Mustafa Bilgücü – Sol Gözün Yaşları
Benden bir tane daha olduğunu öğrendiğimde, kolaya kaçarak inkâr etmenin, suçu başkasının üzerine atmanın en iyi yol olduğunu düşündüm.
“O ben değilim…” diyecektim. “Aylin Heva adında, bu dünya üzerinde yalnızca bir tek insanın olduğunu mu düşünüyorsunuz?”
Adım ile soyadımın menkul kıymetler borsasındaki değerini, işlem hacmini düşündüğümde, diğer Aylin’e çok iş düşeceğini anladım.
İnsanların internet üzerinden ismime göz atmalarını engelleyemiyor, arama motorlarına bağladıkları meraklı takıntılarından uzaklaşmalarını sağlayamıyor olsam da, çözüme çok yakındım.
Önce en popüler arama motoru sitesinde kendimi arattım, yola gelmez fanatik hayranlarım gibi. Gözlerime inanamıyordum. Orada neler yoktu ki? Ünümün zirvesine ulaşmadan evvel, kendimi sanal âlemde gerçekleştirebileceğimi zannederek her haberin, paylaşılan içeriğin, sergilenen fotoğrafın altına yazdığım yorumları, beni meşhur edeceğini umduğum kadın avcısı müzik yapımcılarına yolladığım mesajları okuyabiliyordum. Âdeta yalvarıyordum. Bu sorunu ortadan kaldırmak için, bilgisayar mühendisliği bölümünden yaramazlık ettiği için atılan bir arkadaşımdan yardım istedim.
“Ecevit, bana yardım etmek zorundasın,” dedim. “Pavyonlarda, düğün salonlarında, gazinolarda gırtlağım yırtılırcasına sesimi yorup mesleğimi icra ederken, aklımda hep sen vardın. Kayıt paranı, üniversite harcını yatıramamıştın, hatırlıyor musun?”
“Bu doğru abla. Sana borçlu sayılırım. Dile benden ne dilersen.”
“Gücünün yetmeyeceği bir şey istemiyorum senden. Sadece internetteki adıma kayıtlı bütün linklerin işlemez hale gelmesini sağlayacaksın. Yani oraya yazdığım ne kadar şey varsa, bunlar kimse tarafından okunamayacak, görülemeyecek, hatırlanamayacak. Anlaştık mı?”
“Bu imkânsız Aylin abla. Bir kısmını halledebilirim. Ama ‘derin web’e düştülerse, ‘önbellek’teki izlerinin de ortadan kaldırılması anlam ifade etmez.”
“Ne yapalım o zaman?”
“Üniversitemde bir çocuk vardı. Teolojiyle ilgiliydi. Bana demişti ki, ‘Tanrı’nın bildiğini kuldan saklarsan, asla kendin olamazsın.’”
“Ne demek istiyorsun Ecevit? Felsefe yapmanın zamanı değil diyorum. Burada ünüm, kariyerim, namım söz konusu. İnsanlar yeni yeni zirve yapmaya başlayan bu ses sanatçısının, yorumcunun, sahne tozu yutarken bile hapşırmayan bu solistin neler neler saçmaladığını öğrenirlerse, başıma iş açılmasını bırak, işimden olurum, can güvenliğim tehlikeye girer.”
“Neden?”
“Neden olacak budala. Oraya siyasi mesajlar da yazdım. Biliyorsun. Sahne adım Heva Heja. Ancak ben kimliğimdeki isimle de tanınıyorum.”
Niçin üniversiteden atıldığını, şimdi ne yaptığını sormadan ayrıldım oradan. Bana yardımı dokunamayacak biriyle zaman kaybetmek istemiyordum. İşte tam da kendimi bu görece büyük sorunla yorup hırparlarken, onunla -kurtarıcımla- karşılaştım. Mesleğimi yapmaya çalışıyordu, uvertür olduğu söyleniyordu. Video paylaşım sitelerinde kendi reklamını yapmış, solo demo çalışmalarını yayınlamıştı. Bir zamanlar geçtiğim yollardan geçiyordu. Uygulama zamanı, kadınlar tuvaletine saklanıyor, kapıyı içeriden kilitliyor, klozetin üzerine çıkıp polis memurlarının gözünden kaçmaya çalışıyordu. Avukatımla konuştum. Ecevit de toplantının yapıldığı evdeydi.
“Ecevit,” dedim. “Bu benim avukatım. Şimdi iyi dinle beni. Sana anlattığım derdimi hatırlıyorsun, değil mi? İşte bu da benim savunucum. İyi adamdır. Ama darağacından adam çekmesini de iyi bilir. Ben tüm suçu, internette karşıma çıkan, benim bir benzerim olan -surat olarak değil tabii- bir kızın üzerine atacağım. Ve o aptalca ve çocukça yazıların bana mı ait olduğu, magazin muhabirleri, röportaj yapmaya gelen haberciler, televizyon programcıları tarafından sorulduğunda, cevabı bilgim dahilinde olan bir soruyla muhatap kalmadığımı söyleyip konuyu değiştirmelerini isteyeceğim onlardan. Sen ne diyorsun?”
“Bu olabilir abla. Orada adın ve soyadın bile olsa, bu şekilde hitap edilen ve senin bir benzerin olan başka biri daha varsa, istersen onu bu suça ortak edebilirsin. Tabii bunun suç olduğunu düşünüyorsan… Ki bence bu kafaya takılacak bir şey değil. İnternet üzerinde her gün milyonlarca insan milyarlarca mesajla, paylaşım ifadesiyle birbirlerine sesleniyorlar. Senin de onlardan biri olduğun düşünüldüğünde… Yani anlatabiliyor muyum?”
“Siz onun kusuruna bakmayın avukat bey. Beni sıradan biri sanıyor. Aptal çocuk! Üniversite harcını onlardan birinin yatırdığını düşünebilir misin? Olmaz değil mi? Kim olduğumu unutma. Sıradan biri olsaydım, onlar gibi davranırdım. Ancak değilim.”
Avukatım devreye girdi:
“Çocuk, sen bilir misin bir assolistin geceliği kaça patlar? Sadece konsomasyon kelimesinin bu piyasadaki değeri nedir? Bir fasıl, kaç insanın karnının tok şekilde eve gitmesine neden olur? Önce bunları öğren.”
“Ben karışmam ağabey. Siz bilirsiniz. Karşı olmak istediğimden değil.”
Devreye girdim: “Ecevit,” dedim. “Dediklerimi yapacaksın. İnternet sitemden bu haberi duyuracağız. Resmi internet sitemin adresinin bu olduğunu… Başını çevirsene Ecevit. Kırarım yoksa kafanı.”
“Özür dilerim abla. Gözüm daldı da.”
“İyi. İnternet sitemin adresinin yalnızca bu olduğunu yazacaksın. Avukatımın da adını al. Savcılığa suç duyurusunda bulunacağız. Adımı lekeleyen bu kadını dava edeceğim. Sonra ceza almasını sağlayacağız. İş ondan sonra başlayacak. Hüküm giydiğinde, kimse o yazıların tarafımdan internete döküldüğüne zaten inanmaz. Anlıyorsun değil mi?”
“Anladım abla.”
“Bana o kadar benziyor ki, yaşı, memleketi, ses tonu bile benzer. Geçen gece birini çalıştığı mekâna yolladım. Cep telefonuna sesini kaydetmesini söyledim. İyice dinledim. O vakit aklıma gelecekte bana rakip olabilecek birini daha böylece saf dışı bırakmış olduğum geldi.”
Gece olmuştu. Uykusuzluktan ölüyordum. İşlerimi organize eden menejerlik ajansını arayıp bir ay çalışmak istemediğimi söylemiştim. Tersi düz etmem gerektiğini biliyorlardı. Bunun için zor kullanmayı istersem, savaşçı güçlerinin de arkamda olduğunu bilmemi istediler. Teşekkür ettim.
Uykuya daldığımda bizim Ecevit’in teolog arkadaşını gördüm rüyamda. Büyük bir gazinodaydık. Sahnede tek başımaydım. Mekânı kapatmıştı. Ne olduğunu anlayamıyordum. Bir istek şarkısı isteyecek sandım. Durum öyle değildi. Yanına çağırdı, masasına oturttu, içinde saydam bir sıvı olan, uzun ince bir bardağı önüme itti. Tüm bunların bir kâbus olduğunu çıkaramamıştım.
“Bir yudum al,” dedi teolog.
“Seni tanıyorum galiba,” dedim.
“Beni tanıdığını biliyorum. Beni sen çağırdın zaten. İnsan gelecek misafirini unutmaz.”
Ne demek istediğini anlamıyordum. Bu piyasaya on bir yaşında girmiştim. İçmediğim, denemediğim zıkkım kalmamıştı. Ancak önüme uzattığı bardaktaki sıvının tadını çıkaramamıştım. Dedi ki: “Ne içtiğini bilmek ister misin?”
“Tabii isterim.”
Bulutumsu bir ışık demeti belirdi sahne üzerinde. Bunun üzerinde de ağlayan bir kadın vardı. Kim olduğunu biliyordum. Niçin ağladığını biliyordum. Benim yolumda yürümeye çalışıyordu. Benim adımı çalmıştı. Benimle yarışmaya kalkmıştı. Dersini aldığı için ağlıyordu.
Teolog:
“Daha yakından bakmak ister misin?” diye sordu. Masadan kalkıp sahne merdivenlerine tırmanmaya başladım. Kızın bir gözünden yaş aktığını şimdi görebiliyordum. Sağ gözü kupkuruydu. Sol gözünden yaşlar akmaya devam ediyordu. Teolog bağırdı:
“İçtiğinin tadına bir kere daha bakmak ister misin? Kıza yaklaş. Gözüne ağzını daya. Ve yudumla. Tadı alabiliyor musun?”
Ağzımdan köpüklerin çıktığını kendimde olmasam da hissedebiliyordum. Kusmak, tükürmek, ağzımı çalkalamak istiyordum. Keşke dediklerini yapmasaydım. Ama o sahneye zincirlenmiştim sanki. Teolog durumumdan zevk alırcasına davranışlarla sandalyesine kurulmuştu. Buna inanamıyordum. Benzerimle yan yanaydım. Buna dayanamazdım. Bu sahne bana aitti. Bu gazinoda benim sözüm geçerdi. O ancak altımda sahne alabilirdi.
“Uyanmak istiyorum!” diye bağırdım. Teolog:
“Uyanmak mı istiyorsun?” diye sordu. “O halde benzerinin, hakkını yediğin kızın, şimdi cezasını hapiste çeken adaşının yüzüne üfle.”
Amacım dediğini yapmak değildi. Kıza saldırmak isteğiyle üzerine atıldım. Gözüm dönmüştü. Gitmesini, geldiği bulutla dağılmasını istiyordum. Bulutumsu yapının dağıldığını gördüğümde, kızın yüzüne daha yakından bakabildim. O zaman ürperdim. Tüylerim diken diken oldu. Biri boynumdan sırtıma bir tüy parçasıyla dokunuyordu sanki. Kimdi bu kız? Aynadaki yansımasına bakan bir insan gibiydim. O bendim. Karşımda ben duruyordu, kendim ötemde bana bakıyordu.
İçtiğim kendi gözyaşlarımdı. Ama aynı zamanda da ben ağlamıyordum. Yarı yarıya ağlıyorduk. Benim sağ gözüm yaşarırken, onun da sol göz çeşmesi açılmıştı.
Teolog masasına yine davet etti beni. Uyanmak isteyip istemediğimi sordu bana. Başka bir isteğimin olup olmadığını asla dile getirmedi. Emeline ulaşmış gibiydi. Değiştiğimi biliyordu. Güvenle ayağa kalktı ve çıkış kapısına yöneldi.
Onu o günden sonra bir daha görmedim. Ertesi gün Ecevit’i evime davet ettim. Ona yeni talimatlar verecektim. Geçmiş internet saçmalıklarımın eksiksiz bir çıktısını alacaktı. Ve bu hazineyi internet siteme koyacaktı. Ben de göğsümü gere gere, gururlanarak, bu günlere nasıl geldiğimi insanların okumasını sağlayacaktım.
Diğer Aylin Heva mı? Ondan o günden sonra ne haber aldım ne de hoş tınılı sesi bir daha kulağıma çalındı. Var mıydı yok muydu, onu bile bilmiyorum artık.