Abdullah Harmancı – Dergi Bürolarında
1996 idi. İstanbul’dayız. Abim Mehmet Harmancı, Ertuğrul Fındık ve ben. Dergâh’a gittik. Mustafa Kutlu biraz yorgundu sanırım. Bizimle ilgilendi. Konya’yla ilgili bazı sorular sordu. İsmet Özel, Süleyman Çobanoğlu’nun henüz yayımlanan şiir kitabı hakkında bir yazı yazmıştı. Dergâh’ın prova baskısında kapakta o yazı vardı. Heyhat! diyordu. Bir tarafta harıl harıl çalışan birileri vardı. Birileri yemek hazırlıyordu. İnsanın içini ısıtan bir neşe ama insanın ruhunu acıtan bir hüzün. Kutlu’nun önündeki masaya hafifçe vurup şu kadar senedir şu masada oturuyorum, dediğini hatırlıyorum. Bir eseflenme gibi.
2003 müydü? Ankara’daydım. Hece’ye çıktım. Kapıyı Hüseyin Su açtı. Uzun boynu, endamlı, ağır başlı bir adam. Kendimi tanıttım. İçeri geçtik. Her zaman olduğu gibi bir konu bulmakta zorluk çektim. Susuldu. Olsun ama. Hece burası. “Sükut”un başkentliğini yapmış bir derginin ardılı. Hece. Susulacak elbet. Muntazam bir şekilde istiflenmiş kitaplar, uzayıp giden edebiyat dergileri. İçimi ısıtmıştı. Kendimi iyi hissetmiştim. Ama gene belirsiz bir hüzün. Yitiklik, fanilik duygusu.
1992 yazıydı. Konya İmam Hatip lisesi hocalarından Hüseyin Yaylalı bizi Murat Kapkıner’e götürdü. Daha doğrusu Varide’ye. Şimdiki terziler iş hanındaydı Varide’nin bürosu. Üçüncü ya da dördüncü kat. İçeriye girdik. Murat Güzel’miş. Murat Güzel olduğunu sonradan öğrenecektim. Sigara içiyor ve kitap okuyordu. Murat abiyi sorduk. Hastaneye gitmiş. Gelir, dediler. Bekledik. Geldi. Durmadan sigara ve çay içen bir şair. Kırklı yaşlarında. Varide’nin sade ve küçük bir bürosu vardı. Dolaplardaki Mavera ciltleri dikkatimi çekti. Alıp bakmak istedim. Cesaret edemedim. Gıcır gıcır ciltler içime bir serinlik veriyordu. Mavi silme kapak üzerine yazılmış sarı yaldızlı harfler. Murat abiye o zaman bir dergide çıkmış şiirlerim verildi. Okundu. Konuşuldu. İçeriye giren kişinin Bülent Sönmez olduğunu sonradan öğrenecektim.
1996 idi. Aşiyan dergisinin bürosu bugün hala TYB Konya şubesinin evi olan binanın ilk katındaki girişte, sağdaki odaydı. Genellikle Bülent Sönmez dururdu. Hasan Hüseyin Kozak, Murat Kayacan orda rastladığım isimlerden. Derginin bürosunun sonradan Muhtarlar İş hanı denen yere taşındığını hatırlıyorum. Orada da Hasan Hüseyin Kozak’la çokça oturduğumuzu hatırlıyorum. Murat Güzel’le. Başka arkadaşlarla. Sade. Sessiz. Küçük yerlerdi. Tenha. Evet aradığım kelime bu işte. Tenha.
Abim Mehmet Harmancı’nın çıkardığı Metafor dergisinin bürosunu da unutmayalım. Uzaktan gördüğüm bu büronun içine girmedim. Önünden geçtiğim ama içine girmediğim bir büro olarak o da içimdeki yerini aldı.
2014’te Ocak ayında, Edebiyat Ortamı dergisinin bürosundaydık arkadaşlarla. Daha birkaç hafta önce. Mustafa Aydoğan beyle derin bir sohbete daldık. Normal büyüklükte bir dairenin küçük bir odasındaydık. Çaylar geldi. Mustafa Aydoğan tam bir sohbet adamı. Sizi dikkatle dinliyor ve kolay kolay sizi onaylamıyor. İyice aklına yatması lazım. Düşüncenizi sorguluyor. Bu da size bir değer katıyor. Her şeye itiraz edenlerle her şeyi onaylayanların bizi aynı çaresizliğe sürüklediği ortada. Bu yazıya malzeme bulmak üzere büroda göz gezdiriyorum. Bir dergi bürosundan beklediğimiz her ne ise işte onlar var burada. Üst üste yığılmış dergi balyalarından kasvetli kitap dolaplarına kadar.
Yaş ilerledikçe mazi bir pişmanlığa evriliyor. Daha iyi yaşasaydım, daha güzel yaşasaydım, daha doğru yaşasaydım, daha dolu dolu yaşasaydım, daha yavaş yaşasaydım… diye diye acıtıyorsunuz kalbinizi. Şimdi bu yazıyı yazmak da beni çok yaraladı. Yazmayaydım iyiydi.