Emre Tan – Cenin
Tüm varlığın senin karanlık bir ayetse,
indirilmemiş bir kitaptır bu
Ferruhzad, google’dan.
Dip notlar…
Körfez Savaşı’ndan 6 yıl evvel, bir körfez kentinde göz kepenklerini kaldırdı Tanrı.
Bir kadını anne, bir adamı da baba bildi. En kutsal kuyulardan emerek dindirdi açlığını, açlık; ne olsundu ki başka hayat denilen.
Askerdi babası, devletin bir kulu. Bilmezdi o vakitler, nedir rütbe, nedir silah? Tersane işçileri, sincaplar, bütün öbür demirler, yığınlar arasında bir adamdı, özünde köyünden çıkagelen; tırnakları arasından dökülmemiş henüz toprak kırıntıları. Ne bilsindi adam öldürmeyi, yüksek graviteli petrol aramayı. Gözleri otobüs yolculuğunda, defin işlemi sırasında dolardı. Bir avuç leblebi olmuş onu avutan babasının cenazesinde.
Saçları iki yana bağlı bir ilkokul diploması annesinin çocukluğu, bir de hatıratlar. Kızılca kıyamet yanaklı, yuvarlak yüzlü kutsal bir ana. Girmeden önce tamuya nasılda gülerdi. Dikiş nakış yapardı, kumaş boyardı; açlık çoğunluktaydı.
Bir de sarı sırçalı saçları ile süt mavisi gözleri olan bir kız çocuğu. Öylesine suskun, öylesine kırılgan. Soba demiri, birkaç rakam, toplama işlemi ve bir de zımpara saçlı, plastik bir bebek. Divan üzerinde pazar sabahları beraber geçerdi günleri. Kırmızı bir bisikletin ardından hayaller kurar, koşarlardı. Okul yollarını el ele aştılar. Aşı günleri kaçar, dağıtılan fındıkları sayarak bölüşürlerdi.
Bir metal anımsıyorum akbaba gibi dolanan, güneşin önüne geçen arada. Broşürler dağıtırdı, bilmiyorum hala neydi içeriği. Annem çamaşır yıkardı mavi bir leğende. Ev sahibimiz İclal teyze gelirdi sabahları. Beni alır evlerine götürürdü. Çocukları olmamış, bundandı belki de bana olan düşkünlükleri. Mandalina kabukları olurdu her zaman sobanın üzerinde. Oda bahar kokardı yaz kış.
Grundig marka televizyon izler, oyuncaklarımı balkondan aşağıya atardım. Annemin “Onlar bizim çocuğun.” dediğini hatırlıyorum. Bizim olan nedir, aitlik nedir, sahip olmak nedir, bilmezdim.
Kömür çektiği aklımda kalmış babamın, bir de bodrumun o yabansı kokusu. 6 yaşına geldiğim sabah, soğuk bir kemer tokasına değerken alnım, gece görüşünde mermiler yağıyordu bir kente. Kömür yüzlü çingeneler yaşardı sokağın hemen köşesinde. Korkardım, birkaç kez de kovalamışlardı üstelik beni. Almanya’dan gelmiş bir aile vardı. Yasaklı otobüs, gurbetçiler, modernite… Evleri sarı, hiç girmedim ama merdivenleri çok güzeldi. O sokakta başladı çocukluk günlerim. Meşin bisiklet, demir top ve Hawaii şortu…
Babamın tersaneden getirdiği saman kağıda basılmış “Walt Disney” karakterlerini çizerdim yüz üstü uzandığım kara beton balkonda, varlığından gafil ve bir o kadar bigünah. Yeni dünyalara girmişiz oysa ki o vakitler ve bütün simülark düzenlerin iç içe geçmiş olduğu kusursuz bir modelmiş Disneyland, yeni yeni anlıyorum. Elektrik prizlerine astığım karalamaları, ellerinde şiş örgüsü tutan komşulara sergilerdim. Yıllar sonra o sıcak iplerin yerini soğuk elbiseler ve kadehler alacağını bilmezdim.
Piri Reis adında bir okula başladım, hani şu büyük kâşif, başı vurdurulan. Çizgiyi öğrendiğim vakitler “C” harfini yapamazdım; bir ulusun göstergesi, CO2, cenin ve ceset…
Yalnızlık boyutlarında bir oda… İstanbul
O küçük kenti ne kadar da çok sevmişiz. Tayin işlemleri sırasında, sanki bir cenaze haberi almışçasına ağlarken, yaşanacakları biliyor gibiydik. Boğaz köprüsünü yürüyerek kat eden babam, yeşil, şirin bir semtte iki odalı bir ev tutmuştu. Ev sahibi ve diğer bütün komşular kuzey denizinden gelmişti.
Yabancı hissettiğim o küçük mahalle, kopamadığımız körfez kentinden daha sıkı saracaktı bizi. Ateş böceklerini ilk kez orada tanıdım. Geceleri fezada yıldızları kovalarcasına peşlerine düşerdik. Karanlığı aydınlatmazlardı belki ama ışıktan haber verirlerdi. Pek çok arkadaş edinmiştim. Sövmeyi de onlardan öğrendim. Bahçesinde çam fıstığı kuşların olduğu bir bahçıvan vardı tel örgüler arasında. Kanalizasyon suyu akardı sokağın sonunda. Yıllar sonra ziyaret ettiğimde araziler satılmış, kanallar kapatılmış ve yüzme havuzlu villalar inşa edilmiş çocukluk anılarımızın üstüne.
Eve katkı sağlamak için gece gündüz dikiş nakış yapar, satardı annem. Babam maaşının büyük bir kısmını Konya’da yapılan eve yatırırdı. O kadar dengeli bir işleyiş vardı ki kader çarkında, üzerinden zaman geçtikçe anlıyor insan özdek ile arasındaki ilişkiyi.
O sıcak mahallede geçti üç sene kadar. Kardan adam, ilk sigara, birkaç pornografik atık ve hırçın çocuklar…
Devlet büyükleri ölüyor, yerine yenileri geliyordu. “Siyasiler gerçeği gizlemek, sanatçılar gerçeği ortaya çıkarmak için yalan söylermiş.” Büyüdükçe kirlilik oranı da bir o kadar artıyordu. İbadet etmek ayıptır artık. Odalara kapanmak, odalarda ölememek. Karton kâğıt üzerinde kıbleye dönmek ne garip şey.
Tanrı’nın göz kırptığı kutsal kuyu içinde ayetlere sarılmış bir beden. Suyun çürümeye yüz tuttuğu yerlerde genzi yakan irin kokusu. Badshahi sakinliğinde bir oda. 406 numarada metal sedye, sedye içinde bir yeşil kefen.
Vakti var dedi, vakti var…
“Sabahın amasında bir meclis. İki dağın yamacında elleri bağlı.”
Ayaklarım yere deymezdi İETT otobüsünde otururken. Polarize camlardan akan gözyaşlarını anımsıyorum babamın. Aklından ne geçiyordu bilmiyordum ama mühür, serum ve yeşil duvarların bizi beklediği kesindi. O zamanlar cebimde sedef çakı, yasak düşünceler olmasa da sahra kumları uçuşurdu gözlerimin önünde. Bir şairin kara haberiydi yıllar sonra “Çölde keşfedilmiş ve yitirilmiş ütopya”…
Tercih etme fırsatı verilmemişti ademe. Cilalı taşa da inandı adem, devrimlere de, penyeden Tanrılara da. Başlangıçta ne söz vardı ne de eylem artık. Ekranların hep 37 olduğu bir günde yeni doğan bir tayın ilk anlarını izliyordum. İncecik ve titrek bacaklarıyla düşüp kalkan. İşte o vakit anladım: Özgürlük büyük bir kandırmacadır sahip iken bir bedene.
98 yazı
Yüzünü pek anımsamıyorum. Upuzun hastane korudorunda bilmem kaçıncı ameliyat evveli. Saçları yok, biraz kiloluydu bana göre. Bana göre bir şişe serum bir şişe sütten daha ağırdı o günlerde. Annesi çileği defalarca yıkadıktan sonra yedirmişti. Ne garip ulan bu kemoterapi çok şükür bana vermiyorlar, demiş idim. Savaş adında kardeşi ve televizyona bağlanan kasetli atarileri vardı. Ne büyük kurgu! ehriman ve hürmüz, secde ve şeytan, Barış ve Savaş, imza; Tolstoy bayatlığında.
Atlarımıza binmiş, Napalyon’un emrini bekliyoruz sanki ortopedi ve travmatoloji koridorlarında. Barış yürüyemiyor, durumu biraz daha sıkıntılı bana göre. Bana göre ölüm en büyük sıkıntı o günlerde. Üzerimde yürüyebilir olmanın mahçubiyeti Barış’a karşı. Gece. Koridor ışıklarının biri açık biri kapalı sona kadar. Herkes derin uykusunda, derilerde dikişler, yaralar bereler, rüyalar. Acil servisin üst katındayız, bir taraftan sessizliği bozan ağıtlar derinden. Belli ki bir ölüm var, acil olmalı. Dedim ya ölüm büyük sıkıntı o günlerde. Barış biraz önden gidiyor gücü yettiğince çeviriyor tekerleri, gücü yetmeli koridor sonuna kadar. Acil değilse yarın sabah ameliyata gireceğiz çünkü.
Tekbir getirerek ameliyattan çıkan yaşça bir hayli büyük ama benim yarım kadar boyu olan, halkın diliyle (helak olası dil) cüce ama dindar bir cüce, bu yüzden oldukça çağdışı. Dindar olur mu arkadaş bir cüce, ya altı olur ya yedi. Karadeniz şiveli üstelik, bacak boyunu uzatmak için takılan demir kafeslerin acısıyla, bir çağrı halindeydi o sabah. Meraklı bakışlar altında, Allah-u Ekber! Cüce, ucube, başka bir rahimden meydan gelmiş gibi sanki bakan gözler. Olduğu gibi mi görüyorduk dünyayı gerçekte olduğumuz gibi mi? Görüyor muyduk ulan gerçekten. Gözün olması bir bakışın gelişmesi için yeterli miydi? İki kafalı bir adam, bir kafalı iki adam, karnında gelişmemiş kardeşinin uzuvlarını taşıyan adam. Üst dudağı yarık, burnu olmayan adam, başsız, bağırsaksız adam, konserve kutularında bekleşenler. Bu konserveler bugün marketlerde olduğu gibi Manhattan’ın göbeğinde Barnum’da açlık çeken vahşi ama estetik bedenli insanlara ziyafet edilmişlerdi. Onların sakat ve ucube bedenlerini görebilmek için bilet dahi satın almışlardı. God save the American States! Artık deli de yok ucube de. Bunlar başka bir dönemin terminolojisine ait. Ortada bir adeletsizlik, bir suçlu aramak anlamsız, mesele biraz beden ve formunun referanslar ile sınırlandırılmasında. Bozuk bedenli insanlar biyolojik olarak insan türüne aidiyetiyle (hominité) insan olarak düşünülür ama insanlık ( humanite) açısından insan olarak görülmez. Cenin ve ceset, bozuk olduğu için şekli C harfinin, ideal formuna ulaşana kadar baştan yazılmalıydı. Basit bir C harfi nasıl olur da meselenin özünde yatabilirdi. Groundzero, Auschwitz eğlence parkı veya bir hac mekânı olduysa temelinde C’nin, bedenin, Che’nin, Kaddafinin bedeni var mesela. Barış (koridorda ilerliyoruz hala) ve kardeşlik, teknoporn, yüksek yoğunluklu kentlilik, soyluluk, hareketli moda, aşırı şiddet dolu filmler, video-telefonlar, kameralar, cep telefonları, video oyunları, kullanılıp atılabilen binalar, hatta “aşırı sıkılan” gençler için yeni bir bilgi süprüntüsü-internet, bedensel temastan kaçınan ve uyanık olduğu bütün zamanını medya üzerine önemsiz veriler toplamakla geçiren analar. Barnum’daki konservelerin verdiği tat ne ise pişen her küfrün tadı aynı artık.
Altı yaşındayım. Boyumu ölçüyorum babamın yanında. Alnım tam kemer tokasında babamın. Bağdat o zamanlar gece görüşünde. Öteki ile ilgili keşiflerimiz uzun deniz yolculukları ile değil, uzaktan kumanda cihazı aracılığıyla artık. Savaş. İyi ile kötüyü birbirinden mutlak bir biçimde ayıran bir yöntem, farklı olanı insanaltı ya da insandışı kategorisine indirgemeksizin farklılığa tolerans gösteremeyen süreçler. Körfez Savaşı ve Arap Baharı’nın gözler önüne getirildiği süreçler. Savaşların medyada ele alınışlarında hedefin akıl ve izan sahibi olanlar tarafından, kontrol altında tutulması gereken, akıldışı güçlerin timsali olarak gösterilmesi. Düşman yaratmak, vahşet ve işlediği suçlardan dolayı kötü olan ötekini suçlamak, kendi kültür ve medeniyetimizi arılaştırma arzumuz ile bağlantılı. Saddam-Kaddafi-Mübarek-Hitler vb. isimlerin sembolik olarak mahkum edilmesi, Batı modernleşmesinin ve rasyonalitesinin kalbinde yatan bellek oluşumunun temel göstergelerinden. Kaddafi’nin cansız bedenini de görmeye ailecek gitmemiş miydik evet, evet hatırlıyorum akşam yemeğinden hemen sonra, popcorn eşliğinde yazık ulan, şu yarısı olmayan adamın son anları “Kelime-i Şehadet” getiriyor bir de; bak şuna, koçum benim Allah bize de nasip etsin böyle ölüm, biraz daha almaz mısınız kekten! Glaubensbekenntnis, Tiratanam, vay anam! Nasıl da birleştirdi bu kelam bizleri.
Peki, nasıl çıkacağız bu meselenin içinden, peki ya ben ameliyattan sonra narkozdan dediğim sırada parmağım tekerin jantlarına takılıyor, bir hayli geride kalıyorum Barış’tan ve kazanıyor yarışı. O her daim kazanmalı. Gerekirse bir meydanda oturup beklerken, analar ve babalar ölse de, kız kardeşler ve oğullar, meydan bomboş kalana dek ölsek de, alnı dik durduk diyebilmek için, kazanmalı. Ölsek de. Eli silahlı bir İsrailoğlu basarken yüreğine postallarıyla, ölemiyoruz artık.
Soluklanıp garaja dönüyoruz. O gece odada baş başayız. Analar-babalar evlerinde dinlenip sabah doğmadan dönecekler. Yoğun bir mesai bekliyor çünkü onları. Kan gerek, tahlil gerek, sonuç gerek. Dua gerek. Uzakta demirlemiş yük gemileri, tankerler var. Çekmecede diyorum, aklıma düşüyor, çekmecede ganimet var arkadaş, Yaşar’ın abisi Amerika’dan göndermişti cd çaları. Fermuarlı kabı falan da var, metal renk dışı. Sallamazsan takılmadan dinleyebilirsin güzel güzel. Gece. Barışın saçsız başına başımı yaslıyorum, tanışalı bilmem kaç gün olmuş ama arkadaşız herif gibi. Safları sık ve düzgün tutmuş, omuz omuza samimiyiz, ama korkuyoruz, en büyük sıkıntımız ölüm mesela. Kulaklığın birini o, birini ben takmışız, ufukta demir atmış şilepler ve play! “The Mystic’s Dréam” Lorena ablamızdan. Susuyoruz öylece ne hastanedeyiz artık ne vakitlerden gece.
Bir daha konuşulmadı, başka bir şarkıda dinlenmedi üzerine.
Yataklarımıza uzandık.
Barış uyudu mu bilmiyorum ama ben uzun bir vakit karanlığı seyrettim.
Sabah Barış ameliyata girdi, hiç konuşmadık, sedyede gidişini izledim. Benim ameliyatım ertelendi, ayrıldık hastaneden o çıkmadan.
Barış mı?
Onun gibi ölemiyoruz artık.