Celal Tarakçı İle (Hazırlayan: İbrahim Demirci)
“ARTIK KİŞİYİ BULUNDUĞU MEKÂN, YAŞADIĞI ŞEHİR DEĞİL, KENDİ ÇALIŞMASI, GAYRETİ, SEBATI YÜKSELTİYOR.”
Muhterem Hocam, Mahalle Mektebi dergisi için kapınızı çaldık. Konya ile ilgili anılarınıza geleceğiz. Ama öncesinde sizin hayat hikâyenizden konuşalım istiyoruz. Nerelerde yaşadınız, nerelerde okudunuz, neler okudunuz…
1940 yılında İyidere/Rize’de doğdum. İlkokuldan sonra iki sene okumaya ara verdim. Evden gizli İlk Öğretmen Okulu imtihanlarına girdim, Cılavuz/Kars’ta orta öğretimime başladım. Dördüncü sınıfta Rize İlk öğretmen Okulu’na naklen geldim. Beşinci sınıfın sonunda öğretmenler kurulunca seçilerek Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na gönderildim.1965 Haziranında Ankara Yüksek Öğretmen Okulu ve DTCF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirerek yükseköğretimimi tamamladım. Urfa Lisesi Edebiyat Öğretmeni (1965–1966), Konya İmam-Hatip Okulu Edebiyat Öğretmeni (1966–1968) olarak görev yaptım.
1968’de Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesince açılan asistanlık imtihanlarını kazanarak Erzurum’a gittim. Burada 15 yıl kaldım. 1984 Martında Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü’ne Yeni Türk Edebiyatı Doçenti olarak atandım. 1992’de profesör oldum 1998 yılında kadrom Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili Edebiyatı Bölümü’ne aktarıldı.
Çalıştığım her iki fakültede birçok idarî görevde de bulundum. 2006 Kasımında emekliye ayrıldım. Samsun’a yerleştim. Bu sorunun cevabı oldukça uzun oldu. Sorunuzun “neler okudunuz…” kısmına cevap verirsem iş çok uzar. Bilirsiniz edebiyatın belli başlı konusu insandır. Edebiyat insanı anlatır. Edebiyatı meslek olarak seçenler de insanı anlamaya çalışır. Fakat insan bir bilinmezler yumağı. Bu yumağı çözmek için birçok ilim dalı uğraşıyor.
Edebiyatı meslek seçenler bu ilim dallarının verilerinden faydalanmak zorundadır. Onun için ben roman, hikâye, masal, şiir, makale vs. dışında sosyoloji, psikoloji, tarih, felsefe, inanç sistemleri, düşünce tarzları ve hukuk hakkında da birçok kitap okudum. Bu arada şunu da parantez içi bilgisi olarak kaydedeyim: Profesör olduktan sonra Ankara Hukuk Fakültesi’nden de mezun oldum. Halen Samsun Barosu’na kayıtlı bir avukatım. Fakat dava takip etmiyorum… Cevabı burada noktalayayım. Aslında bana hayatım hakkında soru soranlara: “Doğdum ve halen yaşıyorum.” cevabını veriyordum. Lâkin “Mahalle Mektebi” dilimi çözdü.
Peki, biraz da akademik hayatınızdan konuşsak. Akademiye intisabınız nasıl oldu? Akademik hayatınız, eserleriniz…
Birinci sorunuza vermiş olduğum cevapta, kısmen de olsa, bu sorunuzu da cevapladım. Fakat biraz açayım: Üniversiteye intisap açılan imtihanları kazanmakla olur. Üniversitede kalabilmek muayyen sürelerde istenen çalışmaları yapmaya bağlıdır. Durum bugün de, hemen hemen aynıdır. Üniversitelerde tez adı altında yapılan çalışmalar daha çok jüriler dikkate alınarak kaleme alınır. Bu anlayış, bugün, biraz gevşemiş ama tümden değişmemiş.
Bir üniversite hocası, çağrılı olarak bir konferansa gidecekse, çağıran merci önce üniversite rektörlüğünden isteyecek, rektörlük uygun görürse, gidebilecek. Böyle bir üniversite, fikir geliştirebilir mi? Bu tarz engellenmelerle karşılaştım. Bu durum da, bugün, epeyi değişmiştir. Geleceğe ümitle bakabiliriz geliyor bana… Yayımlanmış 5 kitabım var.
Samsun’da olmak, Konya’da olmak, İstanbul’da olmak, taşrada yaşamak, merkezde yaşamak… Son yıllarda çok tartışıldı. Tartışılıyor… Bu bağlamda Samsun’dan baktığınız zaman taşra, merkez gibi kavramlara nasıl bakıyorsunuz? Nasıl görüyorsunuz?
Taşra-merkez tartışmalarının eskiden belki bir anlamı vardı. Çünkü kendisini merkezde sananlar taşra dedikleri yerlere küçümser tavırlarla bakarlardı. Fakat bugün, bu, değişti. Hayatımıza internet girdi. Ulaşım vasıtaları hem hızlandı hem de insanlara konfor sunmaya başladı. Artık mesafeler kısaldı. Bilgiye ulaşmak isteyenlerin imkânı arttı.
Burada bir hatıramı naklederek duruma açıklık getirmek istiyorum: Doktora çalışmamı yaparken bibliyografyayı elde edebilmek için İstanbul’a, kütüphanelere gittim. Bu arada Edebiyat Fakültesi’ne uğradım. Eski bir öğrencim bu fakültede bir hocayla çalışıyordu. Bana hocasının bibliyografik bilgisinin çok olduğunu ifadeyle beni onunla tanıştırdı. Doğrusu ben de hocanın bana yardımcı olabileceğini düşünüyordum. Ne ve kiminle çalıştığımı sordu, devamla benim tez yönetici hocamı kastederek “hocan sana yardım etmiyor mu?” dedi. Ben de kendisine “benim hocamla bir problemim yok, İstanbul’a geldim ve sizinle meslektaş olarak tanışmak istedim” diye cevap verdim. Ve müsaade alıp odasından çıktım. Şaşırmıştım.
Ben Erzurum’dan geldiydim, taşralıydım. Bu hoca da İstanbul’daydı, merkezdeydi. Taşralılar böyle yapmıyordu. Bilgilerini kıskanmıyordu. Taşralı okuduğu bir kitapta arkadaşına yarar bir bilgiyle karşılaştığında hemen notunu alıp arkadaşına bildirir.
Anadolu’daki üniversitelerin birçoğu kendilerini merkezde sanıp böbürlenenlere fark atmıştır. Artık kişiyi bulunduğu mekân, yaşadığı şehir değil kendi çalışması, gayreti, sebatı yükseltiyor. Ecdâd büyüktü. Onlar “Şerefü’l-mekîn bi’l-mekân”a değil “Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn”e önem verirlerdi. Kısacası ecdâd bir makamdan şeref alana değil, bir makama şeref verene hürmet ederdi. Benim kanaatime göre merkezde dalavere var, taşrada samimiyet. Fakat merkez değişecek, inanın…
Muhterem hocam 43 yıl öncenin Konya’sından neler hatırlıyorsunuz? Mekânlar, şahsiyetler, insan ilişkileri, mazhariyetler, mahrumiyetler… Hatırladıkça şaşkınlık ve üzüntü duyduğunuz, hatırlamakla hayranlık ve coşku hissettiğiniz hadiseler, durumlar?
Konya’da, bir müddet Cıvıloğlu öğrenci yurdunda belletici hoca olarak kaldım. Öğrenciliğimde 10 yıl yatılı okudum. Yurt hayatına yabancı değildim. Ben 26 yaşlarındaydım. İmam-Hatip öğrencisi de liselilere göre biraz daha olgundu. Onlarla öğretmen-öğrenci münasebeti değil arkadaş ilişkisi kurdum. Bütün gayretimle onlara okuma zevkini aşılamaya çalıştım. Gerek yurtta, gerek okulda hiçbir öğrencimi kırdığımı hatırlamıyorum. Onlar, sanıyorum, beni kendilerine yakın buldular. Onlara bilgim ölçüsünde yol gösterdim. Bana dinî konularda bile sorular yöneltiyorlardı. Ben soruların çoğunun cevabını bilmiyordum.
Bunları, meslek dersleri hocalarına sormalarını tavsiye ediyordum. Bana, meslek dersleri hocaları her soruya cevap vermiyor, “müftüye sorun” dediklerini ifade ettiler. Ne garip iş! O zaman İmam-Hatip mezunları müftü olabiliyordu. Kendilerine sorulacak soruları hangi müftüye soracaklardı? İmam-Hatiplerdeki bu eğitimin çok eksik olduğunu görüyor, üzülüyordum. Elbette genelleme yapmak yanlıştır. Öğrencilere ihtimam gösteren, onların yetişmeleri için didinen meslekçiler de vardı. Fakat bunlar azınlıktaydı. Öğrenciler sorular soruyor, fikir yürütmeye çalışıyor, bazı hocaların anlayışının dışında fikirler ileri sürüyorlar. Hocalar bunları hazmedemiyor. Hatta öğrencilerin cezalandırılmasını isteyenler bile vardı. Bir disiplin kurulunda bu cezacı hocalarla epeyi cedelleştik… Ceza vermeye muvaffak olamadılar. Fakat bu anlayış beni kahretti.
Beni en çok öğrencilerin içten davranışları etkiledi. Gecenin hangi saatinde olursa olsun kapımı çalan öğrencim olurdu. Çayımızı içer, sohbetimizi koyulaştırırdık: Vatan kurtarırdık. Kurulduğu günden beri İmam-Hatiplilere devletin bakışıyla halkın bakışı farklıdır. Devlet bu müesseseleri açmakla yasak savıyor, halk din adına çok şey bekliyor. Öğrenciler bunun farkında. Bu tavır farklılığı, öğrencilerin ruh dünyalarını tahrip ediyor. Ders başlangıçlarında öğrenciler, çoğunlukla, bedbin, perişan bir durum arz ederdi. Dersin ilk 20-25 dakikasında onların morallerini yükseltmeye çalışırdım. Kalan dakikalarda konuları fazlasıyla işlerdim. Devletin, kendi çocuklarına üvey muamelesi yapması beni çok üzerdi. Bir on kasım günü. Atatürk’ün ölüm yıldönümü, bana konuşma yapmam için görev verdiler. Konya’da müfettişler vardı. Bunların birçoğu İmam-Hatip’e geldi. Konuşmamda Atatürk’ün hizmetlerinden bahsettim. On kasımların ağlama günü değil, Atatürk’ü anlama günü olması gerektiğini söyledim. Atatürk’ün mason localarını kapattığını üstüne vurgu yaparak belirttim. Konuşurken idarecilerimize bakıyordum, çoğu tedirgindi… Müfettişlerden korkuyorlardı. İdarecilere acıdım, tereddütlerini yersiz buldum. O zamanlar böyle idi idarecilik… Şimdi de çok değişmemiş…
Halkın İmam-Hatip Okuluna teveccühü onları fakir öğrencilere yardıma yönlendiriyordu. Bu işlerle uğraşan kişiler vardı. Fakat bir şeyi yanlış yapıyorlardı. Giyecek, ayakkabı vs. dağıtımını sınıflarda yapıyorlardı. O çocukların ruh hallerini hiç düşünmüyorlardı. Bir gün benim sınıfıma geldiler, müsaade etmedim. Onlara yardımların sınıfta yapılmasının uygun olmadığını söyledim. Tavrımdan hoşlanmadılar. Bizim medeniyetimizde, yardımlarda, “sağ elin verdiğini sol el duymayacak” prensibi yokmuydu? Bu tarz davranışlar da beni üzerdi.
Konya’daki Alâeddin Tepesi’ni, Mevlâna Müzesi’ni, Koyunoğlu Müzesi’ni, Meram’ı, dost sohbetlerini, ikram sofralarını hiç unutmadım…
İmam-Hatip Okulu’nda öğretmen olarak çalışırken ne tür arayışlar, buluşlar, yönelişler yaşadınız. Meselâ “Biz Mecmuası”nı neşretme macerasını, bunun nasıl karşılık gördüğünü anlatabilir misiniz?
Bizim eğitim sistemimizin en bozuk yanı kitaplarla verdiklerimizin çoğu kez hayatla uyuşmamasıdır. Kitaplarda hep ideali anlatırız, hayattaki gerçekle ideal birbiriyle uyuşmaz ve insanımız bu uyuşmazlık yüzünden buhrana girer. Hayat kitabını okul kitabının içine sokmadıkça insanımız bu buhrandan kurtulamaz. İmam-Hatip Lisesine gelince bu liseyi daha önce görev yaptığım lise ile zihnimde, gönlümde karşılaştırdım. İmam Hatiplinin artıları olduğunu gördüm. Fakat devletin, bazı aydınların bu artıları niçin görmezden geldiğini zamanla çözdüm. Ve bu anlayışa karşı mücadele etmek gerektiğini anladım. Bizim medeniyetimizin en önemli özelliklerinden birisi emaneti ehline teslim etmektir. Hangi okul olursa olsun oralarda okuyan çocuklar bizim çocuklarımızdır.
Hayat yarışında hiç birisine ayrıcalık tanınmayacak, her öğrenci çalışması ve kabiliyeti ölçüsünde yükselecek, hiç birisinin önü kesilmeyecek. Bu anlayış, bugün bile uygulamada değildir. Meselâ üniversiteye giriş imtihanlarında imtihana giren öğrenciler arasında puanlama farkı var. Az da olsa bu bugün de var. Değil puanlama farkı, İmam-Hatip mezunları diplomalarıyla üniversiteye giremiyorlardı.
Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin açtığı imtihanı kazandığımda Konya İmam-Hatip Okulu’ndan ilişiğimi kesip ayrılacağım sırada idarecilere hafta sonu yapılan törende öğrencilerime veda etmek istediğimi söyledim. “Olur” dediler. Fakat işi savsakladılar, nedense öğrencilere veda etmemi istemiyorlardı. Ben de veda etmeden ayrılmak istemedim. Nihayet bir hafta sonu konuştum. Öğrenci ve meslektaşlarımdan helallik istedim. Kendilerine başarılar diledim. Sonunda da öğrencilere kendilerine kapalı olan üniversite kapılarını zorlamalarını, bunun için demokratik bütün haklarını kullanmalarını tavsiye ettim. Bu dileğim idareci ve bazı meslektaşlarımca hoş karşılanmadı. Üniversite kapılarını zorlamalarını istememi tenkit ettiler. Kendilerine “kapılar kazma kürekle değil, kafayla zorlanacak” dediysem de tepki ve tedirginliklerini önleyemedim. Konya’dan ayrılmadan önce öğrencilerin üniversiteye giriş taleplerini bir yürüyüşle duyurmalarını kendilerine telkin ettim. Kabul ettiler. Hazırlıklar yapıldı. Öğrenciler idareci ve bazı öğretmenlerin sıkı tedbirler almalarına rağmen sınıfları boşaltıp yürüyüşe katıldılar. Yürüyüş ses getirdi… Ben de gönül huzuruyla Konya’dan ayrıldım.
O yıl birçok İmam-Hatip öğrencisi ya Lise fark imtihanlarına girerek ya da bir yıl Lise’ye devam ederek aldıkları yeni diplomalarla üniversite kapılarını zorladılar, kapıları ardına kadar açtılar. Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültelerine, Edebiyat Fakültelerine hatta fen bölümlerine ve İktisat Fakültelerine girenler oldu. Devlete yüksek makamlarda hizmet ettiler. İçlerinden emekli olanlar bile var.
Gelelim “Biz Mecmuası”nın macerasına: Konya’da, her yıl Yeşilay Konya şubesi orta öğretim kurumları arasında münazara yarışması yapardı. Münazaraları düzenleyen bir yönergeleri vardı.1967-1968 öğretim yılındaki münazaralarda İmam-Hatib’in rakibi Konya İlk Öğretmen Okulu idi. Münazarada jüri üyelerinin birisi gecikti, onun yerine başka birini koydular. Öğrenciler karşılıklı birbirlerini tarttılar, savunma ve tenkitlerini yaptılar. Neticede İmam-Hatip, birkaç puanla mağlup ilân edildi. Dinleyicilerden tepki geldi. Haksızlık olduğunu ifade ettiler. Sonradan anlıyoruz ki gelmeyen jüri üyesi yerini alan kişi dışarıdan İlk Öğretmen Okulu’na derse giren birisiydi. İster istemez kendi öğrencilerini kayırmıştı. Bu durum, münazara yönergesine ters düşüyordu. İtiraz ettim. Durumu yargıya taşıdım. Tedbir istedim. Yargı münazaraları dava sonuna kadar durdurdu. Davayı geri almamız istendi. Yeşilaycılar da iyi insanlardı. Fakat nasılsa İmam-Hatip bize daha yakındır düşüncesiyle Öğretmen Okulu’nu kendilerine yaklaştırmak istediler. Davayı geri almamız için birçok kişiyi araya koydular. Hatta Millî Eğitim Müdürü’nden de yardım istediler. Müdür Bey, bir gün beni makamına çağırdı, gittim. İsteğini söyledi. “Hayır” dedim ve ilâve ettim: “Bu bir dâva değil, bir dâvanın kavgasıdır.” Müdür Bey tekrar düşünmemi rica etti ve makamından ayrıldım.
Mahkemede savunmamı bir inancıma dayandırdım: Çalışan mutlaka başarır. Çalışanın, bilenin elinden hakları alınamaz. Ben öğrencilerimi münazaraya hazırlarken hep bu inancımı söylerdim. Hakime dedim ki : “Şimdi, ben öğrencilerime karşı yalancı, kısa görüşlü bir duruma düştüm. Bunun sebebi Yeşilay’ın münazara yönergelerine uygun hareket etmemeleridir. Durumun düzeltilmesini, adaletin tecellisini istiyorum.” Ben asistan olarak Erzurum’a gittim. Davanın takibini Av. Ramazan Bey’e verdik. Dava lehimize sonuçlandı. Biz Mecmuası, bu münazara ve bu davanın yarattığı kendini savunma refleksinden doğmuştur. Ne günlerdi! Öğrenciler kenetlenmişti. Mecmua 12 sayı çıktı. Ben ayrılınca onun da ömrü bitti. Erzurum’da çıkarabilirim sandım, yanıldım.
Hem Erzurum’da teknik imkânlar yoktu hem de ekibim dağılmıştı. İşte bu da böyle hoş bir maceraydı. O günlerle ilgili bazı bilgileri İmam-Hatip münazara ekibinde yer alan “Biz”in yazarlarından halen Konya Eğitim Fakültesi’de görev yapan Prof. Dr. Muammer Celaleddin MUŞTA’dan da alabilirsiniz. Münazara ekibimde yer alan, bir devre de Konya milletvekilliği yapan ve Hakk’a yürüyen Âdil KÜÇÜK’ü rahmetle anıyorum.
Konya yıllarında kurulan ilişki ve bağlantılarınızdan devam edenler oldu mu?
Ben Konya’yı, bazı insanlarda “gündüz külâhlı gece silâhlı” tavırlar olsa da çok sevdim. Hatta nüfusumu Konya’ya aldırdım. Konya’ya yerleşmek istiyordum. Ama takdir farklı tecelli etti. Gönlümde her zaman Konya’nın yeri farklı oldu. Şahin DURAN hocayı unutamam. Atak davranışlarımdan tedirgin olurdu. Başıma bir şeyler geleceğinden endişe ederdi. Onu “kefâ bi’l-lahi vekilâ” diyerek teskin ederdim. Allah’a şükür, ufak tefek zorluklarla karşılaştımsa da, inanıyorum, Rabb’ım beni hep korudu. Biz’de şiirleri yayımlanan edebiyat öğretmeni Fikriye AKDAĞ Hanımefendi’nin imtihan kâğıdı okuyuşundaki titizliğini unutamıyorum. Ciddî ve çalışkan bir öğretmendi. Şimdi nerde bilmiyorum.
Bazen telefonum çalar. Konya İmam-Hatip’ten eski bir öğrencim arar. Dünyalar benim olur. Bayramlarda, kandillerde hiç ara vermeden beni arayan Hikmet ŞAHİN’e teşekkür ediyorum.
Sonraki yıllarda Konya’ya yolunuz düştü mü? Bıraktığınız şehir ile yeni şehir arasındaki farkları nasıl değerlendirdiniz?
Konya’dan ayrıldıktan sonra iki defa Konya’ya yolum düştü. Biri doktora jüri üyeliği için, diğeri de Mustafa ÖZKAN’ın Meram Belediye Başkanı olduğu zaman “Âkif’i Anlamak” konulu konferansı sunmak için… Konya’yı her gelişimde farklı ve gelişmiş buldum. Son devirlerde belediyeleri kazanan ekip çok güzel işler yapmış, onlara millet her seçimde teşekkür ediyor.
Geçmişten bugüne toplumumuzda, gençliğimizde ve sizin hayata bakışınızda ortaya çıkan değişmeler hakkında neler söylemek istersiniz?
Fert ve toplumlar, hayatlarını devam ettirebilmek için, yaşadıkları devrin gerektirdiği çalışma düzeni ve anlayışına ayak uydurur, beğenmedikleri hususları da değiştirmeye çalışırlar. Bizim insanımız ve toplumumuz da aynı yoldan gitmiştir. Bazı durumlar kolay değişmiş, bazıları ise hâlâ değişime diretiyor. Zamanla, inanıyorum, değişim iyiye, doğruya ve güzele yönelik olarak devam edecek. Değişim hiç durmayacak TANPINAR Hoca’nın dediği gibi: “devam ederek değişmek, değişerek devam etmek” hayata hakim olacak. Bana gelince, bende değişme değil de gelişme oldu. Cahil sandığımız toplumumuzdan çocukluğumda aldığım bence sağlam davranışı hayatım boyunca devam ettirdim. Bilgim arttığı ölçüde duygu ve düşüncelerimdeki yanlışlıkları eledim. Daha çok hoşgörülü oldum. Bizim medeniyetimiz, bizim dışımızdakileri yok etmeye değil kurtarmaya kodlanmıştır. Tabiî kendimizi koruyarak mesajımızı karşımızdakine iletmeliyiz. Milyarlarca insanın parmak uçlarını farklı dizayn eden yaratıcı kudret, aynı çeşitliliği düşüncelerde de yaratmıştır. Herkes bizim gibi düşünmek zorunda değildir. Fikrine, düşüncene güveniyorsan tebliğini yapar, karşı düşüncenin dayanaklarını yok edersin. Elbette bunun için çok çalışmak, kendi düşünce dünyanın yanında farklı düşünceleri de kaynaklarıyla bilmelisin. Böyle dedim kendime ve bu doğrultuda çalıştım… İşte, bu kadar… Selâm ve sevgiler…