Elif Nihan Akbaş – Ruhun Perdeleri
Kahve fincanını elinde sıkıntıyla çevirdi. Sonra başını kaldırmadan fincanı yerine bıraktı. “Gönlünün dibi tutmuş,” dedi.
Dudaklarımda belirmeye başlayan müstehzi tebessümle mücadele ederek “Kabarmış mı demek istiyorsun?” diye sordum.
“Kabarmış demek istesem kabarmış derim. Dibi tutmuş,” dedi. Sinirlenmiş gibiydi. Yine de kendimi tutamayıp güldüm. “O ne ya?” deyiverdim.
“Yani,” dedi, “Zamanında söndürmemişsin ocağı. Yüreğindekiler fazla pişmiş, hep yapışmış. Karartmış içini. Zamanında unutmamışsın. Piştiği halde sevdan, ve hatta yendiği halde, devam etmişsin sevmeye. Yapma…”
Tebessümüm yüzümde yandı. Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Bir şey demem gerekiyor muydu, ondan da emin değildim.
“Bir yolunu biliyor musun yüreğin altını kısmanın?” diye sordum biraz sonra. “İnsan nasıl vazgeçebilir ki sevmekten? Yahut zaman ayarlı fırın mı ki bu, unutulacak zamanı ayarlayalım baştan?”
Hiçbir şey söylemedi. Sonra bir şey söylemiş olmak için garsona iki çay söyledi. Yine sustuk. Ben sorularıma cevap beklemiyordum. O da beklemediğimi biliyordu. Sadece susmak, insanı yatıştırsın diye söylenen çok şeyden daha etkiliydi çok zaman.
Çayımı bitirince suskunluğun ritmini bozmamaya çalışarak, usulca konuşmaya başladım. Nedense ona değil de biraz arkasındaki belirsiz bir yere bakıyordum. Öğrenilmiş hüzün…
“Onun bütün özlemlerini biliyorum. İçimde bir yerlerde… hissediyorum. Yani, nasıl anlatsam… Duymak istediği ne varsa, onun duymak istediğini bilmeden söylüyorum ben. Hem de ona. Duymuyor. Yüreğinin çatısı akıtıyor mesela. Ben yüreğimi kova gibi gezdirip orada, bütün hüzün damlalarını topluyorum. Bilmiyor. Yüreğinde gezindiğimin dahi farkında değil. Kalp yetmezliği böyle bir şey mi acaba? Onun kalbine değemiyorum. İçinde olmak bile yetmiyor ona dokunmaya…”
“Kalp yetmezliği değil, kalp kabızlığı,” dedi. Şaşkınlıkla başımı çevirip ona baktım. Ne ilginç yorumları vardı! Galiba şu an karşısında oturmam da ondandı. Şaşkınlığımı fark edince gülümser gibi oldu. “Sende değil. Onda.”
Nasıl diye sorsam mı diye düşündüm. Gerek yoktu.
“Yalnızca duymak istediklerini çıkarabiliyor kalbinden. Halbuki, duyulmak istenen şey, öyle bir başına, ipsiz sapsız bir şey değil. O sözleri duymak istediğin ses… Bir parçası. Ayrılmaz bir parçası… İşte onu çıkaramıyor.”
Haklıydı. Kalbini yalnızca bazı seslere açıyordu insan. Ben farklıydım sanki… Beni duymayanı suçlamak saçmalıktı sadece.
Düşüncelerin tıkandığı yerde hep en başa dönüyor insan. Nereden buluyor o gücü? Nasıl dönebiliyor tekrar tekrar en başa? Nasıl sıkılmadan geçiyor aynı yollar? Neden pes etmiyor? Aynı soruyu yine sordum kendime: nasıl olmuştu da ben duymasını isterken bulmuştum kendimi?
Başa sardım: Hiçbir zaman geleceğine inanmak aptallığına kapılmamıştım. Öyle ki, gerçek olmasını isterim korkusuyla hayallerimin kapılarını bile kapamıştım ona. Hayallerin kapısı yokmuş meğer. “İmkansızsa şöyle beride dursun,” diyemiyormuş insan.
Ki ben hayallerin dilinden konuşmayı unutalı çok zaman olmuştu. Dil nankördür derler ya, hayaller de bir dil işte… Kullanmaya kullanmaya bir süre sonra gönlü dönmüyor insanın hayallere. Peltek, yarım, anlamsız hayaller, beceriksizce istekler… Hayallerini yitirenin içi de dilsizleşiyor sanki… Hayalleri susunca içi susuyor insanın.
Halbuki farkında olmadan susturuyor insan hayallerini. Şüphelerden kurtulmak için… Boş yere çabalıyor. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın olmayacağını bile bile çabalıyor. İstiyor ki hiçbir şüphe kalmasın içinde. istiyor ki “Biraz uğraşsam olacaktı belki de,” demesinler ileride. Oysa bir cinayetten farkı yok bunun. İleride yaşayacak ne kadar hayal varsa kökünü kazıyor. İçine çöken sessizliği fark edince anlıyor insan.
Pencere önlerine tuğla örmekten ne farkı var ki? Çıkıp gezemediğin manzarayı görme… Ne saçma. İnsan nasıl öldürüyor ağır ağır kendini…
Kendime duyduğum öfke kabardıkça kabarıyordu içimde. Ona hiç sormadan iki çay söyledim. Sanki aklımdan geçen her şeyi biliyormuş, öfkemin yükselişini adım adım izlemiş gibi baktı. Bir an anlamasını istemediğimi fark ettim. İnsanın tesellisi anlaşılmamak çünkü. Biri anlayacak olsa onu, bir daha mücadele edecek güç bulamayacak.
Yine de çaylar gelene kadar susmaya karar verdim. Oturduğumuzdan beri ilk defa ağır bir yük gibiydi susmak. Ruhumun perdeleri ardına kadar açılmıştı sanki. Bir an önce konuşmak, harflerden, seslerden, saçma sapan sözlerden bir perde uydurmak istiyordum ruhuma. Çay gelene dek kıpırdanıp durdum.
O, sanki bu halimden keyif alırmışçasına gülümsüyor, inatla konuşmuyordu.
Çay gelince acele etmiyormuş gibi yapmaya çalışarak bir yudum aldım. Ağzım yandı. Onu da çaktırmamaya çalıştım. Beceriksizce gülümsedim. Onu gülümsediğime inandırmak istediğim açıkça belli oluyordu belki. Böyle anlarda gülümsemek zaten “Amaaan, neyse,” demekti. Tekrar etme lüzumu duymadım konuşmaya başlarken.
“Böyle böyle alışacağız işte,” dedim. İçimdeki değişimin hemen farkına varmasın istiyordum. “Oysa alışmak bir akıl bozulmasıdır. Alışmamak istiyorum. Alışırsam, alıştığım gerçeğine alışmam zaman alacak. Bana alışmamı engelleyecek bir şeyler söylesene…”
Elindeki çay bardağını iyice kavradı. Ne yaparsam yapayım, anlamıştı bir kere. Açık perdelerden görmüştü içimi. Belki rahat edeyim diyeydi gördüklerinden bahsetmeyişi.
“Söylemem,” dedi.
“Niye?” diye sordum hiç gereği olmadığı halde.
Elindeki çay bardağını, hiç içmeden masaya bıraktı.
“Alışmazsan umut edersin. Ben umutlandırmış olurum seni. Ama bazen umut vermek, polene alerjisi olan birine çiçek vermek gibidir. Dışarıdan bakınca şık bir harekettir ama nihayetinde o insana zarar vermekten başka bir işe yaramaz.”
Birkaç saniye şaşkınlıkla sustum. Sonra gülümsemeye çalışarak “Eyvallah,” dedim. Arkama yaslandım.
Çaylarımız bitince kalktık. Aslında aynı yöne gidecektik. Oturmadan önce konuşmuştuk. Ama bir şeyler uydurup ters yönde hızla ilerlemeye başladım. Galiba bir süre arkamdan baktı.
Onu bir daha aramadım.