Muhammed Mücahid Dündar – “İlk Ev Son Kale”
“Şüphe yok, ziyâde feyizli ve âlemîne ayn-ı hidâyet olmağ üzre evvelen vaz‘ olunan ev Mekke’deki evdir. Onda âşikâr âyetler var, hem ondadır makâm-ı İbrâhîm. Ve her kim dâhil olur ona, emân bulur…”1
Beyt-i mâ ‘mûr derler ona, beyt-i harâm, beyt-i muharrem, mescid-i harâm, beytullah, beyt-i atîk… Hepsi de hürmetlidir, Hakk’ın hatrı vardır hepsinin mânâsında. Ka‘be’dir, Kıble’dir o; her gün yetmiş bin meleğin fezâdan tavaf ettiği, hiç birine son güne dek bir daha sıra gelmeyecek olandır. Kıble’dir o, kendini doğrultmak isteyen varsa ona yönelir.
Rivâyeti kesîr, menkıbesi vâfirdir o evin. Allah evidir amma, insana mâbed olsun için vaz’ edilmiştir. Tarihini telif eden Ezrakî’ye göre dünya, hattâ kâinat yaratılmazdan evvel o evin yeri tespit edilmiş, her şey ve herkes ona göre vücuda gelmiş, vaziyet almıştır. Kıbleliği de, azameti de bundan olsa gerek. Âdem baba, Havvâ ana ile civarında buluşmuş, o evi orada bulmuş, niyazlarına orayı şiar etmişlerdir. Hoş, mimârı İbrâhim Halilullah diliyle, put kıran nebî, “zürriyetini ot ekin bitmez o vadiye” Mekke’ye iskân etmiştir. Lakin, olsun, “hürmetli evinin yanındadırlar yâ Rab!”2. Mimar, insan evladına dua etmiş, “ya rab, kılsınlar namazı” demiştir: “Gönülleri ona akıt, gönlünü ona verenleri hâsılatından hissedâr et!”
Bevvâl-i çeh-i zemzem’i la’netle anar halk;
Sen Ka’be gibi kendini hürmetle benâm et! demiştir Ziyâ Paşa.
Meşhur darb-ı meseldir: “Hâlif, tu‘raf ” / “Muhalefet et, meşhur ol”. Zemzem kuyusuna bevlederek de meşhur olmak vardır işin ucunda, Ka‘be gibi sevilip hürmetle yâd edilmek de. Şâirler onu vasfetmiş, diller hasretin yâd etmiş, satırlar onu anlatmış da bitirememiştir. Hürmetlidir o. Aşınıza tat katan tuzu dahî ona borçlusunuz bilirsiniz değil mi? Rivâyet o ki, İbrâhim Halilullah evi inşâ etmiş bitirmiş, Allahım, demiştir; emrini tuttum beytini yükselttim, kabul buyur bizden; niyâzımız işiten, emeğimiz bilen sensin, kabul buyur. Hamd ü minnet sanadır ya Rab! Mahdûmum İsmâil birle ben dahî şükrümüz edâ itmek isteriz.”
Hak Çalabım baba-oğul nidâsını işitmiş, icabet etmiştir: İy halîlim, ger şükriniz edâ itmek istersüz, açları toyla, üryân giydir, oğlun Hocaya ver!”
“Ya Rab” ayıttı İbrâhim, oğlum Hocaya virem, üryân giydirem, amma âleminin onca açın nice toylayam, vârım hemân ma’lûmun, nezdinden her hayra fakîrim, nice toylayam idem hey Çalabım?” Pes imdi ulu Yezdân eydür: “İy İbrâhim, yire eğil, iki ağuşun toz ü torpak birle doldur. Andan sonra semâ iderek devran eyleyip şeş-cihete ol kumları savur. Savururken dahî “yiyin ey mahlûk-i Hudâ” deyû oku. Ol senün hayrın olıcak, açları ol bu sûretlen toylarsın…” İbrâhim emri tutar, kumları avuçlar, semâ ederek “yiyin ey mahlûk-ı Hudâ” diye nidâ eder. O kumlar derhal arzın her yanına savrulur, tuz olurlar. Cümle insanlar o gün bu gündür hep o tuzları yersiniz. İbrâhim hayratıdır tuz. Evin mimarının hayratı, Allah’ın dostunun hayratı. Onun için “tuz-ekmek” hakkıdır hatrın mikyâsı. İhânet kaldırmaz tuz hakkı. Hangi ev ki tuzdan mahrumdur, bereket olmaz onda. Ekmeğe katıktır İbrahim yadigarı. Tuz deyip geçme budur ahvâli.
Kalbe, gönüle temsil olmuştur ilk ev, insanların evi, Allah’ın evi. Evi imâret etmek emri de İbrâhim Halilullah’tan yadigârdır hem:
Kalbin geniş tut, sıkma Seyrânî,
Rızâ-yı Bârî’den çıkma Seyrânî,
Gönül Beytullah’dır, yıkma Seyranî,
Elinden gelirse, imâret eyle!
Gâh gönüldür, kalptir beytullah; gâh yârin yüzüne kıyastır.
Abesdir intihâb-ı cây-ı bûse vech-i dilberde
Derûn-i Kâbe’de ta‘yîn-i mihrâb gerekmez.3
O kadar hatırlı ve hürmetlidir ki “beyt”, kendisine hep borçluyuzdur, minnetimiz vardır. Ona hâkim olunmaz, hâdim olunur bu yüzden. Türkün vatanı, evdir. İlk ev, vatan-ı aslîsidir Türkün. Küffâr postalı çiğnedikte onu, ehl-i vatanın nidâsı malumdur: “Git vatan Ka ‘be’de siyâha bürün!”4 Harem-i ismettir Ka’be, harem-i ismettir ev. Vatan, beytullah’tır, Allah evidir. Bu yüzdendir hâneye tecâvüz af kabul etmez. Medine müdafii Fahreddin Paşa’nın mülâzımı5 seslenir:
Yapamaz Ertuğrul Evlâdı sensiz,
Can verir cânânı veremez Türkler,
Ebedi hâdimü’l-Haremeyniniz,
Ölsek de ravzanı rûhumuz bekler…
Ev tasalluta uğrarsa, eşyâsı emanettir, yâdigardır. Mal canın yongası olduğundan değildir bu. Evin sahibi gelecektir bir gün. Emânetine, yâdigârına hürmetsiz kişi, o evin ehli olmamıştır hiç. İşte, şâirin tespiti bam telindedir burada:
Ümmet-i Muhammed’in başına ne geldiğini Fahrettin Paşa biliyordu. Bu bilgisi ona, adı “kutsal emanetler” diye geçen eşyayı İstanbul’a, paha biçilemez Türk şehrine nakletme yükü yükledi. Günümüzde Müslüman kisvesiyle ortalıkta dolaşanlara sorulsa bu tutuma “tarihi eser kaçakçılığı” yaftası yapıştıracakları besbelli. Besbelli olan, hiç birinin “Türk İstanbul” tamlamasına anlam veremeyişleridir. İstanbul haricinde nerede kâfir tasallutundan korunabilirdi Medine’de muhafaza edilemeyen? Söğüt, Bursa, Edirne Osmanlı sülâlesine payitahtlık etti. İstanbul ise üstünlüğünü dünyanın gözüne sokan Türklerindi.
Elhâsıl, ev. İlk evden neş’et eder bütün evler. Müslüman evi haysiyettir, hatırdır, haktır, hukuktur. İhânet kaldırmaz. Yolunuzu kaybetseniz de gün gelip yoluna güç yetirince, bulunca onu, kapısı size açık olandır. Son kaledir, namustur. Babanız İbrahim’in evidir. Baba evidir işte. Yâdigârdır. Dindir, imandır. Vatandır. Borçlu olunan, emân bulunandır. Ev. Son kaledir. Gönlünüzü evinize bağlayın, ona akıtın. Hürmetlidir o, esenlik yurdudur. Çünkü, nisbeti Allah’a, hâsılâtı insanadır. Evim evim, hürmetli evim
1 İbrâhim 14/37.
2 İbrâhim Cûdî.
3 Nâmık Kemâl.
4 İdris Sabîh Bey.
5 http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/Yazi. aspx?YID=1071&KID=52 “Türk Olamadıysan Oldun Amerikalı”