Hüzeyme Yeşim Koçak – Martin Lings’in Kedisi
“Kaç asır oldu göçeli
O müthiş yemini edenler Arabistanlı efendim
Ellerim o sadık ellerin arasına kavuşmak için
Zamandan ve mekândan geçmekten perişan ve öksüz
Siz o kutsal ağacın altında
Bense çivilenmiş başka bir zamanda
Yanıyor kendine geldiğinde ruhum
Dünyaya gelmek için ne çok geciktiğine
Artık sormuyorum her ne gördüm, işittimse
Eğer gözyaşlarımı görürsen
Sanma ki dertten akıyorlar
Minnet dolu bir hayranlıktan onlar
Hamd Rabbimize, Sultanımıza
Rahmeti sonsuz olana”
Martin Lings (Ebubekir Siraceddin) Anısına” bölümünü hüzünle karışık bir tatla okudu.
Dünyanın dört bir yanından bağlıları, sevenleri; onunla ilgili hatıralarını, manevî dünyadaki yerini, bıraktığı izleri anlatıyordu.
Mesela, civar köylerde ve ormanda yaptığı yolculuklardan sonra, Bahçe Kapısına geldiklerinde, kuşların sevinç içinde uçuşup yanına geldiklerini.. bahçede ne zaman çiçekleri budamak, toprağı eşelemek için dizleri üstüne çökse kuşların gelip, toprağa sapladığı küreğe konup, ona refakat ettiğini söylüyordu Virginia.
Özellikle bir talebesinin, “Martin Lings’in bahçesinde birkaç tane kedisi olduğunu” belirten Hasan Gai Eaton’ın tespiti dikkatini çekti:
Lings’in(Sidi Ebu Bekir’in) kuşların ve diğer memeli hayvanların aynı biz insanlar gibi topluluklar halinde yaşayıp, yine bizler gibi haşrolunacağını beyan eden Kur’ân âyetlerinden mülhem, hayvanların dinî vecibelerini yerine getirip hilâfet vazifesinin hakkını veren insanlardan, bu insanlarla aynı havayı solumak suretiyle istifade ettiğine inandığını ifade ediyordu.
Satırları takip edip, düşündükçe Üstatlarına duydukları sevginin azametiyle çarpıldı.
Sevgi böyle kuvvetli, ruhlarda inkılâp yaratan bir olguydu işte. Rehberlerin öncü insanlarınsa, ne yazık ki çoğu defa kıymetleri, vefat ettikten sonra anlaşılırdı.
Kalbi hüzünlü ama lezzetli bir iletişimle yanmaya devam ediyordu.
Genel olarak okuduklarına inanıyordu. Fakat kafasında yine de bazı hususî şüpheler uyanmıştı. Bir tedirginlikle yerinden kalktı. Zihni, kalbi tam berrak olsun istiyordu. Değildi.
Aklından, içindeki gölgeleri izale edecek, anlayabileceği net bir işaret, bir doğrulama alâmeti, Ebubekir Siraceddin’den ona bir mesaj eriştirmesi dileği geldi geçti.
Park, kalabalık değildi, bunda mevsimin serin olmasının da etkisi vardı. Nazlı/ Deli/ Bulanık/ Berrak akan çayın, denize dökülüşü ayrı bir kavuşma tadı, sürur veriyordu.
Bir süre etrafı izledi. Bir aile, iki küçük çocuğuyla neşeyle yemek yiyip, arada şakalaşıyordu. Okey, tavla oynayanlar, sevgili konumunda üç beş kişi.
Yandaki masada oturan mutlu aile kalktı, çocuklarıyla döne döne öpüşerek, el kol hareketleri yaparak yürümeye başladı.
Çocukları büyümüştü. Artık kalp çarptıran sevgi gösterileri kolay gerçekleşmiyor ya da başka bir ifadeye dönüşerek katılaşıyordu. Aralarında olan bağın sağlamlığından kuşku duyduklarından değil, o tazelik, mazinin büyüsü, neşve kaybolmuştu.
Dünya lekeleriyle fazlaca bulanmamış saf hararetli gönülleri bulmak zorlaşmış, sevgiler de yorgun, sürate yenik düşmüştü.
Bazen ona başka bir çağın sakiniymiş gibi geliyordu. El sürülmemiş, tozlu bir çağ ve diyar. Şüphesiz öyle de kalmalıydı.
Aile az sonra, köprüden geçerek kayboldu. Ruhan, kafasından çıkmayan konuya döndü. Sabah okuduklarını, heyecanla kocasıyla paylaştı. Lings’e hayran görünen Prens Charles bile, hakkında samimiyetle güzel sözler etmişti. Eşref:
“Bizde kaç devlet adamı, bilgesini, sanatçısını böylesine önemser, değer verir.” diye düşüncelerine katıldı.
Ruhan’ın sabahtan beri tesirini yitirmeyen, hoş bir duygu kalbini tekrar ele geçirmeye başlamıştı.
Ebubekir Siraceddin’in ismi, manevî ufku kalpte bir iz bırakıyor; kurdu kuşu etkiliyor, sanki o ve emsallerinden bahsettikçe, içi ışıyor, gönlü kutlu bir sükûnet, muhabbet s(ş)evkiyle, taze mânâlara bürünüyordu.
İçinde yakaladıklarıyla, dışarının uyandırdığı zevk birleşmişti. Varlığın ruhuyla, şahsî ruhunun buluştuğu merkezî bir nokta vardı ya da.
Sohbet bu minval üzere devam ederken Eşref, bakışlarını masalar arasından kendilerine doğru gelmeye başlayan tekir kediye yönelterek: “Eyvah!” dedi.
Ayranlarını içmiş, gözlemelerini afiyetle yemiş, keyif çaylarını yudumluyorlardı ama hayvan yine de musallat olabilirdi.
Benzer yerlerdeki sırnaşık kedilerden az mı çekmişlerdi. Tabaktakilerin tümü verilse bile yetinmez, yanınızdan ayrılmaz, zâtıâlîleri ekmek beğenmez, yiyeceğiniz iki lokmayı burnunuzdan getirirdi.
Üzeri yiyecek dolu başka masalara iltifat etmeyen hayvan, bakışlarını tek bir noktaya sabitlemiş, kararlaştırmış gibi geldi, ani bir sıçrayışla Ruhan’ın kucağına atladı. Afalladı kadın.
Eşref, el işaretiyle münasebetsiz kediye: “Bak döner yiyorlar, oraya git!” diye hedef gösterdi.
Vurdumduymaz kedi sıcak kucakta gezinmeye başlamıştı bile.
Ruhan hafif bir acıyla irkildi, ama önceleri sivri tırnaklar etine batıyorken, sonraları hissetmedi.
Eve vardıklarında Eşref, konuya ilişkin “Ben dikkat ettim, patilerini kibarca üzerine koyuyordu.” diye düşüncesini bildirecekti.
Kedi, bir an kadının boynuna ya da omzuna atılacakmış gibi kımıldayarak, durumunu değiştirdi. Ruhan çekindi, biraz da korktu.
Eşref, “Gel pisi pisi” diye hayvana dördüncü seslenişini yaptı.
Eşref’e itibar etmeyen kedi başını, Ruhan’ın kolunun altına sokmak istedi, bu vücut sanki kendisine aitti. Sonra gezintisini tamamlayarak, sere serpe kucağa kıvrıldı ve gözlerini kapadı.
“Allah! Allah, uyumaya mı başladı yani.”
Ruhan: “Bana şimdiye kadar hiçbir kedi, hatta hayvan -ödülsüz- bu derece içten ve uzun süren yakınlık göstermemişti.” diyerek şaşkınlığını yineledi.
Sipariş verdikleri garsona, merakla kediyi sordular.
Garson: “İnsanlara alışkındır.” dedi aldırmaz bir tavırla.
Genel olarak hayvanlara karşı bir muhabbeti vardı. Fakat görünen, özellikle çekici, temiz, sevimli v.s. olanlara karşı gelişen, şartlı bir alâkaydı.
Sokakta ilgi duyduğu hayvanın, mırlayıp bacaklarına sürtündüğü, akabinde bir müddet peşine takıldığı da vakiiydi.
Ancak kucağındaki; varlığının farkına varmayacağı, pek de hoşlanmayacağı türden bir mahlûktu. O yüzden kedinin -şartsız- teveccühünden dolayı hayrete düşüyordu.
Ve şimdi ruhunda, gittikçe derinleşen fevkalâde, tatlı bir zevk gelişiyordu. Kimden gelirse, ne aracılık ederse etsin sevginin değeri emsalsizdi.
Belki bütün sınırları, sûretleri aşan Küllî bir Sevgiye delil olarak; sadece insandan değil, hayvandan, hatta cemâdattan da sevgi neşrolunuyordu.
Olayda sanki bir “seçilme” vardı. Hayvan duygusal bir ihtiyacı mı sezmişti; neticede olanlar basit bir sokak kedisinin gelişigüzel hareketleri miydi, yoksa günün başından beri beyninde dolanan metafiziğe dair bir sorunun ipuçlarını mı almıştı.
Muhtemelen akıl sır erdiremedikleriyle birlikte hepsi. Her neyse, vaziyetten memnundu, tatmin olmuştu.
Bir yerlerden koca bir sırıtışla, Martin Lings’in kedisi onları süzdü kaldı.
Ruhan, burnu sızlayarak:
“Büyüksün Ebubekir Siraceddin” diye mırıldandı, mânâ sevgililerinden nâdide bir ismi yürekten selâmladı.
Kalkmaları gerekiyordu, iyiden iyiye uyumuş gözüken hayvancığın keyfini bozmak istemiyordu. Eşref Bey’in eşi elini; kediden öte bir varlığı okşar gibi, başında usul usul gezdirdi.
Kedi, gözlerini açtı. Tedirginleşmeye başlayan Ruhan’ın fazla üstelemesine fırsat bırakmadan yere atladı, çevresine hiç aldırış etmeden, çabucak gözden kayboldu.
Hâlâ sıcaklığını, mevcudiyetini hissediyordu. İçi yumuşacıktı.
Arabalarında Eşref, teybi açtı. Zamansızlığı, açılımı, bir büyüyü yüklenmiş müzik, karı kocayı bambaşka yönlere dağıttı saçtı.
“Epeydir sinemaya gitmiyoruz. İnternetten filmlere bakıp, birine gidelim.” diye yeni bir fikirle atıldı Ruhan.
Eşref kararlı: “Tom Hanks’in filmi iyi bir fikirdir.” diye karşılık verdi. Genelde aktörün filmlerini beğenirlerdi.
Yazlığın bahçesinde, garaj olarak kullanılan kısma araba park edildikten sonra; Ruhan, önceki muhabbet tüten deneyiminden aldığı hevesle, ara sıra karşılaştıkları yavru kediyi yanına çağırdı.
Eşref ayaküstü, alışverişten dönen komşusu Sami Bey’le konuşmaya dalmıştı.
Ruhan anaç bir sesle, ısrarla parmaklarını şaklattı:
“Sarman! Sarman! Gel buraya Pisicik!”
Fakat Sarman, başını dahi çevirmeden, bahçenin bir köşesindeki, kendisi için konulmuş süt dolu kaba doğru koştu.
Büyük bir açgözlülükle yalamaya başladı.