İbrahim Alan – “Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm”
“Dünyanın Annesi”: Mısır
Mısır için kullanılan “ümmü’d dünya” tabiri, Mısır fatihi Amr bin As’a atfediliyor. Mısır dendiği zaman da Araplar Kahire’yi anlıyorlar. Belki de bütün Mısır’ı bir araya topladığı için Kahire’ye eskiden beri sözlü kültürde “Mısır” deniyor. İstanbul kalabalığını ikiye katladığınız zaman Kahire’yi elde ediyorsunuz. Arnold Toynbee dahil Kahire üzerine düşünen herkesin aklına ilk gelen şehir nedense İstanbul oluyor. Ben de öyle yapıyorum. Yirmi milyonu aşan nüfusuyla inanılmaz derecede kalabalık ve düzensiz bu şehri, İstanbul’la karşılaştırarak anlamaya çalışıyorum. Nadiren rastladığınız trafik lambalarının çoğu çalışmıyor. Bu karmaşaya rağmen trafik kendi düzenini kurmuş ve hızla akıyor. Muhammed Esed bir asır önce Doğunun Romantik Olmayan Yüzü başlığı altında topladığı gezi notlarında Arapların şoförlük konusunda çok yetenekli olduklarından bahsediyor. Mısır’da korku içinde dualarla yaptığım her yolculuk Esed’i haklı çıkarıyor. Hakikaten o kalabalıkta zigzaglar çizerek yol alan daracık mikrobus’ların içinde biz titrerken şoför, yolcularla yol parası hakkında kavga ediyor. Ya da bir elinde telefon, bir elinde sigara ile mümkün olan akrobatik hareketlerin hepsini deniyor.
İnsan hayatının fazlasıyla ucuz olduğu bu ülkede sokakta çıkan anlaşmazlıklarda ise tam aksine esnek bir davranış görüyorsunuz. Kahire’ye 80 km. uzaklıktaki Zagazig şehrine derslere giderken pek çok tartışmaya şahit oldum. İnsanlar birbirlerine vurmak yerine arabaların kaportasına vurmayı tercih ediyorlar ve ben çoğu defa gülümseyerek memnun bir şekilde seyrediyorum. Kırmızı ışıktaki bir kaç saniye gecikmenin, araçların küçük çapta hasar görmesinin, yol verme tartışmasının bile ölümle sonuçlandığı bir şehirden, İstanbul’dan gelen biri için bu anlayış ve olgunluk, yüceltilmesi gereken şeyler çünkü.
Yılda bir kaç defa yağmur gören Kahire’de kum fırtınasına bünyeniz hızla uyum sağlıyor. Başlangıçta gözlerinizi açamıyorsunuz. Eve döndüğünüzde tarlada çalışmış gibi saçlarınız ve kıyafetleriniz kumdan nasibini alıyor. Balkonunuza kum ve rüzgar günlük olarak farklı desenler çiziyor. Evlere ayakkabılarıyla giren Mısırlılar için bu ciddi bir sorun teşkil etmiyor. Sabah namazına müteakip, halıları, paspasları balkon demirle rine vura vura silkeliyorlar. Kum fırtınasında bile aynı balkonda çamaşır kurutuyorlar.
Erkekler tarafından çok yaygın bir alışkanlığa dönüştürülmüş kaldırımlara hacet giderme işi en güzel yerlerde bile salına salına gezmenize engel oluyor. Ana caddelerde taksiciler arabanın sağ arka kapısını paravan yaparak bu işi görüyorlar. Temizlik kültürünün zayıf olmasını iklime bağlamayı çok isterdim. Türkiyeden giden birinin hayatını alt üst eden bu temizlik problemini nasıl anlatırsam anlatıyım Oryantalist bakışla suçlanacağım. Önümde iki yol var: Birincisi, pek çokları gibi gördüğüm bu tür şeyleri gizleme yolunu seçmek. İkincisi de ümmet vurgusu yaparak romantik bir yaklaşımla çirkinliklerin üstünü örtmek. Ben, sokakta ayna gezdirmekten yanayım.
Fustat’tan Medinetü’n Nasr’a, eski yerleşim yerlerinden yenilerine kadar Kahire’yi sokak sokak gezdiğinizde karşılaştığınız insan ve yaşam manzaraları, Oryantalistlerin aktardıkları şeylerde çok da haksız olmadıklarını gösteriyor. Türkiyede ilmi çevrelerde Oryantalist çalışmalar hiçbir şekilde itibar görmediği için yazılanlara çoğu zaman kulak tıkama yolunu seçmişiz. Oryantalistlerin adının anıldığı her durumu, “Doğu toplumları karşısındaki önyargı ve art niyet”le izah etmek, maalesef ilmi çevrelerin temel karakteristiğidir.
Romatizmin ve Tarihselliğin Pençesinde:
Hem Mısır’a gitmeden önce hem de oradayken Mısır hakkında yazılanları okumaya çalıştım. “Ortadoğu’nun bu kadim şehri…”, “Kahire… İslam ordularının nal sesleri…”, “Nil’in nazlı çocuğu Kahire’de..” şeklinde cümleye başlayanlardan öğreneceğiniz pek bir şey olmuyor. “Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan beri…”, “Osmanlı dönemi Mısır’ı…”, “Nasır darbesi sonrası…” diye başlayanlardan da istifade edemezsiniz. Bu iki yaklaşım türünü temsil edebilecek olan iki isimden söz etmek istiyorum. Romantizmin kurbanı Fatih Okumuş ve tarihselliğin pençesindeki Ekmeleddin İhsanoğlu.
Nedir o romantik tavır? Arap coğrafyasına giden her Türk, muzaffer bir yeniçeri edası takınır ve turist olmasından dolayı herkese gösterilebilecek ilgiyi gördüğünde bunu Türklüğüne yorar. Şanlı tarihine, Osmanlı bakıyyesi asil bir milletin evladı olmasına, evlad-ı fatihana, Birinci Cihan Harbi’nde Türk’ü sırtından hançerleyen Arabın mahcubiyetine ve daha bir sürü zihinsel fantazma kadar varır işin ucu. Türk olduğumuzu anlayınca boynumuza sarılırlar, kendilerinden geçerler Araplar. Arkamızdan salya sümük ağlayanı, “Geri gel ey Osmanlı! diye inleyeni hiç eksik olmaz. Bu yaklaşımın elbette gerçekçi hiçbir yönü yoktur. Mısır’a gittiğim günden darbe sonrası dönüşüme kadar Türkiye tarafından parası ödenen bir Türkçe hocasının Mısır’da sadece Türkçe öğretmek için bulunuyor olmasına asla inanmadılar. Çalıştığım kurumda bana ve benden önce çalışan okutmanlara ellerinden gelen bütün zorlukları çıkardılar. Öğrencilerine Farsça ve İbranice derslerini seçtirmek için her yolu denediler. Lise ders kitaplarında zihinlere nakşedilmiş “Osmanlı işgali”nden bahsedip, her fırsatta sözü, R. Tayyip Erdoğan’ın yeni bir Osmanlı sevdasında olduğuna getirdiler.
Yani Fatih Okumuş’un anlattığı gibi “Türk’üm” dediğiniz zaman ne boynunuza sarılan var, ne de İhsanoğlu’nun dediği gibi Mısır’da yerleşik bir Türk kültürü var. Her turiste yapılan muamele Türkiyeden gidenlere de yapılıyor. Yabancı olduğunuzu anlayan şoför bilmediğiniz adreslerde sizi dolaştırıyor. Televizyon dizileri yoluyla tanıdıkları, ciplerle gezen, Boğaz’da, yalılarda oturan zengin Türkiye halkından “ne kopartılırsa kardır” yaklaşımı hemen her satıcıda mevcut. Mutlaka Türkiyeye gelen turistler de benzer şeyler yaşıyorlardır. Sorun bu değil. Sorun, sokağın gerçeği bu olmasına rağmen gerçeği saptırarak şirin göstermeye çalışmak.
Ekmeleddin İhsanoğlu ise tarihsel verilere dayanarak yazdığı sosyal tarih anlayışından uzak kitaplarında Mısır’ı değil, daima Türkleri anlatıyor. Mısır’a dair yaşayan realiteyi onun eserlerinde bulmanız mümkün değil. Geçmişte varsa bile bugün Mısır’da Türk kültürünün varlığından söz edemezsiniz. Cami, şadırvan, mimari, yemek, ev hayatı ve sokakta hakim olan şey Mısırlının, Afrikalının, Arabın kültürü. Türkiyedeki yaşam kültürüyle en ufak bir ortaklık bile söz konusu değil. İhsanoğlu’nun Mısır’da Türk Kültür İzleri kitabına aldığı lügatçede, Türkçeden Mısır Arapçasına geçmiş pek çok sözcük var: Yaşmak, efendim, yesta (usta), ehvegi (kahveci), bostagi (postacı), dogri (doğru). 1930’lara kadar Mısır sarayında Türkçe konuşulmuş olması bunda belirleyici olmuş. Halk dilinde yaşayan Türkçe kelimeler canlı bir Türk kültürünün varlığına delil teşkil etmiyor. Sadece uzmanların bu malzeme üzerinden hamaset devşirmesine yarıyor. Gördüğüm kadarıyla Mısır’a tarihin penceresinden bakanlar Osmanlıcılığın, ümmet penceresinden bakanlar da İslamcı romantizmin etkisinden çoğunlukla kurtulamamış.
Çok Yakın Çok Uzak
Mısır’a uçakla sadece 2,5 saat mesafedeyiz. Kulağınızı kabarttığınızda sokakta Türkçe kelimeler duyuyorsunuz. Türkçe sözcüklerden oluşan metro istasyonu bile var. Marketlerde İstanbolin peyniri satılıyor. Bulak matbaasında basılan kitaplar hala İstanbul piyasasında nadide eser olarak alıcı buluyor. Minyeli Abdullah’ın Minye’si, pirince gidilen Dimyat Mısır’da. Üniversitelerin hepsinde Türk Dili ve Edb. Bölümü var. İlk Türkçe gazeteniz burada yayımlanmış. Osmanlı aydınlarından Mısır’a yolu düşmeyen yok gibi. Tüm bu yakınlığına rağmen iki ülke insanı, kültürü birbirine o kadar yabancı ki… Tarihsel bağlar ve İslami kültür ortaklığı, aradaki uçurumu kapatmaya yetmemiş görülüyor. Televizyon dizilerinin dışında Türkiye hakkında tek bir fikri olmayan insanlar çoğunlukta. Bu dizilerdeki aile içi yasak aşklar, lüks, şatafat gibi Türkiye insanını yanlış tanımanın verdiği sıkıntılarla karşı karşıya kalıyoruz çoğu zaman. Cumhuriyet’le birlikte Türklerin bir kısmının Hıristiyan olduğunu düşünenler çok fazla. Sokağımdaki manavdan, Selefi öğrencilerime kadar defalarca Müslüman olup olmadığım sorgulanıyor. Çoğuna bir Fatiha ya da işim aceleyse İhlas okuyup kurtuluyorum. Hıristiyan Türk olmadığını, Türklerin tamamının Müslüman olduğunu söylediğimde çoğu zaman söylediklerime inanmadan kafa sallıyorlar.
Türkiyeden Ezher’e eskiden beri öğrenci gider. Türkiye’ye döndüklerinde büyük saygı ve hürmet görürler. Ezher’in avlusunda Türk Revakları diye özel bir bölüm bile var. Hemen yanı başındaki kısma ise Gabarti adlı meşhur Mısırlı tarihçinin ismi verilmiş. Bu tarihçinin adını da meşhurluğunu da ilk kez orada duyuyorum. Arnold Toynbee’ye bakıyorum, üstad, Gabarti’yi dünyanın en önemli tarihçilerinin başına yerleştiriyor. Ezher’de okuyan bahtiyar insanlardan bir tanesi bile bu adam kimmiş, ne yazmış, yazdığını Türkçeye çevirelim diye düşünmemiş. Gabarti’nin eseri Batı dillerine defalarca çevrilmiş ama Türkçede yok. Revaku’l-Etrak’ın yanı başında Revaku’l-Gabarti var. İşte böyle, Mısır’da her şeye hem çok yakınız hem de çok uzak.
Mısır’da Eğitim Sorunu:
Darbeden sonra herkes Tahrir meydanında göbek atan üniversitelileri bu nasıl bir eğitim, nasıl bir demokrasi anlayışı diye anlamaya çalıştı. Türkiyede belki de otuz yılı aşkın bir zamandan beri ezberci eğitim sorgulanıyor. Çözüm bulunamamış, değişik modeller denenmiş, ideal bir form tutturulamamış olsa da böyle bir sorunsalın herkes farkında. Mısır’ın gündeminde daha böyle bir şey yok. Üniversitede okuyan öğrenciler şakır şakır, sallana sallana ezber yapıyorlar. Göklere çıkartılan Ezher’in İslami İlimler bölümlerinde de klasik kitaplar ezberletiliyor. Öğrenciler tamamiyle nakilci bir eğitim metodunun kurbanı. Ezher’in okul öncesine bile bir çocuğun girebilmesi için 30. cüzü ezberlemiş olması gerekiyor. Üniversitedeki hocalardan, hutbedeki imamlara kadar hemen hemen herkes akıl, kıyas ve dirayetle değil, hitabetle etkili olmaya çalışıyor. Tanıştığımız Ezherli çocuklar hocalarının iyiliğinden bahsederken “Ağlaya ağlaya ders anlatıyor abi” ya da “Hafız olduğu gibi ezberinde şu kadar hadis var” diyorlar. Ezher’e Türkiyeden öğrenci akını yaşandığı 90’lı yıllarda öğrencilik yapmış ve bir vesileyle Mısır’da kalmış olanlar var. Ticaretle uğraşanlar, bir Mısırlıyla evlenip kalanlar veya Metin Turan gibi gazetecilik yapanlar… Kendileriyle tanışıp görüşme imkanımız olanlar Ezher’de dersleri geçmek için hangi hocaya ne kadar rüşvet (bahşiş) verdiklerini anlatıyorlar.
Kahire Yunus Emre Kültür Merkezi’nde dersine girdiğim sınıfın birinde, tahtaya, içinde Dostoyevski geçen bir cümle yazıyorum. Öğrencilerin içinde halen bir fakülteye devam eden de var, okulunu bitirip iş hayatına atılmış olan da. Öğrenciler Dostoyevski’nin anlamını soruyorlar. Şaka gibi ama sınıfta Dostoyevski’yi duymuş olan çıkmıyor. Aynı şeyi bir başka sınıfta Don Kişot üzerinden yapıyorum. Sonuç yine aynı. Mısır’daki sorunun eğitimde düğümlendiğini düşünüyorum. Bugün acil ihtiyaç duyulan demokrasi, siyasal bilinç, askeri vesayet, sivil düşünce sonrasında konuşulacak şeyler.
Alınlarda İz, Arabalarda Kuran:
Mehmet Metiner, 80’li yıllarda İran seyahati sonrası yazdığı eski bir yazısında idealize ettikleri İran’ın, Türkiye’de mücadele ettikleri hurafelerden çok daha fazla geleneksel ritüellere düşkün olduğunu görünce şaşırdıklarını anlatıyor. Mısır’daki İslami hayattaki şekilcilik bana bunları düşündürüyor. Mısır’da sokakta rastladığınız erkeklerin alınlarında, kan aldırılarak veya sert yere secde edilerek oluşmuş/oluşturulmuş siyah lekeler var. Israrla sorduğum Mısırlılar bunun çok namaz kılmaktan olduğunu söylüyorlar. Bazıları ise bunun kendiliğinden olmadığını, bilinçli olarak yapılmış şeyler olduğunu itiraf ediyor. Ben de bu şekilci adetin, Fetih Suresi’ndeki “Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır.” ayetine muhatap olabilmek için yerleştiğini düşünüyorum.
Aynı şekilde arabaların ön camına veya arka tarafına bir veya bazen bir kaç Kuran koyma geleneği var. Taksiciler güven içinde seyahat etmek isteyenlere bununla mesaj veriyorlar. Pek çoğu yerine sabitlenmiş bu mushafları, okumak isteyen müşterileri için bulundurduklarını söylüyorlar ama sıkıca tutturulmuş kitabı alıp okumanız mümkün değil aslında. Arabalarını hırsızlara karşı korumak isteyenler ise muska yerine kullanıyorlar.
Din, mitolojiden, halk geleneğinden fazlasıyla besleniyor. Amin Maalouf denemelerinde “Orta Doğu halkları üzerinde dinin etkisi sıklıkla sorgulanır. Ama asıl sorgulanması gereken bu halklar dine ne kattı, sorusudur” diyor. Kesinlikle çok kritik bir soru. İran, Mısır ve Türkiye gibi zengin kültürel çeşitliliğe sahip coğrafyalarda bu katkı, tahmin edildiğinden çok daha büyük olmuş.
(Devam edecek)
1 Mısır Zagazig Üniversitesi ’nde Türk Dili Okutmanlığı görevi süresince tutulan notlardan oluşmaktadır.