


Ahmet Aksoy – Kozadan Çıkmış Bir Sinemacı: Nuri Bilge Ceylan
Ahmet Aksoy – Kozadan Çıkmış Bir Sinemacı: Nuri Bilge Ceylan
Nuri Bilge Ceylan “Yeni Türk Sineması”nın popülaritesi en yüksek ismidir. İlk filmi Koza’dan itibaren tüm dünyadaki en hatırı sayılır film festivali Cannes’da boy göstermeye başlayan Ceylan, hem bu festivalden hem de diğer önemli festivallerden ödüller kazanmış bir yönetmen olarak, literatürde önemli bir yer edinmiştir.
Ceylan’ın sinemasını tanımlamak oldukça zordur. Görüntünün peşinden giden bir sinemadır onunki. En azından İklimler’e kadar olan filmleri için böyle bir iddiada bulunmak mümkündür. Görsel doğaçlamaya yatkındır. Hikâye anlatmak derdinde değildir. Daha çok hal ve an anlatımını öncelemektedir.
Yönetmen ilk filmi Koza’da nasıl bir sinema yapacağının ipuçlarını verir adeta. Bu film, İklimler’e kadar çekeceği üç filmin – Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Uzak – bir çeşit önsözü gibidir. Ve kanımca Uzak’la birlikte en önemli iki filminden biridir. Koza, klasik müzikle fotografinin ahengini yansıtır beyaz perdeye. Bir klip havasında çekilmiş bu orta metraj filmde yönetmen, hiç diyaloğa yer vermeden uzun planlar kullanarak, insanın tabiatla kurduğu ilişkiyi resmetmeye koyulur. Kasaba insanının, tabiatın bağrında kendi kendine ördüğü kozasının içinde sürdürdüğü hayatı anlatır. Biraz Tarkovsky ve belki de fazlaca Antonioni etkisi barındıran Koza, Alan Parker’ın Pink Floyd’la çektiği Duvar filmini anımsatmaktadır. Duvar’da Parker batılı ve modern bir toplumda varlığının anlamını tümden kaybetmiş, bütün çabaları duvara toslamış insanın çaresizliğini ve tükenişini anlatırken, Ceylan doğulu bir toplumda kendi kabuğunda yaşayan insanın, kabuğunu kıramamasının çaresizliğini anlatır. Sonraki üç filminde bu kozadan çık(ama)ma halini temel alan yönetmen, yabancılaşma ve yalnızlaşma olgusuna odaklanır.
Kasaba, Koza’da izlediğimiz ailenin hikâyesini derinleştirmektedir. Tıpkı Koza gibi siyah beyaz çekilen bu filmde yönetmen, ailenin bütün fertlerini bağ evinin önündeki ağaçların altında yakılan ateşin etrafında toplar ve izleyicileri ailenin geçmişine götürür. Herkesin anlatacak bir hikâyesi ve yüzleşmesi gereken bir meselesi vardır. Baba, yıllar önce kasabasından nasıl koptuğunu ve nasıl bir hasretle geri döndüğünü anlatır. Yaşlanmış olduğu için ölüm endişesi taşımaktadır ve en az yirmi yıl daha yaşamayı arzulamaktadır. Yaşadığı kasaba onun kozasıdır. Oğul, kasabanın tek okumuş kişisi olarak, eğitimi için nasıl da çırpındığını anlatır. Tarihe meraklıdır. Konuşmalarında sık sık Büyük İskender’den söz eder. Bir taşralı aydın edasıyla, nasıl tutunamadığını, neden döndüğünü anlatır, analizler yapar. Bu haliyle kasabaya da yabancılaşmıştır aslında ve yüz hatlarından bir mutsuzluk havası sezilmektedir. Saffet kasabayı terk ederek hayatını sorumsuzca yaşayan ve genç yaşta ölen babasını bazen özlem bazen de öfkeyle anmakta, gitmekle kalmak arasında bocalamaktadır. Filmin bu en uzun sekansında yönetmen, hikâyenin ana karakterlerini deşifre eder. Diyaloglarda Çehov’dan yapılan alıntılar dikkat çekmektedir. Ancak bu alıntılar fazlaca iğreti kaçmış ve filmin görsel açıdan oluşturduğu etkiyi neredeyse tümüyle yok etmiş gibi görünmektedir.
Mayıs Sıkıntısı, Kasaba’nın çekim öyküsünü temel almaktadır. Yönetmen olan oğul, tasarladığı filmi çekmek için kasabaya döner. Film için mekân ve kasabalılardan oyuncu arayışına girer. Sonunda kendi anne ve babasını filmde oynatmaya karar verir ve Kasaba’nın çekimleri başlar. Ceylan bu filmde kendi sinemasının bazı ipuçlarını vermektedir. Kasaba’da ortaya koyduğu minimalist yaklaşım Mayıs Sıkıntısı’nda iyiden iyiye kendini hissettirmekte ve bana göre yönetmenin başyapıtı olan Uzak’ta adeta doruk noktasına ulaşmaktadır.
Uzak kendine, yaşadığı mekâna ve içinde yaşadığı topluma gittikçe yabancılaşan ve hayalleriyle yaptığı iş arasındaki uçurumun gitgide büyüdüğü bir fotoğraf sanatçısı ile, yaşadığı kasabadan kurtulup kente adapte olmak isteyen bir gencin hikâyesidir. Koza ile başlayan serüven bu filmde noktalanmaktadır. Yönetmenin Kasaba ve Mayıs Sıkıntısı’nda kadraja alıp uzun uzun gösterdiği, evini sırtında taşıyan kaplumbağa misali, kente taşınan kahramanlar aradıklarını yine bulamamanın hüznü içerisindedirler. Yusuf üniversiteyi kazanamamış ve gemilerde iş bulmak ve böylelikle dünyayı dolaşmak arzusuyla geldiği İstanbul’da, bütün kapılar yüzüne kapanınca çaresizce çekip gitmek zorunda kalmıştır. “Tarkovsky gibi filmler yapmak” arzusunda olan fotoğraf sanatçısı reklam fotoğrafları çekerek hayata tutunmaya çabalamaktadır.
Ceylan’ın kahramanları hayata daima kötümser bakan, içlerinde taşıdıkları kötülüklere boyun eğen ve genelde iradesiz tiplerdir. Uzak’ta oyuncuların kadrajı dolduran yakın plan yüz çekimleriyle açılan ve neredeyse hiç diyalog olmadan genel planda sürüp giden uzun sekanslarla kahramanlarının hal-ü pür melalini ustalıkla perdeye yansıtmayı başaran yönetmen, Tarkovsky kadar derinlikli olmayı başaramasa da etkileyici bir görsel şölen sunmaktadır. Tarkovsky,“Hakiki sanat kişiye niçin var olduğu sorusunu sordurmalıdır.” der. Ve kuşkusuz onun filmlerinde derin bir varlık sancısı bulmak mümkündür. Ceylan da kahramanlarına tıpkı Tarkovsky gibi acılar çektirir. Ancak Ceylan’ın karakterleri iletişimsizlik, bencillik gibi basit nedenlerden ötürü acı çekerler ve bütün bunları çözebilecek iradeden yoksundurlar. Tarkovsky ile Ceylan arasında biçimsel açıdan bir ilişki kurmak mümkün olsa da bu öz açısından mümkün görünmemektedir.
İklimler Ceylan’ın filmografisinde bir kırılmaya işaret eder. Uzak’ta fevkalade bir biçimde ele aldığı iletişimsizlik sorununu bir kez daha, bir aşk ilişkisi etrafında ele almayı deneyen yönetmen, kaba bir cinselliğin bayağılığına düşmekten kendini kurtaramaz. İklimler, insana adeta bir dia gösterisi izliyormuş hissini veren durgun kareleri, kötü oyunculuk performansı ve berbat diyalogları yüzünden seyredilmesi güç bir filmdir.
Üç Maymun yönetmenin profesyonel oyuncularla çalıştığı ilk filmidir. Önceki filmlerinde başta ailesi ve kendisi olmak üzere, yakın arkadaşlarından oluşan amatör oyuncularla çalışan Ceylan, bu filmde Yavuz Bingöl ve Hatice Aslan’la çalışmıştır. Bundan da önemlisi bu filmle birlikte sinema dilinde eski filmlerine nazaran bir farklılık göze çarpmaktadır. Pek derinlikli ve etkileyici olmasa da ilk kez bir filmde hikâye anlatmayı, bir olayın peşinden gitmeyi denemektedir.
Patronunun işlediği suçu üstlenerek hapse giren Eyüp içerde dokuz ay yattıktan sonra çıkar ve karısıyla patronunun ilişki yaşadıklarını öğrenir. Ailenin zaten pek de düzenli gitmeyen hayatı bu olayla sarsılır. Film boyunca herkes bir diğerinin hatasını sineye çekmektedir. Film boyunca kötücül bir yaklaşım etkisini sürdürmektedir. Filmdeki bütün karakterlerde bir kirlenmişlik hissi vardır. Para, siyaset ve güç insanları bencilleştiren ve ruhlarını kirleten nedenler olarak gösterilir. Para için patronunun suçunu üstlenerek gerçeği örtbas eden Eyüp, patronunu öldüren oğlunu kurtarmak için patronundan aldığı parayı suçu üstlenmesi karşılığında bir başkasına teklif eder. Vicdanını biraz olsun arındırmak için de sabah namazında camiye gider. Ancak namaz kılmaz, ya da dua etmez. Sadece namaz kılanları izleyerek derin düşüncelere dalar. Ceylan bu tavrıyla, camiyi arınmanın ve vicdanın baskısından kurtulmanın metaforu olarak sıklıkla kullanan Yeşilçam sinemasına ilk kez yakın bir duruş sergiler.
Üç Maymun’da yönetmen, önceki filmlerine kıyasla daha kısa sekanslar kullanmış ve daha yoğun diyaloglara yer vermiştir. ilk filmlerinin tamamının senaryosunu kendisi yazan Ceylan, bu filmde ve son filmi Bir Zamanlar Anadoluda’da Ebru Ceylan ve Ercan Kesal’la birlikte çalışmıştır. Diyalog yazımında pek başarılı görünmeyen yönetmen, Ercan Kesal’la çalışmaya başladıktan sonra bu konuda mesafe katetmiş görünmektedir. Özellikle Bir Zamanlar Anadoluda uzun ve önceki filmlere nazaran başarılı diyaloglarıyla dikkat çekmektedir.
Bir Zamanlar Anadoluda Nuri Bilge Ceylan sinemasında konu anlatımıyla ön plana çıkan, karakterlerin yan hikâyeleriyle zenginleştirilmiş bir film olmasına karşın, görsel atraksiyon yaratma merakı yüzünden heba edilmiş izlenimi vermektedir. Bir kere filmin ilk yarısı, hiç gereği olmadığı halde bir gece yolculuğu olarak geçer. Bir cinayet işlenmiştir. Zanlılar yakalanmıştır. Suçlarını itiraf eden zanlılar, cesedi gömdükleri yeri göstereceklerdir. Akşamın ilk alacasında dar bir arazi yolunda uzaktan parlayan araba ışıklarıyla birlikte ilk sekans açılır. Filmin ilk yarısı boyunca sürecek bu arama faaliyetinde hepsi de birer anti kahraman olan film karakterlerinin ana hikâyeyi destekleyen kişisel hikayelerini öğrenme fırsatı buluruz.
Filmde savcıyı oynayan Taner Birsel muazzam bir oyunculuk gösterisi sunmaktadır. Yıllar önce karısı gizemli bir biçimde, beş ay sonra yani doğum yaptıktan sonra öleceğini söylemiş ve dediği gibi de ölmüştür. Buna bir türlü anlam veremeyen adam, o gece bu olayı çaktırmadan arkadaşının karısının başına gelmiş gibi yaparak doktora anlatır. Doktor savcıya çeşitli sorular sorarak nihayetinde bu olayın bir intihar olduğunu ortaya koyar. Savcı eşine ihanet ettiği için, eşi de onu bu yolla cezalandırmıştır. “Şu kadınlar bazen ne kadar acımasız olabiliyorlar.” diye söylenir yüzünde acılı bir tebessümle. Filmde öldürülen adamın karısının da cinayette parmağı olduğu anlaşılır filmin sonunda. Otopside doktor tarafından meselenin üstü kapatılır. Filmin ana hikâyesi de böylelikle bir kadın acımasızlığını(!) gözler önüne serer. Doktor da eşinden ayrılmıştır. O anlatmaz hikâyesini. Fakat onun da benzer şekilde yaralı olduğu sezilmektedir. Komiser filmde en çok konuşan karakterdir. Film boyunca durmadan yakınır. En çok da savcıdan yakınır. Onun da karısıyla ciddi sıkıntıları vardır. Filmde kadından çok çekmiş insanların, muhtarın evinde, gaz lambasının ışığında kendilerine çay servisi yapan muhtarın kızının güzelliği karşısında adeta büyülenmiş olmaları da insanlık durumuna dair güzel bir çelişkidir.
Filmin en can alıcı sahnesi, küçük bir su arkının öte tarafında yamaç bir tarlada ceset aranırken Arap lakaplı şoförün elma ağacının dalını silkeleyerek birkaç elmayı yere düşürdüğü sahnedir. Elmalardan biri yamaçtan yuvarlanarak su arkının içine düşer ve taşlara takılıncaya kadar bir müddet suyla birlikte sürüklenir. Ceylan bu sahneyle tüm filmlerindeki karakterlerin tıpkı yuvarlanan elma gibi kaderlerinin peşi sıra oradan oraya sürüklendiklerini anlatma çabasındadır. Filmlerinde kullandığı dil değişse de, temelde hayata karşı pasif bir duruş sergileyen karakterlerinin durumu tıpkı bu elmanın durumu gibidir.
Koza’yla başladığı sinema yolculuğunda “Tarkovsky gibi filmler yapmak” iddiası ve arzusunda olan bir yönetmen olan Nuri Bilge Ceylan, Üç Maymun ve Bir Zamanlar Anadoluda ile birlikte başka bir mecraya direksiyon kırmış gibi durmaktadır.

Feyza Yarar – Bir Acayip Âdem: Ali Ufkî Bey
Feyza Yarar – Bir Acayip Âdem: Ali Ufkî Bey
“Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır inan
Uyan ey gözlerim gafletten uyan”
Zikredilen eseri dinlemeyen, bilmeyen pek yoktur herhalde. Güftesi III. Murat’a ait bu nefis nutk-u şerif’in bestekârı kimmiş diye merak edip de bakmak için geriye döndüğümüzde epey eskilere gitmek gerekiyor. Saz semailerinden, peşrevlerden, murabbalardan geçerek ilerlediğimiz bu yolun ucu 17. yüzyıla bağlanıyor ve nihayet eserin bestekârı ile karşılaşıyoruz: Ali Ufkî Bey.
17. yüzyılın kendine has karmaşasından nasiplenmiş olan bestekârın adı literatürde muhtelif şekillerde geçiyor. Ama en çok kabul göreni Albertus Bobovius. Aslen Leh olan Bobovius 1610 yıllarında Polonya’nın Lwow kentinde dünyaya gelir. Soylu bir ailenin çocuğu olmasına rağmen savaşta esir düşüp takriben 1630’lu yıllarda İstanbul’a getirilir. Büyük Saray’a (Topkapı Sarayı) içoğlan olarak yerleştirilen Bobovius Müslüman olduktan sonra “Ali Beg” adını alır. 20’li yaşlarında saraya girdiği tahmin edilen Ali Ufkî ülkesinde iyi bir eğitim almıştır. Lehçe, Fransızca, İngilizce, Almanca, Latince, Eski Yunanca bilen Ali Ufkî Osmanlı coğrafyasında yaşamaya başlaması ile Osmanlıca, Arapça ve Farsça da öğrenmiştir. Yine henüz ülkesinde iken edindiği enstrüman ve nota bilgisi sayesinde sarayda sazendeler arasına katılır. Burada Türk Musikisi ve santur öğrenmeye başlar. Daha sonra da Santuri Ali Ufki Bey olarak anılır.
Ali Ufkî Bey’in Enderun’daki hizmetinin ne kadar sürdüğü yönünde tevatürler mevcutsa da sazende olarak yaklaşık 20 yıl kadar sarayda kaldığı bilinmektedir. Daha sonra bir süreliğine Mısır’a gidip orada yaşayan bestekâr saraya ikinci kez, bu defa dilmaç vasfıyla dâhil olup İstanbul’a dönmüş olur. Nerede öldüğü ve mezarının nerede olduğu hususunda hiçbir belge olmamasına rağmen yaptığı yazışmalardan ölüm tarihi 1675 olarak belirlenmiştir.
Devrinin en ilginç adamlarından olan Ali Ufkî Bey’in şöhreti daha kendisi hayatta iken Osmanlı sınırlarını aşar. Zira Enderun mektebini, saray yaşantısını, günlük hayat işleyişini anlattığı 1665 yılında kaleme alınmış olan “Saray-ı Enderun” metnini Almanlar 1669 yılında, İtalyanlar 1679, Fransızlar 1785 yılında yayımlamıştır. Biz ise bu metni “Topkapı Sarayı’nda Yaşam” adı ile 375 sene sonra Fransızca çevirisinden okuyabildik.
Ali Ufkî Bey Enderun Mektebi’nde sazendeliğe ve çevirmenliğe devam ederken bir yandan da devrinin müziğini kayıt altına almaya başlar. Batının nota yazılım sistemine vâkıf olduğu birikimi, mûsikiye olan istidâdı ile birleştirip öğrendiği eserleri ve kendi bestelerini “Mecmua-i Saz ü Söz” başlığı altında derlemiştir. Kaynaklar bilhassa belirtmektedir ki; Mecmua bir evrad değil, bir antolojidir. Hatta “Müsvedde” sıfatından da anlıyoruz ki bu metinler Ali Ufkî’nin evrak-ı metrukesidir. Zira bütün bunların yanında bir de Türkçe öğretmenliği yapan bestekârın en sadık öğrencilerinden olan ayrıca “Binbir Gece Masalları”nı ilk kez Arapçadan bir Avrupa diline çevirmesiyle ünlü Galland, Fransız Kraliyet Kütüphanesi için İstanbul’dan elyazması kitap toplamakla görevlendirildiğinden Ali Ufkî’nin ölümünden sonra bütün elyazması eserlerine el koymuştur. Dolayısıyla Ali Ufkî’nin metinleri, sırasız ve dağınık biçimde bir araya getirilen Mecmua (Mecmua-i Saz-ü Söz’ün müsveddeleri), Mezamir (Mezmurlar) ve Saklı Mecmua elyazmalarının tek nüshaları Bibliothèque Nationale de France’ta Şark Yazmaları Bölümü’nde bulunmaktadır.
Kantemir edvarından 50 yıl önce yazılan Mecmua-i Saz ü Söz, Mezamir ve Saklı Mecmua üçlüsü devrinin tek repertuar arşividir. 17. yy Şark müziğine dair varlığı bilinen başka bir eser olmaması Ali Ufkî Bey’in müzik kültürüne yaptığı önemli katkıyı açıkça ortaya koyar. Batı notalarıyla Doğu eserlerini kaleme alan bestekâr bu çalışmaları yaparken kendine özgü bir yazım sistemi de geliştirmiştir. Bilindiği üzere Batı alfabesi soldan sağa, Doğu alfabesi sağdan sola yazılır. Ali Ufkî notaları da sağdan sola yazarak, müzisyenlerin de kafasını karıştırmayı başarmıştır. Batı notası bilen günümüz musikicileri Ali Ufki’nin yazmalarını kolayca okumakta zorlanır. Enderun’da öğrendiği sözlü ve sözsüz eserlerin yanında kendi bestelerine de yer verdiği kitapta peşrev, murabba, varsağı, türkî, ilahî ve tesbihler yer almaktadır. Sadece Osmanlı müziğinin değil Doğu müziğinin en eski nota mecmuası olan eserde dönemin popüler formu kâr formunda eser olmaması dikkat çekse de mehter marşı olması dahi eseri müstesna kılmaya yeterlidir. Hüseyni, muhayyer, rast, nişabur, segah, neva, uzzal ve nikriz ise Mecmua’da bahsi geçen makamlardan bazıları.
Son 25 yıla kadar bizim için gizli bir hazine olan bu eserler ilk defa Ruhi Ayangil tarafından seslendirildi. Daha sonra Kudsi Erguner, Derya Türkan gibi isimler tarafından icra edildi. Fakat Ali Ufkî Bey’i bihakkın meydana çıkaran Bezmârâ grubu oldu. “Mecmûa’dan Saz ve Söz” isimli albümlerinde Ali Ufkî Bey’in eserlerine dönemin kendine has çeng, santur, kopuz, şehrud, mıskal gibi enstrümanlarıyla eşlik edildi ve ortaya arşivlik bir kayıt çıkmış oldu.
Avrupa dillerinden Doğu dillerine tercümeler yapan Ali Ufki’nin tarih ve kültür hayatımıza katkısı bu kadarla sınırlı değildir. Türkçe-Latince bir sözlük yazdığını, ayrıca 1662-1664 yılları arasında Kitab-ı Mukaddes’i ilk defa Türkçeye çeviren kişi olduğunu da belirtmeden geçmeyelim.
Yaşadığı devirde sarayın önde gelenleri, büyükelçileri, seyyahları, tarihçileri, musikişinasları ile sürekli dirsek temasında bulunan çok yönlü bir entelektüel olan Ali Ufkî dil, din ve musiki alanlarında verdiği eserlerle o günlere görmezden gelinemeyecek bir ışık tutuyor. Batı ve Doğu arasında bir ara yüz konumunda olan bestekârın en revnaklı eserlerinden birisi olan Nikriz Peşrev ile yazıyı hitama erdirelim. Nakkaş Osman’ın o gûlguleli Sûrname minyatürlerinden birinde, sazende ve hanendelerin, kendilerini temaşa eyleyen hazırûna çaldığı peşrev Ali Ufkî’nin Nikriz peşrevi olsa yeridir.
Kaynakça:
1- Saklı Mecmua, Ali Ufkî’nin Bibliothèque Nationale de France’taki [Turc 292] Yazması, Cem Behar, YKY, 2005.
2- Musikiden Müziğe, Osmanlı/Türk Müziği: Gelenek ve Modernlik, Cem Behar, YKY, 2008.
3- Topkapı Sarayı’nda Yaşam, Albertus Bobovius ya da Santuri Ali Ufki Bey’in Anıları, Çev: Ali Berktay, Kitapyayınevi, 2009.
4- İstanbul’un 100 Seyyahı, Nida Nebahat Nalçacı-Nazmiye Çetinkaya, İBB Kültür A.Ş. Yay., 2011.
5- “Mecmua”dan Saz ve Söz, Bezmârâ, Kalan Müzik, 2004.

Seyyâh-ı Hayrân Ziyâ Çelebi – “Bir Gûne Hâdisât-ı Acîbe-i Şehr-i Remezân Beyânındadır”
Seyyâh-ı Hayrân Ziyâ Çelebi – “Bir Gûne Hâdisât-ı Acîbe-i Şehr-i Remezân Beyânındadır”
Mahalle Mektebi, Sayı 6 [Temmuz, Ağustos 2012]
Sad-hezâr âdemoğlunun alâmeleinnâs câdde üzre iftâr itdüğin beyân ider:
İş bu seyyâh-ı fakîr, Ziyâ-yı bî-riyâ, bin dört yüz otuz iki sene-i hicrîsinün mâh-ı Remezânının evâsıtında kable’l-asr, devlethânemde alâ vechi’l-yakaza yatur iken âgâh olub âbdest alub salât-ı vüstâ-yı edâ eyledim. Edâ-yı salâtdan sonra dahî cenbim üzre uzanıb hazret-i Yezdân’ın esmâ-i pâklerin zikrine –ale’l-âde- mülâzemete şürû eyledim kim evrâd ü ezkâra mülâzemet iden mâh-ı Remezân’da ziyâde müsâb olur. Hem Kelâm-ı Kadîm’de mezkûrdür kim ol tefekkür ehli müselmânlar zât-ı Bârî’yi kâim iken hem kâ‘id iken hem dahî alâ cünûbihim zâkir olurlar. Ol zikr ü fikrden sonra dahî Acıbâdem nâm semt-i kadîmde mescid imâmeti vazîfesin îfâ iden kadîm yâranumdan Abdullah Rüşdi hâceyi iftâra dâvet itdim. Çünkim Nebî-zî-şân buyurdılar: ‘Yek âdemin taâmı iki kişiye kâfidir. Cemâatde rahmet, fürkatde azâb vardır’. Hem hadîs-i nebî’de vârid olmuşdur kim “mü’min, karındaşı ilen teberrük bulub maîşeti ziyâdelenir.
Şiir:
Çalış, kazan; ye yedir; bir gönül ele getir;
Bin Ka‘be’den yeğrekdir, bir gönül ziyâreti.
Uslu değil delidir, yüce saraylar yapan;
Âkibet vîrân olur, cümlenin imâreti.
Hakîr, da‘vetden evvel iftâriyelik vü sofralık erzâk ü fevâkih teminiçün çarşuya varayun didikde gözüm azîm bir kalabaya dûş oldu kim hezârân âdem ü havvâlar bir hây hûy ü gulgule ilen şamata ider, itişip kakışır hem dahî âvâzeler hevâda uçuşurdu. Fakîrin hânesi Ümrâniye nâm belde-i cedîde karîb olmağın Alemdağ deyû müsemmâ cadde-i kebîrin çarşusuna varıp ol izdihâmı temâşâ idicek hemân yâneden ubûr iden bir âdeme didim ki: ‘Eyâ emmi, şol cümle nâs gûyâ ceng ü gavgâya vü yağmâya gelmişler. Ya bu tantatana vü izdihâmın esbâbı nedir? Şol nâs yağa, gaza, tuza vâki‘ terakkîden mi müştekîdir, yâ hulûl-i şehr-i mübârek münâsibetiylen peydâ olan ihtikâr ü muhtekirînden mi şekvâ idip tel‘înde bulunurlar?’. Ol emmi ayıtdı: ‘Oğulcağızım, elyevm Ümrâniye nâm beldenün şehremâneti, iştirâk ideni sad-hezârı mütecâviz olıcak bir ulu mâide-i iftâr tanzîm eylemişdir kim ol cemiyete “Sokak İftarı” dirler. Ol şâhid olduğun cümle nâs dahî her biri bir fâriğ kürsî kapmak vü âna câlis olmak gavgâsı iden bî-edeb ü bî-behre âdemlerdir. Ânın içün çekişir vü itişirler. Vâh esefâ!’. Ol emmi böyle digeç nazar kıldıkda şâhid oldum ki hezâran kürsî vü sofralar dört ok atımlığı tûlünde begâyet nizâmi dizilmiş, her kürsînin önine dahî âb ü hubz ü iftâriyyelik vü taâm ü meşrûbâtlar ihzâr idilmişdir. Vü lakin muhammenden ziyâde er ü avretler sâi olunca ol erzâk vü kürsîler kâfi gelmemişdir. Filasl, alâmeleinnâs cadde eyninde vü avâmın beyninde sıhhat ü âdâbdan berî velev ki bi-saded-i infâk ola, ol taam vü iftar meclisleri tesis eylemek aslâ edeb-i dîn ü örf-i Türkî’ye muvâfık değildir. Çün ol meclislerden sonra meşhûd olunan manâzır ziyâde şâyân-ı tahayyüf ve tahassür bolur. Her yâneye nesrolmuş taâm ü lahm ü pideler, cebel-i Aydos misillû etrâfa yığılmış zibil vü habâset, nîmetin şükrün edâ itmeden sofradan itizâl iden âdemler görmek mukadderdir. Ol meclislerde ziyâde tebzîr vukû bulur kim Kelâmullah’da mukayyeddir: “Ashâb-ı tebzîr cümle ihvân-ı şeyâtindir”. Hafazanallâh! Şehr-i mübârekin rûh ü rikkatine münâfî, gayr-i muvâfık-i âdâb ol meclislerden Cenâb-ı lem-yezel cümlemizi sıyânet eylesin. Şol riyâ vü arz-ı şecaât ü gayret meraklısı cümle şehremînlerine dahî Mevlâ firâset ü akıl nasîb eylesin, âmîn!
Beyt:
Ehl-i diller arasında aradım kıldım taleb;
Her hüner makbûl imiş illâ edeb, illâ edeb!
Selâtîn câmiî mahyalarında acîb ü garîb elfâz muharrer idüğü beyânıdır:
Hakîr, bâlâda mezkûr senenin Remezânında, sâbiku’z-zikr günin ferdâsı nefsime ya n’ola didim; işbu gice salât-ı terâvîhi Sultân Süleymân câmi-i şerîfinde edâ ideyin, çün Kânûnî Sultan Süleymân Hân efendimiziün fazl ü himmet ü lütfu ândadur. Ândan şol mâh-ı azîz hürmetine teberrükde bulunıb, rûhûna fâtihâ ihsân eylemek vâcibdir deyû düşünüb Rüşdî Hâce birle ba‘de’l-mağrib yola revân olduk. Deryâyı âbir olub Sarayburnu’na vâsıl olmakçün sâhil-i Üsküdâr’dan sefîneye râkib oldukda dîdelerim Sultân Ahmed-i Evvel, Bâyezîd vü Süleymâniyye câmi-i şerîflerünin minârelerinde muallâk mahyâlara dûş oldu kim anlarda “Ey oruç dut bizi”, “Mübârek ay”, “Onbir ayın sultânı” nev ‘inden bilâ ma‘nâ vü zarâfet ibârât vü tuhaf terkîbler muharrerdi. Hemân hayrete garîk olûben Rüşdî Hâce’ye teveccüh idip dedim ki: ‘Bak a pîrim! Ezmân-ı kadîmede vü ecdâd-ı sâlifîn-i sâlihînimizün rûzigârunda ol mahyalarda hurûf-i Arabiyye ilen tekbîr ü tehlîl ü tesbîhler mektûb idiğün Evliyâ Çelebi Mehemmed Zıllî efendimiz vü nice seyyâhân-ı kirâm ü müverrihân naklider. Ya bu mahyalara n’olmuşdur kim, elyevm ânların üstinde sıbyân mektebi kırâet ü kitâbet temrînâtı nev‘inden acîb ü garîb elfaz ü terkibler muharrerdir. Kangı şuursuz mahya ustaları anları tesis ider acep? Ben böyle didikde Rüşdi Hâce teessür ü tekeddüre garkolub: ‘Çelebim’ didi; ‘şol devr-i cedîdin cümle işleri örf ü an‘aneyi tahrîfe mebnî olub, ahbâb alışverişde görsünler sadedindedir. Andan berû ne senin müştâk idiğün âdât ü zarâfet ne rûh ü iştihâ ve ne rikkat ü letâfet kalmışdır. Bizim gibi âdemler ol bu rikkatlen daha ziyâde tekeddür ider… hakîr ol cevâbından sebeb Rüşdî Hâce’yi tahsinledim.
Şiir:
Bûy irse cân neşâmına, fasl-i bahârdan
Murgân sadâsı gelse yine, megzârdan…
Bulsa nevâda, gül gibi nev-besteler, zuhûr;
Kim tâze nakş ü savt işidilse hezârdan…
Nevrûz irişse, yâd idüp ol eski demleri;
Her kimse alsa dâdını bû rûzgârdan…
(Sultân Ahmed-i Evvel)
Cevelânnâme-i Ziyâ
Heybeliada, 12 Haziran 1428.

Gökçe Özder – Görünenin Ardındaki Hakiki Krallık
Gökçe Özder – Görünenin Ardındaki Hakiki Krallık
Vladimir Nabokov, 1948-58 yılları arasında Amerika’daki üniversitelerde verdiği derslerden oluşan kitabında düzyazının en büyük Rus sanatçılarını şöyle sıralar: Bir Tolstoy, iki Gogol, üç Çehov, dört Turgenyev. Aynı kitapta Tolstoy, Çehov ve Turgenyev’in eserlerini örneklerle çözümler. Gogol içinse ayrıca bir kitap yazar. 1959 yılında İngilizce olarak ilk kez yayımlanan Nikolay Gogol isimli bu kitap Şubat 2012’de İletişim Yayınları tarafından çevrilerek Türk okuyucusuna ulaştı.
“Nikolay Gogol, Rusya’nın yetiştirdiği en tuhaf düzyazı şairi, 1852 yılında, 4 Mart Perşembe sabahı, saat sekize gelirken, Moskova’da öldü.” (7) cümlesiyle başlayan kitap, her ne kadar ilk bakışta biyografi gibi görünse de, daha ilk cümlesiyle klasik biyografi kurallarını yıkıyor. Yazar size en başından farklı bir kitap okumakta olduğunuzu hissettiriyor. Kitap boyunca biyografik bilgilerin verilmesi yanında, yazarın eserlerine de farklı bir gözle bakılması sağlanıyor. Yazar öncelikle, yazarları gerçekçi, romantik, sembolist şeklinde sınıflandıran ders kitaplarını eleştiriyor. Kitap boyunca da bize Gogol’ü gerçekçi olarak sınıflandırmanın yanlışlığını gösteriyor. Sadece bunu mu? Gogol’ün kimi eserlerini farklı bir bakışla yorumlayarak, adeta alaycı bir edayla yerdiği eleştirmenlere, eleştirinin nasıl yapılacağını öğretiyor.
Kitap altı bölümden oluşuyor. “Ölümü ve Gençliği” isimli ilk bölümde Gogol’ün yazmaya başlamadan önceki hayatına değiniyor. Bunu yaparken de özellikle, yazarın yazarlık hayatını etkileyecek olayların üzerinde duruyor. Nabokov, Gogol’ün annesine yazdığı mektupları bizzat çevirerek sunuyor okuyucuya. Bu mektuplardan yola çıkarak Gogol’ün sadece kitap yazarken değil, gerçek yaşamda da ‘uydurduğunu’ görüyoruz. Fakat “buharlı gemilerin Nikolaycığı tarafından icat edildiğini söyleyerek dostlarını hayrete düşüren” annesi de sanki Gogol’ün muhayyilesinin bir ürünü gibi çıkıyor karşımıza. Aynı zamanda, Gogol’ün cehennem ve şeytan korkusunun ilhamı olarak görülüyor Maria Gogol. Nabokov, her ne kadar bu gibi klişe cümlelerden bıktığını belirtse de annesi ve oğlunun benzer mizaçlara sahip olduğunu söylemeden edemiyor.
Yine kitabın ilk bölümünde Nabokov’un, kişisel okuma zevki hakkında da fikir ediniyoruz. Örneğin; “Sırf yerel diyalekt ile yazıldığı ya da uzak yerlerin egzotik atmosferinde geçtiği için bazı kitaplardan hoşlanan kişilerle hiçbir zaman uyuşamadım.” (34) diyor Nabokov. Aynı sebepten, Gogol’ün Akşam Toplantıları ve gençlik dönemi eserlerinin ilgisini hiç çekmediğini, hakiki Gogol’ün tam anlamıyla sadece Müfettiş, Palto ve Ölü Canlar’da kendini gösterdiğini belirtiyor. Nabokov, kitabın geri kalanında da özellikle bu üç eser üzerinde duruyor.
Çehov’un “Eğer bir anlatıda duvara asılı bir tüfek varsa patlamalıdır.” tezi henüz daha ortada yokken, yarattığı ‘”hayalet” karakterlerle bu tezin yıkılmasını sağlıyor Gogol. “Ama Gogol’ün tüfekleri havada asılı durur ve ateşlenmez; zaten onun anıştırmalarının cazibesi de, bu anıştırmalarından hiçbir şey çıkmayacak olmasından kaynaklanır.” (47) diyen Nabokov Müfettiş’teki hayaletlerden bahsediyor bize kitabın ikinci bölümünde. Gerçekten de Müfettiş piyesinde, ismen bahsedilen, hatta hayatı, kişiliği hakkında bilgiler verilen birçok kişinin piyeste fiziken varolmadığını görüyoruz. Hatta kitaba ismini veren müfettiş bile aslında hayalettir ve tiyatro sahnesinde hiç varolmayacaktır. Nabokov’a göre bu ikincil dünya Gogol’ün “hakiki krallığıdır”. Gogol piyesine adını veren kişiyi oyuna dahil etmemiş olmasına rağmen, bu oyunun hâlâ Rusça yazılmış en başarılı oyun olarak görülmesi; onun, Çehov’un tezini yıllar öncesinden çürütmüş olduğunun en büyük kanıtıdır.
Peki Müfettiş oyunu bir taşlama ya da komedi olarak değerlendirilebilir mi? Nabokov, edebiyat eleştirmenlerinin Müfettiş’i salt bir taşlama veya komediden ibaret saymasını eleştiriyor. Gerçekte, Gogol’ün eserlerinde, hatta bunu genellersek “iyi eserlerde” böyle bir genellemeye gidilmesi pek doğru sayılmaz. Çünkü; “Gogol, Shakespeare gibi komplike yaratılar yazan yazarların, seyircide kahkaha ya da gözyaşına değil, mükemmel bir tatminden kaynaklanan ışıltılı bir gülümsemeye sebep olduğunu” (57) söylüyor Nabokov. Bütün bu övgülere rağmen, Nabokov, Müfettiş’in bütününün, “bayağılığın çeşitli veçhelerini özel şekilde harmanladığını” kabul eder. Gerçekten de konuyu ve olayları düşündüğümüzde Müfettiş’i klasik bir komediden farklı görmezken, Gogol’ün anlatımıyla eserin nasıl da bir başyapıta dönüştüğüne şahit oluruz.
Şüphesiz Nabokov’un Gogol hakkındaki tespitlerinden en ilginci, Gogol’ün eserinin manasını tamamen yanlış anladığına dair olanıdır. Müfettiş yayımlandıktan sonra Gogol eleştirmenlerin gözünden kaçanları anlatmak amacıyla, oyununu açıklayıcı yazılar kaleme alır. Bu yazılarda gerçek müfettişin “İnsanların Vicdanı”, diğer karakterlerin ise “İnsanların Tutkuları” olduğunu belirtir. Bu noktada, Nabokov, Gogol’ün kendi eserlerini yanlış yorumladığını belirtiyor. Bu yorum Nabokov’un kişisel yorumu olmasıyla beraber, bunun ne kadar sağllıklı olduğu tartışmaya açıktır.
Nabakov, kitabında sadece Gogol’ün eserleri hakkında konuşmuyor. Kendi kendisiyle konuşarak adeta monolog bir edebiyat sohbeti gerçekleştiriyor. Yer yer esas konudan uzaklaşıp başka sularda yüzüyor. Fakat bunlar da bize Nabokov’un farklı konularda neler düşündüğünü gösteriyor. Okurken Nabokov’la sohbet ediyor hissine kapılıyorsunuz. Kitabın serrbest bir biçimde yazılması bu zevkin oluşmasında etkili oluyor. Nabokov nelere mi değiniyor? Mesela, Poşlast diye nitelediği; çok satan, “soylu ve güçlü” kitapların kitap eklerinde nasıl da göklere çıkarıldığını, oysa bu kitapların hakiki edebiyattan habersiz olduğundan dem vuruyor uzun uzun. Kitapta yine yer yer Gogol’ün kitaplarını İngilizce çevirilerinin, orjinal dilden ne kadar uzak olduğunu eleştiriyor çeşitli örneklerle. Rusça ve İngilizceye böylesine hakim birinden, bu eleştirileri okumak fazlasıyla doyuruyor ve ikna ediyor biz okuyucuları.
Edebiyat derslerinde okuduğumuz her metinden bir sonuç ya da mesaj çıkartmaya zorlandık daima. Amaçsız, sonuçsuz, mesajsız metin olamayacağına inandık, bu sebeple okuduğumuz bir şeyin sonunda herhangi bir mesaj ya da hakikat bulamayınca o eseri ya kötüledik ya da yazarın belki aklının ucundan bile geçmeyen mesajlar uydurduk. Aynı çaba Gogol’ün eserleri için de harcandı. Özellikle Ölü Canlar’da özel bir mesaj bulamayan eleştirmenler, “mevcut koşulların gerçekçi bir betimlemesi”ni gördüler. Tam da bu noktada Nabokov devreye giriyor ve Ölü Canlar’a bambaşka bir bakış açısı getiriyor. “Çiçikov’un satın aldığı ölü canların sadece bir kağıt parçasındaki isimler değil, Gogol’ün dünyasını sert kanat çırpışlarıyla dolduran ölü canlar” olduğunu söyleyerek (74) kim bilir belki de Gogol’ün bile yazarken fark etmediği bir durumu ortaya koyuyor.
Gogol, Ölü Canlar’ı yazdıktan sonra Rus halkı tarafından gayet olumlu tepkilerle karşılanır. Bunun üzerine çok geçmeden, üç cilt olarak tasarladığı kitabının ikinci cildini yazmaya koyulur. Bu sırada olanlar olmuş, Gogol olguları tasavvur etme yeteneğini kaybetmiş, olguların kendi başlarına da var olabileceklerine kanaat getirmiştir. O sırada Rusya dışında olduğu için, Rusya’da bulunan dostlarından gördüklerini tarif etmelerini ister. Hatırını kırmayan dostları Gogol’ün bu isteğini yerine getirir. Fakat sonuç hüsrandır. Gogol, mektuplarda anlatılan dünyaların onun eserini yazmaya yardımcı olacağını ummuştur. Fakat elindeki onca mektupla kalakalır. Nabokov’un da söylediği gibi, bu durum “çıplak olgu”, “gerçekçilik” gibi terimlerin ne kadar aptalca olduğunu kanıtlar. Üzücü olansa Gogol’ün bile kendisini “gerçekçi” olarak görüyor olması ve “çıplaklık” denen olgunun varlığına inanmasıdır.
Nabokov, kitabını bitirdikten sonra yayıncısının yolunu tutar. Kitabın son bölümü olan “Açıklamalar” kısmında Nabokov, yayıncısıyla arasında geçen diyalogtan parçalar sunuyor. Zira kitabın bundan sonraki bölümünü oluşturan kronoloji kısmının kendi isteğiyle hazırlanmadığını anlatmaya çalışıyor bize. Yayıncısının “Kitapların olay akışlarından da bahset.” sözlerine, “asıl olay akışının görünenin ardındaki olduğunu” söyleyerek cevap veriyor (144). Aslında bu sözleri, kitabın bütününde vermeye çalıştığı ‘mesajın’ özünü oluşturuyor. Kitabın sonundaki kronolojinin üşengeç okuyucular için yazıldığını söyleyerek de son taşını atıyor Nabokov. Kronoloji, Gogol’ün ölümüyle son buluyor. Nabokov başladığı noktaya dönerek, belki de farkında olmadan Çiçikov’un briçkasının tekerleğinin simgelediği çembere gönderme yapıyor.
Bir yazarın başka bir yazarı anlatması zordur. Övmesi, beğenmesi ise deveye hendek atlatmakla eşdeğerdir. Çoğu yazar kendi yazın dünyasını en tepede görür. Ancak iyi bir okuyucu olabilmeyi başaran yazarlar ise Nabokov’un Nikolay Gogol eseri gibi ufuk açıcı kitaplar yazabilir. Kendisi de aynı zamanda kurmaca yazarı olan Nabokov, bir roman gibi yazıyor Gogol ve onun eserlerine dair düşüncelerini. Bu kitap, tam da edebiyat dünyasının klişelerinden sıkılanlar ve Gogol’ü farklı bir gözle görmek isteyenlere göre.

Tuba Ayan – Taş Ve Bayram
Tuba Ayan – Taş Ve Bayram
YER: TÜRKİYE
Anadolu’da bir şehrin köhne mahallesi…
Ilık bir sonbahar günü ve kurban arifesi… Birbiri ardınca sıralanmış kerpiç evlerin arasında, tozun toprağın içine bulanmış, yerlerde yuvarlanarak bilye oynuyoruz. Arkadaşlarım kendilerini oyuna o kadar kaptırmışlar ki bir an durup öylece onları seyrediyorum. Biri var ki, gözlerini kocaman açmış, bütün dikkatini toplayarak; bilyeyi elinden hırsla fırlatıyor, bilye yuvarlanıyor, hızla yuvarlanıyor. Dedemin sesini duyuyorum o ara. Beni arıyormuş. Seviniyorum. Koşup eline yapışıyorum.
– Nereye gidiyoruz dedeciğim?
Uzaklara bakışlarını dikmiş, sanki uzun zamandır görmediği birini görecekmiş gibi:
-Bakalım nereye gideceğiz, gidelim görelim…
Böyle diyordu ama derenin yolunu tutmuştuk. Küçük aklımca, akıllı olduğumu anlasın diye:
-Dereye neden gidiyoruz dedeciğim…
Gülümsüyor. Akıllı olduğumu anladı; saf olduğumu da…
-Taş toplayacağız.
Daha önce hiç taş toplamamıştık.
– Uzun ve yassı taşları seçmeliyiz!
-Ya Allah Bismillah! diyerek heybeyi sırtlıyor.
Şimdi mezarlıktayız… Ebemin mezarı, ayakucundayız. Başında, göğe doğru uzanan bir servi. Mezarın taşları eksilmiş. Dedem, eksikleri besmeleyle bir bir yerleştiriyor. Yanaklarından, toprağa süzülen bir iki damla yaş, dilinde dua…
YER: GAZZE
El-Halil’de yıkıntılar arasında bir mahalle…
Sıcak esen bir rüzgâr, kurban arifesi… Kapı ve pencereler sıkı sıkı kapatılıyor. Bazı evler bombalanmış. Kimin evi daha iyi ise orada toplanılıyor. O gün amcamlardayız. Annem yengemden bir leğen istiyor. Gözleriyle beni çağırıyor, yanına sokuluyorum. Banyo yapmak istemiyorum, diye mızıklanıyorum.
– Merak etme! Gözlerine sabun kaçmayacak, diyor. Ben yine de istemediğimi söylüyorum. Amcamın büyük oğlu:
-Ne istiyorsun sen! Sesini çıkarmasana, diye kızıyor.
Aldırış etmiyorum. Anneme daha da sokuluyorum. Nereye geldiğimizi anlamaya çalışıyorum.
Yıkıntılar arasında harabe bir yere gelmişiz, gözlerimdeki yaştan etrafı seçemiyorum, gözlerimi elimin tersiyle silip sümüğümü çekiyorum, o sırada, sadece yarısı kalmış duvar gözüme çarpıyor ve üzerinde, düştü düşecek gibi duran bir fotoğraf; annem ve babam…
Annem yıkık duvarın dibine besmeleyle oturuyor:
-Ya Allah Bismillah…
Leğeni yanına yanaştırıp kerpiçler arasına yerleştirilmiş taşları seçiyor, topraklarını silkeliyor. Kazaklarımızın içine bile alabildiğimiz kadar taş dolduruyoruz…
Arife gecesi, yatağımın başucunda taşlarla uyuyorum…
YER: CEBEL-İ RAHME
Arife günü, ikindi vakti. Arafat’tayız.
Adem ile Havva’nın buluşturulduğu yer. İlk tevbenin kabul noktası… Belimde ve üstümde iki parça havlu, başım ve ayaklarım çıplak. Babamın omuzlarındayım. Kuş bakışı herkesi görebiliyorum, her yer bembeyaz. Mahşeri kalabalık…
İbrahim’in İsmail’ini kurban için götürdüğü yerdeyiz; Müzdelife’de…
Tevekkül ve teslimiyetin ibretli haritası… Şeytanın Hacer’e, İsmail’e, İbrahim’e sataştığı yer…
Babam sıcak kumların üzerinde:
-Ya Allah Bismillah, diyerek eğiliyor, taşları sayarak topluyor. Küçük avuçlarıma alabildiğim kadar taş topluyorum. Babama bakıp onu taklit ediyorum.
-Babacığım! Bu taşları ne yapacağız?
Başını kaldırıp bana bakarken alnında biriken terleri fark ediyorum. Rahat bir gülümseme var yüzünde.
– Hz. İbrahim gibi yapacağız oğlum! Şeytanımızı taşlayacağız.
Lebbeyklerde sabırsızlanıyorum…İbrahim’i içimde, kendimde buluyorum.
Arafat, af ve sığınma makamı… Dillerde telbiye.
Şeytan, atılan her taşta kovuluyor.

Hakan Yaman – 8 Temmuz’da Ölmek
Hakan Yaman – 8 Temmuz’da Ölmek
“Hayatta en korktuğum şey
8 Temmuz’da ölmektir.”
Nazmi Hayreddin Efendi
Merhaba, iyi günler, ben Ayşe. Bugün 7 Temmuz, benim doğum günüm. İnsan bu yaşa gelince hâlâ doğum gününde heyecanlanır mı demeyin, zaten heyecanlı falan da değilim. Bir de yaş deyince, kaç yaşında olduğumu biliyor musunuz ki? Bundan elli beş yıl önce Konya’nın Ilgın ilçesinde doğmuşum. Çocukluğumdan hatırladığım, Şeyh Bedreddin Türbesi’nin bahçesinde oynadığım, bizim halimizin vaktimizin pek yerinde olmadığı, sıska bir kız olduğum ve babamın sürdüğü Brill marka otobüs gibi şeyler. Nasıl kötü bir şeydi o öyle, her binişimde içim dışıma çıkardı.
Uzun yıllar oldu, biz Ilgın’dan Adana’ya taşınalı. Babam otobüsten kamyona terfi etmişti, biz de Ilgın’daki harabeden Kiremithane’deki kulübeye.
Biz iki oğlan bir kız, üç kardeş, babamızın “Çocuklarım okuyup da benden daha iyi bir hayat yaşasınlar, gerekirse ceketimi satarım!” felsefesi mucibince okuduk. Babamın -muhtemelen satsa pek para etmeyecek- ceketinin satılmasına da hacet kalmadan. Ne kadar da zaman geçmiş aradan, insan düşününce bir garip oluyor.
Durun da bir posta kutusuna bakayım hele. Hımm, hım, Kiremithane Entomoloji Derneği ve Akdeniz Ünivesitesi Mezunları Derneği’nden iki doğum günü tebriki… Bu ruhsuz, kişiliksiz, herkese yollanan matbu mektuplardan hiç hoşlanmıyorum. Ama en azından onlar hatırlamışlar, buna da şükür.
Birazdan Ali Bey de arar kutlamak için. Sağ olsun hiç aksatmaz yıllardır. Ali, bey dediğime bakmayın, 981 yılında kayıt yaptırdığım Akdeniz Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nden bir arkadaş, daha doğrusu gizli âşığım.
Bu Ali ömür adam vallahi. Yahu beş sene beraber okuduk, hem ben biliyorum hem cümle âlem beni sevdiğini, neden hâlâ saklarsın ki? Çekingen bir çocuktu, Kıbrıslıydı Ali. Naciye benimle az dalga geçmezdi o zamanlar, bak yine seninki geliyor, şapşal falan diye. Ben okuyayım diye, okulun edebiyat kulübü dergisinde şiir filan yayımlardı. Şiirleri pek matah şeyler değildi ama bana yazılıyor duygusu güzel bir şeydi. Ee genç kızdık, beğenilmek istiyordu içimizden bir parça. Bunu itiraf etmek zannımca 2018’de bile ayıp sınırlarına giriyor.
Velhasıl okulu bitirdik; o memleketine, Magosa’da bir lisede çalışmak üzere gitti, ben de Adana’ya döndüm.
Birkaç yıl sonra hiç beklemediğim bir zamanda bir mektup geldi Ali’den, halimi hatırımı soruyordu. Benim ilk tayinim Arpaçay’a çıktığından zor olmuş adresimi bulmak. Bir arkadaşı vardı Kurban adında, kendi gibi müteşairden. Ondan almış haberimi. Kurban Adana’da bir dersanede çalışıyordu ve tatillerde yolda, sokakta karşılaştığımızda laflıyor, eski günlerden konuşuyorduk.
Belki üç sene sonraydı, yine bir mektup aldım. Londra’dayım diyordu, iki yıldır bir lokantada çalışıyorum diyordu. Neden bir biyoloji öğretmeni Londra’da lokantada garsonluk yapar, anlamasam da önemli değildi. Ne de olsa ben Akseki’deyken o Londra’da yaşıyordu ve güzel bir yer olmalıydı. Sonra tekrar kesildi mektuplar.
Vakit neredeyse akşam oldu ve bu adam hâlâ aramadı beni. Halbuki on yıldır hiç aksatmamıştı. Öğleden sonra ikiyle üç arası telefon çalar ve doğum günüm kutlanır. Unutmuştur belki, belki bir işi çıkmıştır. Birazdan eminim arar.
Dönmüştu Ali Kıbrıs’a tekrar fakat mektup bu sefer elektronik yoldan ulaştı bana, zaman ilerlemiş, doksanlı yılları yaşıyorduk. Tavukçuluk yapıyormuş. Bir gün yolum düşerse çoluk çocuk beklerlermiş Gazi Magosa’ya. Telefon adres değiş tokuşunu gerçekleştirdik bir daha. Bilmiyorum ben niye aldıysam, hiç aramam ya neyse.
Saat 6:38 ve hâlâ telefon çalmadı. Unutulmak kötü şey!
Ben 2007’de emekli oldum ve Kiremithane’ye baba ocağına geri döndüm, ardımda 20 küsur yıllık öğretmenlik, iki oğlan ve bir koca bırakarak. İçimdeki kelebek sevgisini hobi yapıp bir dernek bile kurdum burada: Kiremithane Entomoloji Derneği.
Yok yok böyle olmayacak, bu adam niye aramıyor ayol beni, meraktan çatlayacağım. Ben arasam 35 yıllık gizli âşığımı bir kez, herhalde ayıp olmaz. Hem belki gücenmiştir ya da hasta falandır değil mi? On üç yıldır aksatmayan adam ne oldu da aramıyor? Gerçi son konuşmamızda sesi bir hayli yorgun geliyordu ama hangimiz gençleştik ki? Hem benden 5 yaş büyük hem de bunca yıllık sigara müptelası.
Nerdeydi bu telefon defterim benim… Adı buralarda bir yerlerde olacak, hah buldum: Ali Değirmen.
-Alo kiminle görüşüyorum?
-Kimi aramıştınız?
-Ben Ali Bey’i aramıştım!
-Kimsiniz?
-Ben okuldan arkadaşıydım. Ayşe Ağlamaz.
-Ayşe Hanım babam sizlere ömür Hakk’ın rahmetine kavuştu!
-… Nasıl, neden, ne oldu?
-Akciğer kanseri. Doktorlar kurtaramadı, geçen sene bu ayda, daha doğrusu 8 Temmuz’da vefat etti.

Furkan Cengiz – Seyrüsefer
Furkan Cengiz – Seyrüsefer
Ahi Evran ve Nasreddin Hoca’nın aynı kişi olmaları ihtimalini öğrenmenin muvakkat mutluluğuyla adımlıyordum Kerkük Caddesi’ni. Birbiri ile alâkasız sayısız düşüncenin istemsiz olarak zihnimde fink atması, Anadolu’nun bozkırından bir Einstein çıkma ihtimalini; yakın dostum Sefa’nın keskin bir kararla felsefeye ilgi duymaya başlaması, yeni bir felsefe ekolünün Araplar Mahallesi’nden çıkma ihtimalini; havaların ısınmaya başlaması evsizlere karşı duyulan hassasiyetin azalması ihtimalini arttırıyordu.
Bugün, Emniyet durağında inip Kerkük Caddesi’ne yürümemin özel bir amacı yoktu. Ama otobüsün moral bozan havası ve insanı Ferdi dinlemeye mahkûm eden kalabalığın, bunda biraz etkisi vardı kanımca.
Bu caddeye gelince aklıma yapacak çok şey gelmedi değil. Tatil günlerinin verdiği serkeşlik bunu körüklüyordu, kararsızdım gidip kime selam vereceğim konusunda. Ama vicdanım ısrarla Saatçi Mustafa Amca’nın dükkânına uğrayıp damarlarının ustaca birbirinin içinden geçirilmiş kasisleri andırdığı, yorgun ellerini öpmemi telkin ediyordu. İçteki peygamberin sözlerini, dıştaki peygamberin önderliğini benimsediğim ölçüde dikkate alırım. Ama Sefa’nın geçenlerde ettiği saçma sapan muhabbetten dolayı kafam karıştı ve dinlemedim vicdanımı nedense. Buradan felsefeye karşı olduğum gibi bir durum çıkabilir fakat öyle değil; bu durum sadece Sefa’nın heyecanının verdiği birtakım lüzumsuzlukların beni etkilemesiydi.
Yaptıklarının şaka olduğunu çok sonra öğrendim. Çok iyi mi niyetliydim? Neydim?
…
Saatçi Mustafa Amca demiştim. Size biraz bu adamdan bahsetmek isterim. Çünkü bazı gariplikleriyle beraber benim için önemli bir insandır. Babam yaklaşık dört yıldır her yaz beni kaptığı gibi Mustafa Amca’nın yanına getirir. Az buz değil yaklaşık on iki ay bütün günlerimizi birlikte geçirdik Mustafa Amca’yla. Bu sürede çok şey öğrendim. Dobra olmak gerekirse: adam oldum!
Mustafa Amca, saatçilik mesleğini babasından almış ve kendini bildiğinden beri bu işin içinde. Zamanla bu iş onun için bir meslek yahut ekmek kapısı olmaktan ziyade bir tutku olmuş ve günleri o dükkânda geçmeye başlamış, istisnasız. Gerçekten bu işe ilgi duyan bir insanın o dükkânda sıkılması ihtimali yüzde iki. Çünkü iki katlı dükkânın üst katında gıcırdayan ahşaplar üzerine kurulu, benim yürüttüğüm kitaplar dâhil beş bin kadar kitap barındıran bir kütüphane vardı. Orayı görmeden önce muhayyilem anca fantastik filmlerdeki gizemli kütüphaneleri kaldırabiliyordu. Alt katta ise babası bilmem ne efendinin yaptırdığı ve hâlâ sapasağlam duran, bordo kadife kumaşı kaplı ahşap sedirler ve döşemeler, aynı malzemeden yapılmış, güzel işlemeleri olan bir sehpa ve bir de çalışma masası mevcuttu. Duvarlar… Duvarlarda yüzlerce saat vardı. Bir şizofrenin kiralık apartman dairesi gibi görünüyordu doğrusu. İnsanları bu kanıdan çevirecek paha biçilemez hat levhaları da aralara asılmıştı. Ha, bir de vitrinden tarafta çalışmayan, eski bir gramofon –haliyle gramofonun yenisi kalmadı- ve onun tahtına konmuş bir teyp duruyordu. Elbette bunların dışında bir sürü zımbırtı vardı dükkânda. Ama ilgimi çeken bunlardı yurttaşlarım…
Bu dükkânın bendeki asıl tesiri ufkumu açmasıydı. Kimsenin üşenip uğramadığı öğle saatlerinde üst kata çıkıp Zarifoğlu öykülerinde kaybolup hayal kurmayı öğrendim. Çocuktum işte zaman zaman yürüttüm bazı kitapları; çalıp çırpmayı da öğrendim. Az buçuk da esnaf ahlakı öğrendim. Öğrendim işte müdür. Öğrenmeden gün geçirmedim…
…
Her şehirde vardır filmlerden fırlamış küt saçlı güzel bir kız. Her caddeden geçebilir bu kız. Her ağacın altından, her dükkânın önünden, her köşe başından, herkesin yanından geçip gidebilir…
Sille alt geçidine -anlamayanlar için: battıçıktısına– ulaştığımda, sola döndüm ve Cemo’nun önüne geldim. Tramvaya binip binmemek konusunda düşündüm. Binmedim. Arkadan gördüğüm her küt saçlı kızı aynı kişi zannetmemin gayet rasyonel olduğunu düşünürken Zafer’e gelmiştim. Bunu bu kadar çok düşünmüş olmam; Anadolu’nun bozkırından Einstein çıkması ihtimalini biraz düşürdü. Şu an bunları yazarken Bukowski’nin –onu vazgeçilmez kılan sıradışı- sadeliğini düşünüyorum. Şaşırdım. Kıytırık birkaç bir şey yaşamış her insan Bukowski olabilir mi?
Kulaklığımı takmış, Bahaettin Karakoç’un “Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman” şiirini dinleyerek yürüyordum. Üsküdar’da dingin bir şekilde bir çay içmenin hevesiyle yürüdüm buraya kadar. Her sabah kalktığımda kendime günlük bir plan yapardım. Bunu bir dershane konferansından kapmıştım. Birkaç defa denedikten sonra alışkanlık oldu. İşte bu planların arasına kendimce günlük hayaller sıkıştırırdım. Hayaller olmadan bırakın bir hayatı günler dahi geçmiyordu zaten. Hem minik hayaller kolaylaştırıyordu hayatı. Çarklardan sıyrılıp çıkıyordunuz. Bir çay hayaliyle yaşayan insanın mutlu olması için kimseye ihtiyacı yoktur…
Kibrit’in önündeydim, Dershaneler sokağına yönelmiştim ki bir mesaj geldi kampanyadan aldığım telefonuma. Sait Abidendi mesaj. Sait Abi, zamanında benim gibi Saatçi Mustafa Amca’nın yanında çalışmış, şimdi ise eski bir konakta sanat merkezi işleten birisiydi. Uzun zamandır görüşmüyorduk o güne kadar. Bana küstüğünü sanarak yanına gitmiyordum. Daha sonra küslüğün olmadığını öğrendim, onun yanına giden amcaoğluma beni sorup duruyormuş. Ondan sonra da utancımdan gidemedim. Bana gönderdiği mesajda Saatçi Mustafa Amca’nın vefat haberi vardı ve cenazenin ikindi namazından sonra kalkacağı haberi… Orada donup kaldım. Genelde orada bekleyenler Nalçacı taraftar grubu olurdu ama beni onlardan ayıran şey tek başıma oluşumdu. Bir süre orada öylece kaldım. Beni kendime getiren elimdeki sigaranın dumanının önümden geçmesiydi.
Bahardan kalma bir gündü. Havada rüzgâr yoktu.
İnsanın ne giyse şüphe ettiği günlerden bir gündü.
Mesajı tevekkülle karşılamaya çalıştım.
Geri dönüp hızlı hızlı yürümeye başladım. İşine yetişmeye çalışan emir kulu bir memurun acınası hâline girdiğimi düşündüm. Ama ben Allah’ın kuluydum, ben pantolon-gömlek ikilisine ölümüne söz verdim ve bugüne kadar da sadık kaldım. Sigaramı tramvay duraklarının orada attım ve biraz daha hızlandım. O gün Üsküdar’da buluşmak için sözleştiğim Kubilay’a haber etmediğimi bugün uyandığımda fark ettim. Kubilay anlayışlı çocuktu. Ne o gün, ne de o günden sonra lafını etmedi bu durumun. Dışarıdan bakıldığında “Neden yaşıyor ki bu adam?” denilebilecek tiplerden biriydi. Ama içinde bilinmedik, bulunmadık, anonim galaksiler vardı. Kubilay… Ah, şair adam…
Yürüyerek geldiğimden çok daha kısa zamanda Kerkük Caddesi’ne döndüm. Önce Mustafa Amca’yı düşündüğüm yere geldim ve tekrar düşündüm. Utandım ve dükkânın önüne gittim. Dükkânın önünde tabureler üzerinde insanlar vardı. Oldukça kalabalıktı, tanıdık yüzler de çoktu. Ama kimse tanınacak durumda değildi, bu da Mustafa Amca’nın sevilirliğinin ölçütü gibiydi. Sefa’yı gördüm bir an. O atmosfere tamamen ters olarak –Mustafa Amca’nın ahbapları olduklarını tahmin ettiğim- bir grup amcayla hararetli bir sohbet içerisindeydi. Boşverdim. Sait Abi’yi hemen karşıda konağın önünde gördüm ve yanına gittim. Tabureler konağa kadar uzanmıştı. Sarıldık, “Başımız sağ olsun!” diyemedik. Bize birer çay getirdiler, üst kata çıktık. Kimse yoktu. Sait Abi “Mustafa Amca’nın vasiyetinin seni ilgilendiren bir bölümü var hafız.” dedi. “Mustafa Amca için o kadar önemli olduğumu bilmiyordum.” dedim. Normalde benim bu tür cevaplarıma sinkaflı bir sitayişle cevap verirdi. Ama hiçbir tepki göremedim yüzünde, oturduğumuzdan beri duvardaki İsmet Özel şiirine bakıyordu. “Kütüphanesini tamamen sana bırakmış. İstersen orada bırakıp orada, aynı yerde kullanabilmeni, istersen de evine götürmeni söylemiş.” “Sanırım kitapları çaldığımı fark etmiş. Bugüne kadar kendimi kandırmışım.” Birden ilk sene kütüphanede oturup Hacı Taşan dinlediğim dakikaları anımsadım. Mustafa Amca müziği duyunca hemen gelmişti. Yüzünde buğulu bir gülümseme olmuştu ve geri inmişti. Bu anın Mustafa Amca ile ilgili zihnimden silinmeyen en önemli an olduğunu fark ettim. Bundan sonra da silinmeyecekti… Sait Abi’ye “Neyse abi. Bunlar sonraki işler. İnelim aşağı. Yapılacak şeyler var mı? Neler yapılacak?” dedim. “Bilmen gereken tek şey bu. Hadi aşağı in de otur, ben hallederim.” diye karşılık verdi o da.
İndim aşağı…
…
Ben dışarı çıkar çıkmaz salâ okunmaya başladı. Bunun benimle bir ilgisinin olduğunu düşünmüyorum. Mustafa Amca’nın, benim konaktan çıktığım anda salânın başlamasını vasiyet etmesi mantıksız.
Salâyı okuyan Ceylan idi. Ceylan, Mustafa Amca’nın yönlendirmesiyle musikîye yönelmiş birisiydi. Ben yazın çalışırken onu hep derslere gidip gelirken görürdüm. O dersleri meşk derdi, ben anlamazdım. Zayıf ve hızlı olduğu için Mustafa Amca ona “Ceylan” lakabını taktı. Ben ve oradaki bütün çıraklar onu Ceylan diye tanıdık böylece. Asıl adının Selim olduğunu öğrendim çok sonra ama onun adını ailesinden başka bilen kalmamıştır herhâlde.
Ceylan’ın salâyı okuması garip gelmeye başladı bir an. Çünkü Ceylan hiçbir zaman bir hoparlörden okumadı klasik eserleri dahi. Diyanetten müezzinlik için ısrar ettiler çok defa ama kabul etmedi. Bir sanatkâr, bir musikîşinas için örnek teşkil ediyordu. İdealize edilmiş bir tipti sanki. Aşırı mütevazıydı. Ben bunları düşünürken salâ bitti. Konağın önünde, kalabalığın arasında hasır taburelerin üstünde tek başıma oturuyordum. Kaldırım taşlarının arasından çıkan yeşilliklerin kahramanlıklarına şahit oldum. Başımı kaldırdım ve saatçinin iki dükkân yanındaki etliekmekçide bir kalabalık gördüm. Hemen gittim. Tanımadığım yurttaşlar arasında bitkin, düşkün, gözlerinin beyazı iyice berraklaşmış bir şekilde yatıyordu Sefa. Korktum inanın. “Açılın, ben doktorum!” havasıyla kalabalığı yardım ve işsizdim. İşsizlerin de bu statüyü elde edeceği günleri düşledim. Çevreden neler olduğunu öğrendim. Sefa fena halde dayak yemiş. Anladığım kadarıyla bir linç girişimi olmuştu konuştuğu grup tarafından. Benim cenaze mahallinden ayrılmam olmazdı. O an beni saatçi dükkânına bağlayan, anlayamadığım bir metafizik kuvvet hissediyordum. Bu yüzden hemen Sefa’nın babası Halil Amca’yı aradım. Çok sürmeden geldi. Telaşlıydı, Halil Amca telaşlı yaşayan bir insandı. Olan biteni anlattım ve Sefa’yı hastaneye götürmesini söyledim. Bugün buradan ayrılamayacağımı, yarın mutlaka geleceğimi belirttim. Halil Amca’nın o anki telaşlı hali, beni uzun zaman sonra ilk defa ağlatacak bir manzaranın parçasıydı.
O gün öyle geçti; cenaze merasimleri oldu, vesair. Akşam Mustafa Amca’nın ailesinden dükkânın anahtarının bir kopyasını aldım.
…
Ertesi gün Ceylan dükkânı açmıştı. Mustafa Amca’nın arkasından Kur’an okuyordu. Dükkânı bir nevî ikimize emanet etmişti Mustafa Amca. Ona alt tarafı, bana üst tarafı. Ben konağın önünde oturuyordum. Saatçinin bulunduğu apartmanın köşesinden dönen küt saçlı kızı gördüm. Kalktım. İçeriye, Sait Abi’ye el ettim ve koşarak o köşeyi döndüm. Gitmişti. Orada durdum ve Sefa’nın yanına gitmeye karar verdim.
Sefa gayet iyiydi. Kendini toparlamıştı. Doktordan izin istedim ve yanına girdim. Geçmiş olsun dileklerimi söyleyip hal hatır ettikten sonra “N’oldu dün, hacı?” dedim. “Onların hiçbiri Mustafa Amca’yı layıkıyla tanımıyorlar, bilmiyorlar.” dedi. Anlamadım ilk olarak. Devam etti “Mustafa Amca’nın bu kadar içine kapanık bir insan olmasını şimdi anlıyorum. Etrafında onu anlayacak yetide tek bir insan bile yokmuş meğer.” dedi. Pek bir şey anlatmamasına rağmen olayı çözmüştüm. Sefa anı yaşayan ve anı doğru yaşayan bir çocuktu. Onun hayat mantalitesi belliydi. Odasının duvarında kocaman harflerle şu cümleler yazıyordu “Bir şeyin tamamı yanlışşa, tamamına tepki gösterirsin. Bir şeyin yarısı yanlışsa yarısına tepki gösterirsin. Bir şey yanlışsa tepki gösterirsin. Sümüğün donmadan bunu yapmazsan, donarak ölürsün.” Alnından öptüm Sefa’yı. Yarın da uğrayacağımı söyledim. Kendini çabuk toparlamazsa ona savuracak herhangi bir tehdidimin olmadığını fark ettim ve bunu ona da söyledim. Güldü iştahlıca.
Gittim ve alnından bir daha öptüm. Hastaneden çıktım. Karşıdaki taksi durağının arkasında küt saçlı kızı gördüm. Koştum: Yoktu! Büyük ihtimalle taksiye atlayıp Zafer’e gitti. Ben de Zafer’e yürüdüm. İşsizdim ve şimdi kulağımda Hacı Taşan ve Neşet Baba, sazlarının eskimiş tellerine vururken ben küt saçlı kızın geçeceği her köşe başını, her kaldırım taşını gezerek; kokusunun sindiği her yeni fidanı koklayarak onu arıyorum…

Ali Güney – Hınzırcık
Ali Güney – Hınzırcık
Son derste bayağı yorulmuştu. Hayret. Yorar oldu dersler. Krem renkli telefonun ahizesini kaldırıp parmağının artık ezberlediği sayılara dokundu. 211’e bi kahve getirir misin? Hemen hocam. Böyle bir odaya sahip olup kahve söylemek için kaç yıldır uğraşıyordu bee. Memurluğa başladıktan sonra dil kursuna gitmişti. Tez, doktora, miyop gözler… Dostlar ise araba ve bilezik alma gayreti içindeydi. Hâlâ öyle değiller mi?
İki üniversite okudum. Üniversite hocası olmak için canım çıktı. Niye? Akşamları eve gelince odama çekilip okumak için, yazmak için… Şükür Yaradan’a, neler verdi… Şehrin kıdemli yazarları arasındayım artık. Panellerin aranılan öğretim üyesi…
Her şey bunun için miydi?
Emel. Dalgalı saçlarımın esen rüzgârı. Seviyordum onu. Çok güzeldi. Hâlâ da öyle…
Hele bi memurluğa atanayım isteyecektik. Hele bi memurluğa atanayım isteyecek, nişanlanacaktık. Hele bi memurluğa atanayım, isteyecek, nişanlanacak, askere gidip geleyim, evlenecektik.
Balayına sahil kenarı bi yere gidecektik. Memur maaşlarımızı taksitlere pay edip kitaplar alacaktık. Şiir kokacaktı yuvamız. Yazacaktım ben. Yazdıklarımı ilk o okuyacaktı. Siyah renk, az yakan bi arabamız olacaktı. Ben üniversite hocası olacaktım. Memleketimizi mutlu yuvamızda ürettiğimiz fikirler refaha ulaştıracaktı. Saygın bir kalem olacaktım. Ümitliydik. Çünkü alkış alıyordu sözlerim.
Kapı sesi… Kahve? Benim. Kapının kapatılışı.
Memur olarak atandım. İstedik. Nişanlandık. Askere gidip geldim. Evlendik. Balayına sahil kenarı bi yere gittik. Taksitli hayatlarımızdan arta kalanı kitaplara yatırdık.
Yazdım. İlk o okudu yazdıklarımı. Az yakan arabamız oldu amagri renk. Üniversiteye hoca oldum. Yerel bi gazetede köşe yazılarım bile yer aldı…
Mutlu değil miyim? Mutluyum.
İlk öykümün yayımlandığı o günkü heyecan var hâlâ yüreğimde. Bütün arkadaşlara duyurmuştum, öyküm yayımlandı diye.
Yazarcık olmak ne tatlıydı o zamanlar. Emel’le lüks bir lokantada yemek yemiştik. Ahh sevda, bir tek sen eskimiyorsun zamanla…
Kaç yıl olmuş? Yirmi bir. Yirmi bir yıl…
Sahi ilk öykümde ne yazmıştım?
Kahve bitti.
Neydi? Ulan insan ilk öyküsünü unutur mu?
Hah. Kırkında bir doçentin iç hesaplaşmasıydı.
Ne?!

Duran Çetin – Bir Gündü
Duran Çetin – Bir Gündü
Aylar olmuştu gitmeyeli. Özlemişti. Tezek kokuları, yakılan yaprak ve küçük çalı çırpılardan çıkan duman bile burnunda tüter olmuştu. Önceden böyle miydi ya. Arada bir gelir, anasının dizinin dibine oturur, bazen dizine başını koyar, annesinin başını okşamasını bekleyen küçük çocuklar gibi davranırdı. Birkaç hafta geçince, gitmek için bir bahanesi olurdu ya da bir bahane bulurdu. Kalkar, hazırlanır, eşi ve çocuklarıyla beraber düşerdi yola.
Yine yoldaydı. Yine çocukluğunun geçtiği yereydi yönü. Ama buruktu. İçi rahat değildi. Onsuz olmazdı. O olmayınca hiçbir şeyin tadı tuzu olmazdı, bunu biliyordu. Yokluğuna alışamamıştı. Köyü uzaktan gören tepeden baktı alabildiğince uzanan masmavi göle. Sonra da gök kubbenin derinliğinde kayboldu gitti. Köye yaklaştıkça parlayan, gözleri alan sac çatıya takıldı gözleri. Ne çok çalışmıştı yapılırken. Gece gündüz demeden, durmadan, dinlenmeden çalışmış, nerdeyse usta olmuştu. Yüzünde acı bir gülümseme oluştu birden. Aklına annesinin titreyen sesi geldi:
– Oğlum çatı uçtu. Bir gameze gelip götürdü…
Duyduklarına inanamamış, tekrar tekrar neler olduğunu sormuştu. Her defasında annesi sabırla anlatmıştı. Sonunda anlatmaktan vazgeçmiş:
– O kadar merak ediyorsan gel, kendin gör, deyivermişti.
Apar topar geldiğini hatırladı. Gördükleri karşısında şaşırıp kalmıştı. Nasıl olur, sorusuna cevap bulamadan yapılacaklarını planlamıştı. Küçük bir hortum, çatıyı alıp aşağıya bırakıvermişti. Kuyunun yanından sağa, toprak yola döndüğünde hedef belliydi: Mezarlık… Yolun solunda çadırlarda yaşayan günlükçülere takıldı gözleri. Ekmek parası, dedi içinden. Sarı yüzleri güneşten kavrulmuştu çocukların, pul pul dökülüyordu nerdeyse. Mezarlığın demir kapısını rayları üzerinde itelerken utandı. Annesini ziyaret etmeyeli uzun zaman olmuştu. Belki de ilk defa bu kadar uzamıştı. Yeni yapılan şadırvandan tenekeye doldurduğu suyu zorlanarak taşır. ken kızı ve oğlu çoktan mezarın başına varmıştı.
Gözleri yeni mezarlara takıldı. Sıra sıraydı. Üç beş tane olmuştu. Toprakları yeniydi. Oturmamıştı henüz. Onlar da gitmek istememiş, toprağın bağrında yatmayı hiç düşünmemişlerdi belki de. Ama şimdi burada olmaları, gerçeğin ta kendisiydi. Utangaç bir tavırla mezara yürüdü. Selam verdi annesine, ben geldim, dedi titreyen sesiyle. Elindeki tenekeyi mezarın üzerinde kurumaya yüz tutmuş zambaklara ve büyüyememiş güllere doğru savurdu. İçindeki suyu boşalttı. Büyük bir özenle mezar taşının dibine dizleri üzerine çöktü. Kuranı Kerim’i kızından aldı. Yasin okudu içinden geldiği gibi, tane tane ve huzur içinde. Ellerini kaldırdı semaya ve dua etti. Çocukları ve eşi “âmin” dediler. Mezarın etrafındaki kuruyan otları görünce çok uzun zamandır ziyaret etmediği gerçeği düşüncesi içine –bir kez daha- bir mızrak gibi saplandı. Utançla kuru otlara ellerini salladı. Yoldu, yoldu, yoldu. Mezarın üzerini temizlediğinde ellerinin dikenlerle sızladığının farkına vardı. Küçük dikenler parmaklarını sarmıştı. Bu benim için ceza olsun işte, diye iç geçirdi. Ziyaret araları uzadığına göre, annesine olan özleminde azalma oldu mu, diye korktu. Böyle olsun istemiyordu. Kendisine neler yaptığını, hangi zorluklar içinde büyüttüğü gerçeğini unutmak istemiyordu. Buna hakkının olmadığını düşünüyordu. Yapamazdı, yapmamalıydı.
Mezarlara baktı, sonra karşılarında duran, yıllarca hayatını geçirdiği evlerine. Evin önünde taşların üzerine oturmuş, güneşin batışı esnasında konuşurken eliyle işaret etmişti.
-İşte yatacağımız yer burası. Her gün bakarım buraya. Gideceğimiz yer. Kötülük yapmaya değmez. Kimseyi kırmaya değmez. Eve geleni boş çevirmeye değmez, derken gözleri ufka dalar giderdi. İşte geldik işte gideceğiz, dediğinde her zaman olduğu gibi “Allah gecinden versin!” duamın cevabı gelirdi:
– Allah hayırlısını versin. Hakkımızda ne hayırlıysa onu versin…
“Demek ki hakkında hayırlı olan buymuş anacağım.” diye mırıldandı.
Meraklı kızı “Ne dedin baba?” diye defalarca sordu. “Bir şey yok” cevabı onu durdurmaya yetmedi. Sorular sorular… Sadece bir gündü yaşadığı. Sabahtan her zaman olduğu gibi kahvaltı, bahçede emek emek yetiştirdiği fidanları sulama, sonra komşuları ziyaret, yemek derken ikindiye yakın bir zaman. Ve bir an: her şeyin durduğu, durulduğu ve koptuğu… Babamın yanında yıkıldığın, onun da yıkıldığı an. İşte o an son bakışlarındı yıllardır birlikte olduğun eşine, evine, bahçene, tanıdıklarına… Sonrası, hastaneye seni getirmem. Ne olduğunu sormuştum da midem patlayacak gibi, demiştin. Ne yediğini sormuştum zehirlenmenden şüphelenerek. Mantarı çok severdin. Belki mantar yedin, zehirlendin diye sormuştum o soruyu. İlk müdahalede kalp krizi demişti doktor. Zaman ilerledikçe umudum iyice artmıştı. Dudaklarım kıpır kıpırdı. Dua doluydu dilim ve gönlüm. Dudaklarım yanaklarındaydı; sıcaklık yoktu. Defalarca öpmüştüm. Hastanede yoğun bakıma girdiğinde ben doktor arkadaşımla konuştum, atlatmış, dedi. Ben iyice rahatladım. Ama duyduğum haber, aynı günün gecesini tamamlayan zamandaydı. Her şeyin koptuğu andı. Aynı gündü. Bir gündü. Hepsi o kadar… Her zaman söylediğin “Nasıl olsa öleceğiz.” cümlesini yaşıyordun. Ölümü yaşıyordun. Ölüm seninleydi. Sen ölümleydin.