği, para kazanmaya başladığı yıllarda birden güçsüz düşmüştü, hem fiziki olarak hem de ruhen. Gültane işte böyle safça bir kadın, çocukları yönetiyor onu. Yarım kulakla dinlemişti, bir taraftan üstünü değiştirmeye hazırlanıyordu. Aklı annesiyle yaptığı tartışmadaydı: Evet anne, bir adamla buluştuğum için eve geciktim, söyler misin bunu niye yapmayayım, boşanmış bir kadınım ve iki çocuğumla birlikte sonsuza kadar senin yanında yaşamak istemiyorum, demiş, onun cevabını beklemeden banyoya girmişti. Süsleniyor, püsleniyor, öyle çıkıyor evden, diye anlatıyordu telefonda teyzesine, banyodan çıkar çıkmaz duymuştu. Ne yapsaydım, diye soludu hırsla. Süpürgeyle, su kovasıyla mı düşseydim yola… Gittiğim evde nasılsa temizlikçi kadın giysisini geçireceğim üzerime.
Annesinin anlamaktan uzak durduğu bir korkuyla uzağına kaçıyor herkese aynı kişiymiş gibi gelen temizlikçi kadın görüntüsünün. Ekmeğini taştan olmasa da el evlerinin temizliğinden çıkartıyor yıllardır, ama elbet onun da çocukluk rüyaları vardı… İlkokul yıllarının kar gibi beyaz dantelli yakalarının verdiği güven, gelecek güveni çalışıp çırpınırken geri gelmeli değil mi… Biri onu bir şekilde alsa, zorlasa bunun için hatta, uzaklara götürse! Tam da şu anda, sokak kıyafetini değiştirirken… Harun, minibüs şoförü, ister istemez yine de o…
İki aydır geliyor bu eve ve gelmeyi de sürdürecek, fakat haftada iki kez gelmeyi düşünmüyor, gittiği başka evler de var, bünyesini zorlayamaz. Arada Türkan Hanım var, eski bir işveren; başka ortak tanıdıklar da var; öyle kolay girilmez el evine. Yurtdışından misafirlerim geliyor, üstesinden gelemem, ne olur bana ayırın cumanızı, demişti telefondaki yorgun ses. O yemek yaparken güvenilir biri temizlikle ilgilenmeli ve bu istisnai bir gün olmayacak, haftada bir, hatta iki gününüzü bana ayırmanızı çok isterim. “Siz”li konuşması hoşuna gitmişti. Sonra “sen” diye konuşur oldu, ama yine de saygılı. Aklı karışık bir kadın bu ve karışıklığı eve de yansıyor. Asla ütüleyip katlayıp bıraktığı gibi düzgün bulamıyor havluları, çarşafları. Temizliğe gittiği evlerde bir düzen oluşturuyor oysa, insanlar o düzeni korumaya çalışmalılar, her seferinde baştan alamaz, bu çok yorucu oluyor. Kapıların her birinin arkasında askılık olsa, geçici olarak oraya buraya atılan ceket pardösünün sebep olduğu dağınıklık ortadan kalkardı. Ve Allah’ım, o ne kadar çok poşet! Ev sahibesi tereddütlü bir şekilde kocasının gömleklerinden söz açtı: Vakit kalırsa ütüleyebilir misin? Bu defalık. Sonra, bana hep günlerin bereketi kaçtı gibi geliyor, sana da öyle geliyor mu, diye sordu. Aklında tarttı soruyu bir süre Nurcan ve huzursuz bir şekilde yerinde kıpırdanan işvereninin cevap beklediğine o kadar da emin olamadığı halde cevapladı soruyu: Gelmez mi… Uyuyup kalıyorum evde, televizyonun karşısında. Bir uyanıp bakıyorum, saat on iki olmuş.
Tertipli düzenli olmak bir çaba ister. Bu kez pencereler perdeler aklanıp paklanacak, sonraki seferde mutfak ve banyo duvarları… Uzun saplı fırçaları yok, hiç olmamış; nasıl temizlediler banyo duvarlarını bu zamana kadar? Küvete ihtiyatla baktı, deliğinde sabun köpükleriyle grileşmiş koca bir kıl topağı görme korkusuyla; gitmez olduğu bir evden kalan bir resim o. Gültane Hanım tuvaleti, küveti temizlemesini istemiyordu; tuhaf bir kadın. Bu benim işim, gerçekten tiksinmiyorum, kendimi kurmuş gibi yapıyorum her bir işi, diye kestirip attı. Madem o kadar ısrar ediyorsun, önce ben bir iyi temizlerim, sonra sen ne istersen yap, dedi Gültane. Üstelemedi, ama tedirgin oldu. Temizlenecek alanlara bir bütün olarak bakmaya kuruyor kendini, başka türlü başa çıkamaz kirle pasla. Bir kirli paslı iş, bir çamaşır astığı balkonda çay kahve molası…
İlkokul öğretmeni Ayfer Hanım’ın sözlerine yaslanıyordu zor zamanlarında: İnsan ister doktor olsun, isterse çöp toplasın sokaktan, işinin hakkını vermeli.
Arka balkonda kahve molası; nihayet. Gültane kepekli rejim kurabiyeleriyle çıktı geldi. Sohbet etmek istiyor, daha doğrusu, henüz iki aydır evine gelen gündelikçi kadını yakından tanımak için söz açmaya çalışıyor. Niye kocasından ayrıldığını anlatmasını beklemişti ilk konuşmalarında da. Aslında her şeyi biliyordur; Türkan Hanım’dan öğrenmiştir. İşte, canı kadar sevdiği iki oğlu var, annesi ve babasının evinde yaşıyor, babası Bağ-Kur’dan emekli, askerde kardeşi, evli ablası var. Eski kocasının da bir hayrı dokunmadığına göre hayatını kazanmak zorunda… Öyle, eski kocası hâlâ bekâr…
Tekrar kocanla bir araya gelemez misin, diye sordu Gültane.
Hissettirmemeye çalışarak yüzünü inceledi. Kötü niyetli bir merak içinde mi? Öyle birine benzetemedi hiç, yine de bocaladı. Boşanması söz konusu olduğunda, iş veren kadınla rın yüzlerinde yakaladığı, kötü niyetli denilemese de öğreneceği her bilgiye kendi halinden memnuniyet duyma sebebi olarak yaklaşma hevesini anlatan ifadeye aşina. Sıradan bir açıklamadan öteye geçmedi anlattıkları, boşanmaya mecbur kalan birçok kadının başına gelebilecek türde şeyler yaşamıştı neticede. Sonra “aşk” kelimesinin tuzağına yakalandı, çözüldü dili: Mahallenin en güzel olmasa da en alımlı kızıydı. Âşık olduğunu sandı. Evlendiler. Aşkına duyduğu hürmetle direndi, ama içki, kumar, hatta kadın, nihayet Romen bir “kapatma”, derken, tahammül edemez oldu duruma. Oğullarını alıp babasının evine dönünce de aile bütçesine katkıda bulunmak için bir hal çaresi düşünmeye mecbur kaldı.
Boşanınca insanın hayatından büsbütün çıkmış olmuyormuş çocuklarının babası. Küçük oğlu yeniden evlenmeleri için dil döküyor. Eski kocası kahve köşelerinde yatıp kalkacak kadar sefil düştü, yine de peşini bırakmıyor. Özellikle bayram günlerinde üsteliyor: Çocukların hatırı için bir yere gidelim, lunaparka filan. Utanması arlanması da yok. Nasıl âşık olmuş bu adama!
Aşktan söz ediyordu, öyle ya. Laf arasında ağzından kaçırdı bir cümle o sırada: Yıllar sonra yine de âşık oldu. Harun, işte, minibüs şoförü.
Bütün bunları Gültane’ye anlatmamak için bin dereden su getirdi: Minibüs şoförü olduğu için defalarca karşılaştılar yollarda. Akçay’a götürecekti çocukları, teyzelerine. Facebook’ta yazdı. O Akçaylıymış; hemen öne atıldı. Kıyı kordonuna git mutlaka, Sarı Kız Heykeli yanında da fotoğraf çektirmeyi unutma, Kaz Dağları’na tırmanmadan geri dönme… Akçay dönüşü Maltepe’de karşısına çıktı, her seferinde, mantıklı, konuşuyor, onu sahipleniyor, biraz da kıskanç. Aşırı kıskanç. Başından bir evlilik geçmiş; orta yaşlı, tipsiz değil, yakışıklı da sayılmaz. Çok kıskanç.
Sahil yolu üzerinde bir köşede park ettiği boş minibüste surat asmış oturuyordu yanı başında, iki saattir. Onun inmeye hazırlandığını görünce, telefonu açtığımda cevap vereceksin Nurcan, dedi.
Müsait olmuyorum ki her zaman.
Öyleyse evde telefonunu açık tut. Beni aile içine sokmuyorsun! Aile içinde neler konuşuluyor, duyayım da tanıyayım aileni.
Asla olmaz! İnsan kendi evinde her şey konuşur.
Ne konuşulur bir evde yahu! Benden sakladığın bir şeyler mi var?
Ardından işte şunları söyledi: Şu güneş gözlüğünü de takma diyorum! Evlere temizliğe gidiyorsun alt tarafı, ne bu prenses havaları!
Sağda solda türlü biçimlerde kulağına erişen bu sözü o söyleyince, ilk kez duymuş gibi sarsıldı Nurcan; ağlamadı, ama sanki ağlayacakmış gibi titredi sesi. Küstüler barıştılar, küstüler barıştılar, defalarca. Mesela gözlük camları kapkalın, sıskalıktan kopacakmış gibi duran pamuk şeker satıcısı delikanlı konusu… Gözleri görmüyormuş doğru dürüst. Minibüsteki yolcuların hemen hepsi birer pamuk şeker aldı. Harun üç tane istedi, paranın üstünü de almadı delikanlıdan… İnerken de pamuk şekerleri çocuklarına götürsün diye eline tutuşturdu. Aklının bir köşesinde sakladığı bir hatıra bu. İstediğinde düşünceli olabiliyor, fakat anı anına uymadığına göre, onunla yarın, öbür gün nasıl geçer, kestiremiyor insan.
O bütün bunları bir kez daha hatırlayıp ölçüp biçerken iç dünyasında, Gültane Hanım niye sosyal olmaya mecbur kaldığı konusunu açmıştı, yine: İkimiz de hayat mücadelesi veriyoruz, dedi. İkimiz de kimseye müdanamız olmasın, istiyoruz. Kocam niye kahrolası bir yük gibi görsün beni?
Yine de kuruntusu eksik olmuyor; genç ve güzel, aynı zamanda ölçüsüz bulduğu sekreterlerden nefret ettiğini belli eden üç beş cümle etmeden geçmiyor. İlk gün onu kapıda gördüğünde de şaşırdı epey. Bocaladı. Gelmese bir daha, keşke gelmese, diye düşünmüş olabilir. Bakımsız, şişman, kendinden bezmiş görünümlü biri olsa temizlikçi kadın… Acır, üzülür, derdini anlamaya çalışır, işine ortak olurdu. Onu çalıştırdığı için de iyilik yapmış gibi hissederdi kendini. Ancak, kocasının gömleklerini hatta fanilalarını ütüleyecek işçi bir model gibi ışıl ışıl göründü kapıda. Kendisine acınmasından nefret ettiğini de daha ilk gün belli etti. İşine karışılmasından hoşlanmıyor. Temizlediği alanların hakkını savunuyor, derleyip topladığı çekmecelerdeki dağınıklığı sorguluyor, mutfakta karışan düzenin hesabını soruyor, evin biricik kızına saçlarını bir tülbentin üstüne tarasın diye tembihlerde bulunuyor. Gültane, Kur’an okuyan bir kadın. Süslü püslü temizlik işçisi kaliteli gıda ve giysilerle dolu dolaplar, çekmeceler elinden geçerken, kendi elinden sebepsizce, anlamsızca kaçırılmış bir hayat üzerine düşünmüyor olabilir mi? Markalı yiyecekleri giysileri duvara bakıyormuş gibi görüp geçen olgunlukta bir işçi nasıl bulunur? Bazen donup kalıyor Nurcan olduğu yerde, gözleri bir nesneye takılı vaziyette ve Gültane kendisine yönelen bir soru çıkartıyor o duruştan: “Senin o hayatı yaşamanın, bana iş vermenin haklı bir sebebi yok. Ben niye temizlik işçisiyim ve sen niye evin hanımısın, bunun sebebini açıklayabilir misin bana?”
Hiçbir üstünlüğüm olmadığı halde niye böyle ve başka türlü de olabilir mi ki, diye soruyor olmalı kendi kendine. Mutsuzluğundan dem vuruyor ikide bir ve zorunlu kaldığı türde bir sosyalleşme çabasından. Derken onun kendine özen göstermesini takdir ettiğini de söyledi. Ben tesettürlüyüm, ama bu benim seçimim, 12 yaşında örttüm başımı, öyle büyüdüm, saygı gösteriyorum sana, hem sen de Müslüman evladısın, dedi.
O da Gültane’ye, boşanmadan önce de sonra da kendini bırakmaya çok yaklaşsa bile ayakta kalmayı sürdürmesinin sebeplerini anlattı: Elbet önce Allah, sonra da oğulları. Yani bilemiyor, belki Allah’a dayandığı için asla kendini bırakacak biri değil de oğullarını bahane ediyor olabilir. Çünkü bir yerde, hayatının en zor anlarını yaşarken, herkesin elbirliğiyle kendisini bir paçavraya dönüştürmeye azmettiği, kimsenin, onu dünyaya getiren kadının bile yaşadığı zorlukları umursamadığı, sırf başına bela olur diye kocasının çektirdiği azaba katlanmasını istediği fikrine kapıldı. “His” fazla, basbayağı cümle âlem dizini kırıp koca evinde oturmasını ve dayak yememek için de dayak yerken de sesini kısmasını bekliyordu ondan. Bunu yapmadığına göre eline ne geçecek ilkokul mezunu aklıyla, elbet merdiven lavabo temizliği. Olabilir, ama ben yıkılmayacağım bu yüzden, diye meydan okudu dünyaya. Milletin kahrını çekene kadar tuvalet temizlerim, merdiven silerim, dediği andaki ruh haline sadık kaldı.
Minibüste gidip gelirken tanıdığı şoför, yani Harun, başlangıçta onun bir şirkette çalıştığını sanmış. Telefon numarası verdi, telefon numarası istedi, peşine düştü günlerce ve bir gün de yoluna çıktı: Sizsiz yapamıyorum.
Niye yapamasın ki… Ne kadar tanıyor beni? Minibüsün duvarlarında asılı levhalardan ileri gelen bir güvenle kulak verdi adama: “Rahman yarına bırakır, ama yanına bırakmaz”; mutlaka öyle düşünüyordur bu adam. Laf lafı açtı. Niye peşinden geldi, hangi sebeple? Minibüse binerken inerken hanımefendi davranışlarım, sonra öyle dalıp dalıp gitmelerim… Evlenirsem tesettüre girer miyim, merak etmiş. Niye olmasın, dedim. Ben de Müslüman evladıyım.
Bir yerde susmuş kalmış, sonra salonun pencerelerini silmek için ayaklanmıştı. Uzun, upuzun, yere kadar pencereleri var salonun, deniz manzarası an geliyor evin içine dalacak gibi oluyor, öyle geliyor Nurcan’a. Bulutlarla, leke leke görünen kuşlarla, sevimli yelkenlilerle süslü manzarayı içine çekerek silmeye devam etti pencereleri. Evin beyi için bu manzara çok kıymetli, bu nedenle de camlar lekesiz olmalı.
Ben çıkıyorum, diye seslendi Gültane salonun kapısından. Neftî tayyör giymiş, başında da parlak sarılı Gucci eşarp. Tezhip kursundan arkadaşlarıyla sahildeki restoranda buluşmaya gidiyordu. Evin duvarları kendisinin ve “hocam” diye andığı bir sanatçının yaptığı tezhiplerle süslüydü. İçlerinden biri, etrafı sarı mor beneklerle çevrili kırmızı lale, çok güzel görünüyor gözüne, hatta “muhteşem”! Bunu söylediğinde mutlu oldu Gültane, sevinç içinde, aynısından ona yapma sözü verdi. İşin bittiğinde kapıyı çekip gidersin, dedi, onu geçirmek için arkasından gittiğini görünce. Kızının işi belli olmazdı, uyur kalırdı belki. Bir zarfın içinde ücretini uzattı çıkmadan, aniden hatırlamış gibi bir dönüşle. Başka bir şey daha hatırladı, döndü asansörün kapısından. Çamaşır yıkanacak, ama yarım yük ayarında; kızının ertesi gün giymek istediği bir iki parça giysi var kirliler arasında.
Beyazlarla renkliler karmakarışık, çamaşırların kimisi nemli, ıslak ıslak kutuya tıkıştırılmış. Kızın marifeti bu, başka kim yapacak; oğlan zaten kırk yılda bir görünüyor evde, arkadaşlarıyla üniversiteye yakın ev tutmuş. Trafik, ömür törpüsü. Harun tez zamanda Akçay’a taşınma hayalleri kurmaya başlamış, onu bu hayallerine katılmaya çağırıyordu. D-100’de minübüs şoförü olarak bir geleceği yok, metro istasyonları açılacak, içeri hatlara sevkedilecek kimi şoförler, kimileri işsiz kalacak. Sahi, metro açıldığında Nurcan için gidip gelmeleri daha kolay olacak besbelli. Minibüsü bırakıp metroya biner misin sen de, diye soruyordu ikide bir. Ne münasebet, seviyorum minibüs yolculuğunu, hem alışkanlıklarımdan kolay vazgeçemem ben, diyordu bazen, bazen de, şaka yollu, alacağı bir İstanbul kartıyla işe gidip gelmelerinin ne kadar kolaylaşacağından dem vuruyordu. Ama yok, ille de minibüs… Bütün yolcuların indiği noktada, hiçbir trafik engeline takılmadan baş başa gitseler, günlerce, bir engele takılmadan.
Siyah tişörtlerin hepsi de kıza ait; ne anlıyor ki zifiri siyahtan? Banyo yapmayı sevmiyor, üşeniyor, bluz değiştirmeye gelince, üşenmesi yok. Tişörtlerin çoğu saç kılıyla kaplı, kendi kendine saçlarını kırpıyor habire; pis kokusunu örtbas için de parfüm boca ediyor üstüne başına. Bir bir silkeleyerek atıyor makineye, belli olmuyor bu bluzların ahvali. Birini açtığında, kuru, tarhanayı andıran bir şeyler saçılmıştı banyonun yüzeyine önceki gelişinde. Ne olduğunu anlamak imkânsız. Giderek emin oldu: Kusmuş odaya ve besbelli, bluzuyla silmiş. Üstüne başına kusup odaya bulaştırmış da olabilir; kapı kenarında ve parke zeminde izler vardı. Yanına gidip, ne bunlar, anlayamadım, diye sormayı düşündü, üşendi. Değişen bir şey olmuyordu, işine gelmeyen sözleri duymuyordu kız. Genetik olarak sinirli çünkü, demişti Gültane. Üstüne varınca kaskatı kesiliyor, kaç defa oldu. Çikolata yemeye başladığında ise kendini unutuyor. Bir gece hastaneye kaldırmışlardı, midem parçalanıyor, diye bağırırken; gün boyu bir tek çikolata yemiş kahve içmiş o gün. İyi yetiştirilmemiş, beceriksiz. Mesela saçlarını bir tülbentin üzerine tarasa, zemine dökülen kılları toplayıp çöpe atsa… Bazen yapıyor bunu, sonra bırakıyor peşini; sanki hep acelesi var, arkasından atlı kovalıyor. Fakat sır tutuyor. Tuttuğunu söylüyor. Lütfen Nurcan abla, bana Minübüs Şoförü’nü anlat! Hâlâ aramadı mı seni?
Minübüs Şoförü dizi film misali. Çoktan bitmiş olması gerek, ama bir taraf sağından diğeri solundan çekiştirerek uzatıyor.
Birileri iniyor minibüsten, birileri biniyor, sonra nasılsa boşalıyor tamamen ve kendisi ineceği durağı çoktan arkada bırakmış; öylesine gidiyorlar. Bir şey fark etmemiş gibi önüne bakıyor, D-100 yolu, atölye iş merkezi avm hastane site yine atölye kenarına boydan boya duyurular asılmış üst geçit, öylece akıp giderken yardımcı oluyor sessizliğini korumasına. Başbakan bir yerleri açacak, açtı, açıyor; arıtma tesisi mi ne, hatırlayamıyor şimdi. Kalabalıklaşıyor yol üstü araziler, kıymetleniyor; metro istasyonları açılacak. İn in bitmiyormuş merdivenler, üşenirim ben, korkarım hatta, dedi Nurcan. Yeniden suskunluğa gömüldüler. Fakat işte Maltepe sapağını da arkada kaldı; nereye gidiyoruz? Soruyu içinden soruyor, gidiyor olma hali aksamasın istiyor çünkü, aklı bir yanıyla evde olduğu halde, bir süreliğine kaçış rüyasını andıran bir yolculuğun tadına varacak.
Kıskançtı fakat, tabii çalıştırmayacaktı, herhalde başka türlü giyinmesini, yaşına ve konumuna göre hareket etmesini isteyecekti. Bunlar olacaktı. Annem babam hacı benim, pardösü giymesen de başını örtmen gerek, diyecekti, defalarca; bunlar olacaktı. Oysa kendisi her şeyin farkında; işte bütün bu kıl ve tüy yumaklarına, tıkalı lavabo deliklerine, zift tutmuş satıhlara, kirli çamaşırlardan dökülen kusmuk artıklarına ancak kendini bir prenses gibi süslediğinde dayanabiliyor. Kaçış rüyasına kendini bırakmak isterken bilinci ayaklanarak haykırmaya çalışıyor: İki oğlum var benim, anlıyor musun, sen onlara babalık yapabilir misin?
Sen iki oğlan anasına benziyor musun şu halinle?
Halimde ne var?
Bilmezden gelme, aptal yerine koyma beni!. Güneş gözlüğü takma, çok havalı oluyor diyorum, uyarıyorum seni, bir dinle! Kimsin ki sen!
Yok, küçümsemiyordu yaptığı işi, ama herkes mesleğine, konumuna göre giyinsin, makul olan böylesidir
Herkes güneş gözlüğü takıyor, aptal! Boğulacak gibi olduğunu duyuyor, yazgılı sayıldığı şey yüzünden. Bütün mahalle ve işe gittiği evlerin ahalisi birlik olmuş üzerine geliyor: Kirli işlerle uğraşan bir kadın gibi giyin, görün. İnsanlar üzerine geldikçe de delice bir şeyler yaparak cevap vermek istiyor, aklına ilk gelen kocaman halka küpeler, kırmızı tırnaklar, siyah güneş gözlükleri, insanı buğusuyla terli isli yol perişanlığına karşı koruma altına alırmış gibi gelen, kişiliğine yakıştırdığı alımlı bir parfüm oluyor. Bunu anlatmaya çalışmanın yararı olmadı Harun’a: İş yeri olan evden işte böyle yarı buçuk bir model havasında giyinip kuşanmış olarak ayrılırken, işveren ve işyeriyle arasındaki uçurum sayılan şeyi kapattığını ve kendisine ücret uzatan kişiye evin temizlenen girdi çıktıları konusunda bir bağışta bulunduğu hissine kapılıyor. İşini tamamlayıp da kirli bezleri yıkmak üzere banyoya kapandığında ayna karşısında işte şöyle cümleler mırıldanmaya başlıyor: Basit bir açıklaması olmalı bütün bunların. Başka türlü adlar unvanlar olmalı, ilkokulda başarılı bir öğrenciydim ben. Kirli, kapkara zift gibi, ama kapış kapış giden başka işleri yok mu bu dünyanın?.. Öğretmeni hangi alanda olursa olsun başarılı olacağına güvendiğini söylerdi. Demek başarılı oldu ki evine haftada iki kez gelsin istiyor Gültane Hanım. Dede giderek daha uzun süreliğine kalacak bu evde; oğullarından biri iki yıllığına Amerika’ya gitmiş.
İlginç ama, siyah tişörtlere yapışan saç telleri eskisi kadar aşırı değil, bu da bir gelişme. Oğlanın odası ise tamamen kapatıldı; üniversiteden arkadaşlarının evinde kalıyor, kırk yılda bir eşyasını almak için uğruyor eve. Kız her seferinde evde olacaksa bile panosuna bir not kâğıdı iliştiriyor: Yatağımın üzerindeki eşyalara dokunma Nurcan abla, lütfen! Evin içinde kurtarılmış bölge gibi odası, annesi veya başka biri içeri girmemeli zaten ve kazara girse de elini sürmemeli. Kendisine göre bir titizliği yok değil, mesela her su içtiğinde ayrı bir bardak kullanıyor, bir giydiği bluzu ikinci kez giymeden kirliye atıyor. Dağınıklık onun dağınıklığı, bir anlamı varmış gibi sakınıyor düzensizliğini ve her zaman yapacak daha önemli bir işi var, her zaman ertelenebilir bir angarya sayılıyor, üst üste yığılırken kirlisiyle temizinin karıştığı bir umursamazlığa terkedilen giysi yığınına el atmak. Çok fazla işi olduğu için odasına çeki düzen vermeyi erteliyor ya, bir başkasının toparlamaya kalkması, karmaşık düzenin bozulması anlamına geliyor. Mesela pantolonunu attığı yerde bulmak istiyor, bulamadığında düzenine karışıldığı hissine kapılıyor. Hem, kimi niye rahatsız etsin ki harddisk kasasının üzerinde zaman zaman elektrikli diş fırçasıyla yan yana gelen saç kurutma makinesi…
Pencereleri henüz silmişti ki geldi kız zorunlulukla oyalandığı salondan ve odasının toparlanmamış kısmına el attı: Şuracıkta dursunlar, ben sonra hallederim; sen Minibüsçü’yü anlat, n’olur!
Nesini anlatacak? Öfkelendi birden. Facebook’ta kadın gibi dedikodu yapıyor. Rezil. Böyle bir manyaklığı da ilk kez görüyorum. Güvenemedim ki yakınlaşmasına izin vereyim. Ne hakkı var beni kıskanmaya, neyi oluyorum onun? Facebook’ta oyun oynuyorum ya… Demek öyle, dedi. Buralara takılıyorsun artık. Aptal, ben onu tanımadan çok önce facebook sayfası açmıştım.
Bu adam iyi gelmiyor sana Nurcan abla, dedi kız. Aşk böyle mi olmalı ille de…
Asabımı bozuyor, evet, diye cevap verdi. Bu ikinci evliliğim olacak, iki oğlum var, onları düşünmek zorundayım, dediğimde, sen bana aşık değilsin, çocuklarını baktıracak birini arıyorsun, diye suçladı beni; o yüzden “rezil” dedim ya… Aşk mıydı bilmem. Beğenildiğini bilme ihtiyacı; biri ardından koşuyor, her yerde karşına çıkıyor, seni düşünüyor gece gündüz, öyle söylüyor yani. Her zaman gelip gittiğim Gebze-Harem minibüsü. İnsan bir kere, iki kere değil, arka arkaya dört kere aynı şoföre rast gelir mi? Ben yaşadım bunu ve kısmete yordum. Maltepe’de indim minibüsten, baktım arkamda. Minibüsü arkadaşına vermiş: Seni tanımak istiyorum, dedi. Çok genç değil, ama yakışıklı sayılır, ela gözlü, serserilik var havasında biraz, hoşuma gidiyor. Fakat uyuşamıyoruz çoğu zaman. Hesapsız kitapsız davranmayı aşka yoruyor. Ertesi sabah bindiğimde, duvara “Bugün dünden güzel” diye bir yazı kondurmuştu. İnerken yine peşimden geldi.
Haydi gel, sahile inip çay içelim.
Ezan okundu okunacak, gelemem, eve geç kaldım zaten.
Yarım saatliğine de olsa gel, hiç hatırım yok mu…
Sahile inmemiz yarım saati bulur zaten….
İyi tamam git, dedi. Duygusuz olduğumu söyledi. Hırsla ayrıldı yanımdan. Eve doğru yürürken, besbelli başka bir amacı var bunun, diye düşündüm. Amacı evlenmek değil, benimle gönül eğlendirmek istiyor. Dul kadınım ya, ilgisinden etkilendiğimi belli ettim ya, hemen kanacağımı sandı. Giyimim kuşamım onu da aldattı; nihayet bu karara vardım. Süslü püslü kadın, gönül eğlendirmeye açık olur, diye düşündü. Yakışıyor mu sürdüğü minibüsün duvarı “Edep bir taç imiş Nur-i Hüda’dan / Giy tacı emin ol her beladan” gibi sözlerle kaplı bir şoföre böylesine niyetler, haller… Geç oldu, sen evine git, annen baban çocukların merak etmesin, başka bir zaman görüşürüz, demesi gerekmez miydi…
Sonraki günlerde aramadığında, o usandırıcı, vehimlere boğan ilgisini özlediğini farketti. Durağa gittiğinde gözleri onu bulmak istiyordu. Bir süreliğine ayrılmış duraktan. Akçay’a gitti, dediler. Dayanamayıp mesaj çekti, cevap alamadı. Çok dalgınlaşmıştım o sıralar, dedi kıza. Biri seslendiğinde duymuyor, sildiğim camı bir kere daha siliyordum.
Aşk acısı diyemezdi, daha önce de âşık olmuştu, biliyordu nasıldır, şimdi başına gelen sadece bir kapılma olmalıydı, yine de başlangıçta güzel bir duyguyla dolup taşmıştı günlerce. Birinin seni kalabalığın arasında farkettiğini, hatta üzerine titrediğini bilmenin kıvancıydı bu. Derken, apansız sert bir zemine çarpar gibi karışmıştı algıları. Aramıyor, sormuyor. Durakta ona rastlama, durakta onun beklediğini, minibüse bindiğinde yanındaki koltuğu kendisi için ayırdığını farketme anları vardı, yaşamıştı bunları. Banyonun isi kiri; küvetin hemen kenarında bir çatlak oluşmuş ve ne alakası varsa işte o çatlaktan idrar kokusu yayan sarımsı bir su sızıyor. Gültane Hanım’ı kokunun o sudan geldiğine ikna edemedi. Ne alâkası var, diyordu. Tuvalet nerede, küvet nerede. Pis kokulu su yüzünden daha bir oyalanması gerekecekti banyoda. Küvetin etrafını siliyor, ovuyor, yine de başa çıkamıyordu kokuyla. Nasılsa değiştireceğiz küveti, bütün banyoyu yeniden yaptırtmak istiyorum, idare et, demişti Gültane. Tuvaletin, küvet içinin, mutfaktaki yağın kirin uyandırmadığı bir bulantı oluşuyordu içinde, kaynağına karar veremediği suyla savaşırken; kendini hazırlamadığı bu bulantı kaynağı karşısında aciz kalıyordu. Arka balkona koşup hava aldı bir süre. O arada annesini telefonla aradı ve işinin uzayacağını söyledi. Eve daha geç gitmeye başlamıştı, bilerek, isteyerek. Minübüs durağına gitmeye çekiniyor, daha aşağıdaki caddeye inerek yolunu uzatıyordu.
Kaba, kıskanç, rezil, çekilmez; yine de hayatında bir boşluk oluşturmuştu gidişiyle. Birlikte gidecektik oysa, diye düşünüyordu çaresizce. Minibüsün gidebileceği son noktaya kadar gidecektik. Beddua ediyor, geriye alıyordu duayla. Minibüse binmemeye çalışıyordu. Hatta, ulaşıma açıldığında metroya binmenin planlarını yapmaya başlamıştı, minübüs hatıralarından büsbütün kopmak için.
Sonra bir gün aramıştı: Ne haber kanka, ne âlemdesin, hiç sesin çıkmıyor?
Araması gereken ben miyim acaba?
N’olur sitem etme, zaten olan olmuş bana… Bak, biz herşeyden önce arkadaşız, oturup konuşalım bir yerde. Öyle sıkkın ki canım!
Ne geldi ki başına, bunca sıkkın canı? Güvenmiyorum ona, diye geçirdi içinden. Beni oyuna getirmeye çalışıyor. Nereden çıktı bilmiyorum, “Kanka” aşağı, “Kanka” yukarı… Kanka’ymış! Dul kadından yararlanırım bir süre, diye düşünüyor.
Yine de sıkıntısının sebebini sormadan edemedi. Bir yerde buluşalım da konuşalım, dedi. Halimi bilsen küsmezdin bana. Ne oldu, telefonda anlatamaz mısın, diye sordu. Telefonda anlatamazmış; yüz yüze konuşalım, özledim seni, dedi. Geç oldu, evde çoluk çocuk bekliyor diye düşünmesi gerek, ama yok, öyle biri değil ki…
Çocuklar… Küçük oğlu kuşkulanıyor. Neredeydin anne, bilgisayarda onca saat ne yapıyorsun anne? Kuşlarım koyunlarım var, dizi dizi mısırlarım ayçiçeklerim var çiftliğimde, görüyor oysa. Arada geliyor, yanaklarımdan öperken göz atıyor ekrana yine de. Hayrola anne, biriyle mi konuşuyorsun?.. Yeniden babasıyla evleneyim istiyor. Sersefil adam, aklı bir karış havada, ama babası sonuçta. İyice düşmüş; kahve köşelerinde yatıyor artık.
Yine de minibüs durağına karşıma çıktı Harun. Bilmiyorsun Nurcan, diye üsteledi. Bilseydin acımasız davranmazdın bana. İşimden gücümden olacağım, Akçay’a gittim iş bakınmak için, birkaç görüşme yaptım ama ev taşınmaya değecek gibi bir iş yok. Metro durağı açılacak ya, minibüsleri iç hatlara doğru kaydıracaklarmış, ama hepsini değil. Dayısı olan hatta kalacak zannedersem, içim içimi yiyor, sen de anlayış göstermiyorsun!
Saçmalama, dedim. Neyim oluyorsun sen benim? Ne geçti ki bizim aramızda!
Tuhaf hikayeler anlatmaya başladı. Her seferinde onun minibüsüne binmeye çalışmamda bir anlam aramaması mı gerekiyordu? Allah’ım, nasıl yanlış yorumlamış beni! Naz yaptığımı düşünüyor. Sustuğumu görünce alttan aldı. Niye beni yanlış anlıyorsun hep, niye destek olmuyorsun, diye sordu. Birbirimiz için yaratılmışız filan. Haydi geçip gidelim minibüse binip, dedi. Ölümlü dünya değil mi? Dünyayı ardımıza alıp gidebileceğimiz yere kadar gidelim.
Kız ne cevap verdiğini merak ediyordu. Geçiştirdi Nurcan.
Ne cevap verecekti, ortadaydı her şey. Mutfaktaki işlerini bahane etti. Çekmeceleri düzeltme işini yarıda bırakmıştı. Bir mutfağın çekmeceleri bir hafta içinde bu kadar mı karışır? Boş kahvaltı paketleri, buruşuk peçeteler, içiçe geçmiş market poşetleri, süt ve gazoz şişesi kapakları, kâğıt peçeteler… Tezgâhın köşesinde bir tencere vardı, yemek olduğunu düşündü, buzdolabına kaldırma düşüncesiyle kapağını açtı. Dibi tutmuş, kirli su dolu bir tencereydi, kapağı açar açmaz çöp konteynırlarının yanından geçerken duyulan kokuyu hatırlatan ağırlıkta, ekşi bir koku yayıldı mutfağa. Tencereyi temizlerken, dibinde tutanın zeytinyağlı barbunya olduğunu anladı. Süzgeçteki kalıntıları bir poşete akıtırken kendini arka balkona atma isteğiyle mücadele etti. Elinin, bakışının disipliniyle güzelleştiğini duyduğu iş dünyası hesaba katmadığı kokularla işte böyle parçalanıyordu bir yerinden. İstismar edildiği hissiyle oyalandı bir süre evye başında. Minübüse binip olabileceği kadar gitmek vardı, yapamamıştı. Sonra ne olacak, daha sonra… Dibi tutmuş tencereyi ona yıkatmak için kaç günden bu yana bekletiyorlar?
Öyle olmayabilir de… Gültane bu tür hesaplar yapacak biri değil; aslında, tencerelerin dibinin tutmasını umursamayan bir ev bu.
Tencereyi yıkar yıkamaz arka balkona kaçtı, bir bardak suyla. Gültane’nin silueti de onu izledi sanki, elinde adaçayı tüten fincanlar… Sen benim mutlu olduğumu mu sanıyorsun, diye soruyordu? Diken üstünde yaşıyorum. Bunu sana nasıl anlatsam… Ev kadını muamelesi görmemek için bir faaliyette bulunmaya mecburum.
İstemese de kendini evden atmaya ve faaliyette bulunmaya mecbur. Yemin ediyor, kirada oturduğu günlerde daha mutluydu. Kömür kovasıyla altıncı kata kömür taşırdı, bodrumdan. Yine de içi şimdiki gibi daralmazdı, gerçekten.
Ona acımak istemiyor, şu anda bunu yapabilecek gücü yok zaten; zihninden kovuyor titrek cümleleri. Titizlikle kulak verilen ezan sesi, özenle ütülenen başörtüler, tezhib nakışları… Onun benim tesellime ihtiyacı mı var! Salonun zamanı geldi çattı üstelik. Ortalıkta kimse yok, işler neredeyse bitmiş; arada sırada kanepeye uzanıp tezhip levhalarındaki desenlere dalacak. Kanepeyi iyice sil, Dede gece orada yatıyor, diye tembih etmişti Gültane gerçi, özür dileyerek. Dede gelip gitmişti, onun haftasıydı arkada kalan; biliyor, bu üçüncü Dede sonrası temizliği… İyiliğine konuşuyorum senin, işsiz kalacaksın bu gidişle, diye uyarıyordu Harun. İnsanlar senin gibi foto model görünümlü kıza şu işi yap, tuvaleti cifle diye emir verebilir mi? Zenginlikten kendini salmış bir kadın senin gibi manken havalı kızı evine sokar mı? Saçmalığın daniskası, işimi iyi yapıyorum ben, her zaman da buna gayret ettim, vicdanım rahat, neden korkacağım… İlkokul öğretmeni Ayfer Hanım’ın sözlerini aktarmıştı: İnsan ister doktor ister garson olsun, yaptığı işi en iyi şekilde tamamlamaya çalışmalı. İşte, soğukkanlı bir şekilde kaldırıyor koltuk minderlerini ve gazete parçası, kürdan, kâğıt mendil, tanımlanamaz bir yiyecek parçası; ne bulduysa çöp poşetine tıkıyor. Yaşlı adam yerinden kalkmaya üşeniyor, ya da tamamen bilinçsizce hareket ediyor, gazete parçalarına tükürüp buruşturuyor kâğıdı, bir köşeye gizliyor. Böyle anlarda içinde bir yerlerde dondurduğu iğrenme hissi, evden çıktıktan bir süre sonra, yolda giderken ayaklanıyor aniden; o yüzden bulantısını bastırabilir diye çantasında tuzlu leblebi bulunduruyor.
Geriye sadece kanepe kaldı, Dede’nin mekânı. O da bir bebek sayılır, diye yüreklendirdi kendini. Yaşlı bir bebek. Kendini korkunç keşiflere hazırlamıştı kanepe konusunda, koltuk minderlerini elden geçirirken ya, bu kez Dede altına kaçırmamış olmalıydı; özel bezler kullanmaya başladılar. Yine de kanepeyi iyice sildi. Koltuk minderlerinin yastıklarının kılıflarını çıkarttı, makineye atmak için banyoya götürdü. Kaynağı belirsiz su yine akmış, klozet ayağının etrafını çevrelemişti. Hata mı ettim, binip gitmeli miydim minibüse, diye geçirdi aklından. Hemen ardından, elin adamına, öylece gidelim, gidelim, sınırda bir kayaya çarpacak da olsak gitmeyi sürdürelim, dediğini hatırladı şaşkınlıkla…