Mustafa Aydoğan – Gmk Bulvarı 24/7 Kızılay
Ben kendi dergi büromuzu anlatayım. Edebiyat Ortamı’nın bürosunu…
Yani, en bildiğim yerden konuşayım.
Dergimizin bürosu GMK Bulvarı üzerinde. 24/7. Kızılay. Ankara. Kızılay’dan Maltepe tarafına doğru giderken Necatibey köprüsüne varmadan hemen bir bina önce, sağda. 24 numaralı binanın dördüncü katında. Bu binanın altıncı katında şair Ahmet Muhip Dıranas oturmuş yıllarca. Devlet buradaki daireyi kayd-ı hayat şartıyla Dıranas’a vermiş. Geçen yıl eşi Münire hanım vefat edince daire tekrar Maliye’ye intikal etti.
Cumartesi günleri mutlaka 24/7’de oluyorum. Bir de derginin çıktığı günler bürodayımdır. Edebiyat Ortamı mutlaka ama mutlaka zamanında çıkar ve hemen matbaadan büroya gelir. Derginin çıktığı gün de bürodayımdır.
Dördüncü katta iki daire var. İlk yıllarda karşı dairedeydik. 8 numarada. “Edebiyat Ortamı” yazılı tabela hâlâ bu odanın bulunduğu dairenin girişindedir. Girişte, hemen sağdaki küçük oda dergiye aitti. Server Vakfı’nın başkanlık odasıydı burası. M. Ali Bulut da başkandı. Mekan darlığı yüzünden başkanlık odası dergiye verilmiş oldu. Ne ki gelen misafirlerin çoğu ayakta kalırdı. Ancak 4-5 kişiyi alacak bir odaydı. Gelenler bu sayıdan fazla olduğunda işler karışırdı biraz. Bazıları kapıdan ancak kafasını uzatacak yer bulur, bazısı ayakta muhabbete katılırdı. Çay geldiğinde çaycıya girecek yer yok yani. İlk sayıyı bu odada çıkardık: 2008’in Mart ayı. 1 Mart. Sarı ve kırmızı renklerin hakim olduğu soyut bir resim var kapakta. Kime ait olduğunu bir türlü öğrenmediğimiz bir resim. Kapak tasarımını yapan arkadaş internetten indirmiş ama kime ait olduğunu not almamış. Sonraları, İspanyol ressam Miro’ya ait olabileceğine kanaat getirdim. Kapaklarımıza Miro’dan çok resim kullandık çünkü. Miro’nun resimlerine epey aşina oldum. Sevdim Miro’yu. Okur da sevdi galiba. Kapak resimlerimizle ilgili genelde olumlu tepki aldık. Miro’yu işte bu büroda tanıdım.
İkinci yılın sonunda karşı daireye taşındık. 7 numaraya. Dipteki odayı dergiye ayırmışlar. Karanlık ve soğuk. Önceki odamızdan biraz daha büyük sayılır. Bu oda 7-8 kişiyi alabiliyor. Tabi gelen sayısı fazla olunca yine kapı girişinde birikmeler oluyor. Ayakta muhabbete katılıyorlar. Böyle durumlarda mahcup olduğumu ifade etmeliyim.
Derginin günü Cumartesidir. Sadece o günler uğrayabiliyorum çünkü. Zamanla, gelip gidenler de bu rutine alıştılar. Cumartesi günü saat 15’den itibaren dergide oluyorum. Muhabbet ve çay faslı başlıyor. Çay faslı derken biraz çekiniyorum çünkü çaycımız İbrahim abi diğer odalara çay taşımaktan bize yetişmekte zorlanır çoğu kez. Bu nedenle çayın gelmesi ayrı bir törendir. Mutlu bir durumdur. Bu eksikliği bazen genç arkadaşlar kapatırlar. Sağ olsunlar karşı daireden çayları doldurup getirirler.
Odamızda sadece masa ve sandalyeler değil, dergiler ve kitaplar da yer bulmak zorundadır. İade dergiler ve dağıtıma hazır kitaplar dört bir tarafta öylece beklemektedir. Zamanım olduğu sürece bir düzen vermeye çalışsam da dağınıklığa çare bulmak kolay olmuyor. Yani, dergi ve kitaplarla iç içe bir oda. Keyifli bir tarafı da var elbette bu durumun. Kalabalık olsa da kötü bir görüntü oluşturmuyor. En azından herkes için.
İhsan Solmaz, Edebiyat dergisi müdavimlerinden bir abimiz. Nuri Pakdil’in öğrencilerinden yani. Bir gün ziyaretimize geldi. Odamızdaki dergi ve kitap kalabalığını görünce biraz duygulandı. Küçük bir oda, masa, sandalyeler, dergiler, kitaplar… “Edebiyat dergisinin bürosu da aynen böyleydi” dedi, “ne kadar da benziyor!”.
Biraz da odanın düzeninden bahsedeyim. Dergimizin odasındaki düzen şöyledir: Kapıdan girildiğinde karşı sağ çaprazda bir masa, masanın hemen solunda bir bilgisayar masası var. Bilgisayar masası diğer masaya göre biraz dairevidir. Yani koltuğa oturduğunuzda sizi çevreleyen bir biçim vardır. Oturma masasının karşısında üçlü bir koltuk, masanın önünde ise iki koltuk ve bir sehpa vardır. Masaya göre soldaki ve sağdaki duvarlarda dolaplar vardır. Geriye kalan alan boş alandır. Tahmin edileceği üzere boşlukların çoğu dergilerle doludur. Bahsettiğim söz konusu masa editör masası olarak kabullenilmiş olduğundan hep ben otururum. Doğal olarak en geniş alanı ben kaplarım. Ne ki pek hoşnut olduğum söylenemez bu durumdan. İsterdim ki odada masa falan olmasın, sadece koltuk veya sandalyeler olsun, ortada da bir sehpa ve hep beraber bir çember oluşturarak oturalım. Eski hava yani.
Dergi büroları, bir okul mudur, bir sohbet merkezi midir, bir buluşma yeri midir? Belki hepsi, belki de hiç biri. Bu tür tanımlamalar biraz da dergilerin okur ve yazarlar üzerindeki etki biçimlerinin belirlediği ve çerçevelediği tanımlamalardır. Eski dergiler hakkında yapılan bu tür tanımlamaların efsanevi tarafları olduğunu sanıyorum. Gerçekle buluştukları yerler vardır, buluşamadıkları yerler vardır. Sevdiklerimizin üzerimizde etkisinin olduğunu düşünürüz, sevmediklerimizin de hiç bir katkılarının olmadığını zannederiz. Oysa gerçekler bambaşka olabilir. Hayat insanı sadece hoşa giden yanlarıyla değil, hoşa gitmeyen, zorladığı yanlarıyla da eğitir. Hatta zorladığı yanlarıyla daha fazla eğitmiş olabilir. Sevmek ya da sevmemek, kendine ait ölçülere çoğu zaman sahip değildir. Sevme bilinci diye bir şey var gibi geliyor bana. Sevmek bir yetenektir. Hoşumuza gittiği için, dahası, kendiliğinden mevcut, hazır bir sevme ilişkisinde çürük yerler çok olur. Sevilen şeyin ne için sevildiği çoğu kere unutulur gider. Ya da sevdiğimiz bir durumu en küçük hatasında yerlere çalabiliriz. Bu tür sevgi halleri, bir “bilinçle” kavuşulmuş sevgi olmadığının kanıtıdır. Ne demek istediğimi küçük bir hatıra ile izah etmeye çalışayım. Şöyle ki; Cahit Zarifoğlu’nun Mavera dergisinin son sayfalarında yer verdiği ve hâlâ bahislere konu olan, övgüyle söz edilen “Okuyucularla” bölümünü herkesin takdir ettiğini sanırdım. (Bu bölümde, dergiye gelen okur mektuplarına cevap verilir, mektup içindeki yazı, öykü ve şiirler eleştirilirdi. Eleştiriler bazen ‘ağır’ hükümler içerirdi çünkü Zarifoğlu şu ilkeye inandığını yazmıştı bir defasında: Sanatta merhamet olmaz.) Bir gün, gerçeğin böyle olmadığını gördüm. Öteden beri tanıştığımız ve zaman zaman da şiirler yazan, yaşı benden biraz büyükçe bir arkadaşımızla, söz konusu “Okuyucularla” bölümünü konuşmak istedim. Çünkü konu oraya gelmişti. Arkadaşım yüzünü buruşturdu ve o mektupları doğru ve hakkaniyetli bulmadığını söyleyiverdi. Arkadaşıma göre Cahit Zarifoğlu’nun okur mektuplarına verdiği o cevaplar, dikkatsiz ve inciticiydi. Zarifoğlu, eğitici değil, sert ve kırıcıydı. Hayretler içinde kaldım. Arkadaşımın neden böyle bir tepki gösterdiğini bir türlü anlayamamıştım. İşin ilginç yanı, ilk defa böyle bir yorumla karşılaşıyordum. O gün konuştuklarımız aklımda öylesine yer etmiş ki yıllar sonra bir gün Mavera dergilerini karıştırırken arkadaşımın sözleri geldi aklıma. Verilen cevaplar içinde ister istemez arkadaşımın adını aramaya başladım. Ve buldum. Heyecanla okumaya başladım. Zarifoğlu, arkadaşımın şiirleri hakkında hiç de iyi şeyler söylemiyordu. Hatta şiir yazmayı bırakmasını söylüyordu. O gün anladım ki, ‘iyi’ ya da kötü’ şeklindeki tespitleri arkasını-önünü araştırmadan dikkate almak tehlikeli bir şeydir. Söz konusu tespiti yapan arkadaşınız olsa bile…
Böyle işte.
Dergilerin ifade ettiği anlam, herkes için aynı anlam olmuyor.
Dergiler iyidir.
Bir ilkesi, bir iddiası olan dergiler daha iyidir.
Hem gözlere hem kalplere hem zihinlere hitap eden dergiler daha da iyidir.
Böylesi dergilerin bürolarına uğramak bir sevinçtir.
Orada birileri ile tanışmak bir mutluluktur.
O dergiye yazı/şiir yazarak ve aboneler bularak katkı sağlamak ise güzellik içinde güzelliktir.