Hacer Özdemir – İki Öykü
Paradoksal Bir Ölüm
Geleceğim, kariyerim, yapacaklarım, yapmam gerekenler, başvuracağım yerler… Benim geleceğimin kaygısı benden başka herkesin yaşama sebebi olmuş gibiydi. Ailemin gözünde aklı bir karış havada bir gençtim. Sebebi ise sadece fotoğrafçı olmak istediğimi söylemem. O işin ne geliri iyiymiş ne bir garantisi varmış. Başımın çaresine bakacak kadar kazanacak olmam benden başka herkesi rahatsız ediyordu. Büyük adam olacakmışım ben, bunun için uğraşmışlar bu zamana kadar. Okumam için dişlerinden tırnaklarından artırmışlar, yaptığım şımarıklıkmış ve buna hakkım yokmuş! Oysa ben onlar istedi diye istemeye istemeye iktisat fakültesine gittim. Gecemi gündüzüme kattım, ders çalıştım ve başarılı bir öğrenci oldum. O da yetmedi yüksek lisans yaptım. Çünkü asistan olmamı istiyorlardı, akademik kariyer benim için en iyisiymiş. Onlar hep benim iyiliğimi istediler. Sonuç olarak asistan alımı epeydir yapılmıyordu, boştaydım yani. Hazır umutları kesilmişken hayalimi paylaştım onlarla. Artık kendi hayallerime de gerçekleşme şansı vermek istiyordum. Kursağımda kalan hevesler öyle çok birikti ki nefes alamayacakmışım gibi hisseder oldum artık. Sabır diledim ve sustum…
Bir haftadır ne annem konuşuyor ne babam yüzüme bakıyor. Hâlâ tavır yapıyorlar bana. Sessiz sedasız yemeğimizi yerken babamın telefonu çaldı. Arayan bizim fakülteden bir doçent arkadaşıydı. Konuştukça iyiden iyiye yüzüne bir gülümseme yerleşti. “Hayırlısı, teşekkür ederim haber verdiğin için. Görüşmek üzere” deyip kapattı. Bana döndü: “Hadi gözün aydın, üç gün sonra sınav var, Salih hocan kesin girsin diye tembihledi. Sınavdan başarılı olduğun takdirde kesin alınacaksın.” dedi. “Ben asistan olmak istemiyorum. Hey! Beni duyuyor musunuz? Bu benim hayatım!” kafamın içindeki sesler daha dilime varmadan ölüyordu. Çırpınışlarımın bir anlamı yoktu, biliyorum. Tartışmaya girişsem annem ağlayacak babam söylenecek ve yine de onlar kazanacaktı. Manasızca debelenmektense kursağımdaki heves koleksiyonuna yenisini ekledim ve ertesi gün sınava başvurdum. Artık sadece sınav gününü bekliyordum.
Nefret ettiğim alarm sesi nefret edeceğim bir güne uyanmam için feryat ediyordu. Kalktım, elimi yüzümü yıkadım, kahvaltı masasına oturdum. Annemin yüzünde güller açıyordu. Babam da çok gülüyor az konuşuyordu. Gergin bir ortama sebep olacak konuların açılması ihtimaline karşın kritik zamanlarda her zaman yaptığı gibi. Sessiz geçen bol çeşitli kahvaltıdan sonra hazırlanıp çıktım. Kapıyı çekerken annemin sessizce “Allah zihin açıklığı versin” dediğini duyar gibi oldum.
Beş dakika kadar yürüdükten sonra durağa geldim. Saate baktım: 08:46. Otobüs geliyor mu diye bakmak için kafamı kaldırmıştım ki kontrolünü kaybeden bir araba kaldırıma çıkıp bana çarptı. Canım sanki yanmıyor gibi ama kalkacak mecalim de yok. Çevreden koşarak gelenlerden biri hemen nabzımı ve kalbimi yokladı. Suratı düştü. Bağırarak “yaşıyor mu?” diyen amcaya “ölmüş” dedi solgun bir şekilde, “ölmüş!..”. “Öldüysem bunları nasıl duyuyorum sizi nasıl görüyorum! Daha nabız yoklamayı bilmiyor bir de en önden geliyor. Alın şunu başımdan! Kurtarın beni.” diyorum içimden. Sonra kafamda bir şimşek! Yerde gözüm kapalı yatıyorsam kendimi bu şekilde nasıl görüyorum! Nefret ettiğim alarm sesi nefret edeceğim bir güne uyanmam için feryat ediyordu. Korkuyla uyandım, elimi yüzümü yıkadım. Kimseye bir şey söylemeden kahvaltı masasına oturdum. Annemin yüzünde güller açıyordu. Babam da çok gülüyor az konuşuyordu. Her şey aynı rüyamdaki gibiydi. Belki de bu sınava gitmemeliyim. Ama bunu söylediğim zaman moralleri bozulacak biliyorum. Bahane diyecekler. Şu an beni anlamazlar. Boşuna tatsızlık çıkarmak istemiyorum. Sessiz geçen bol çeşitli kahvaltıdan sonra hazırlanıp çıktım. Kapıyı çekerken annemin sessizce “Allah zihin açıklığı versin” dediğini duyar gibi oldum. İçimdeki korkuya engel olamıyorum.
Beş dakika kadar yürüdükten sonra durağa geldim. Endişeliyim. Saate baktım: 08:46. Otobüs geliyor mu diye bakmak için kafamı kaldırmıştım ki kontrolünü kaybeden bir araba kaldırıma çıkıp bana çarptı. Biliyorum, öldüm. Peki hâlâ nasıl kendimi…?
Nefret ettiğim alarm sesi nefret edeceğim bir güne uyanmam için feryat ediyordu. Kan ter içinde uyandım, elimi yüzümü yıkadım. Kimseye bir şey söylemeden kahvaltı masasına oturdum. Annemin yüzünde güller açıyordu. Babam da çok gülüyor az konuşuyordu. Her şey aynı rüyamdaki gibiydi. Artık eminim, gitmemeliyim. Çıkacak gerginliği göze alarak rüyamdan bahsettim. Asılan suratlar ve tam tahmin ettiğim yorum: “bahane…”. Beni anlamadılar, biliyordum. Boşuna tatsızlık çıkardım. Rüyalarımdakinden daha sessiz ve gergin geçen bol çeşitli kahvaltıdan sonra hazırlanıp çıktım. Kapıyı çekerken annemin sessizce “Allah zihin açıklığı versin” dediğini duyar gibi oldum.
Daha hızlı bir şekilde durağa doğru yürüdüm. Vardığımda hemen saate baktım: 08:45. Hâlâ yaşıyorum.
Siyah Beyaz Bir Gözyaşı
Bazı fotoğraflar bazı duvarların parçası olmuştur. Onu çıkarırsanız eksik bir yapboz gibi görünür. Derinlerde bir yerlerde eksiklik duygusu sarar. Babaannemin duvarı da böyleydi işte. Her yanında siyah beyaz fotoğraflar, her karede gülen yüzler, her yüzde derin hatıralar… Ne zaman gitsem bıkmadan usanmadan anlatırdı. “Bak görüyor musun burda Zeynep teyzenleyim. Beraber İstanbul’u gezmiştik. Girmediğimiz sokak kalmamıştı. Ne hayatlara şahit olmuştuk beraber.” diye başladığı efsane anıları “Ah Zeynep… Nerelerdesindir şimdi kim bilir. Kaç yıl oldu yüzünü görmeyeli, sesini duymayalı…” şeklinde özlem destanlarına dönüşüyordu. O anlattıkça ben sıkıntıdan patlıyordum. Sürekli aynı şeyleri dinlemenin verdiği bıkkınlıkla ya dinlemez ya da bir bahane bulup giderdim. Onu incitebileceğimi düşünemeyecek kadar gençtim. Bazen acımasız oluyordum; dünya benim etrafımda dönüyor. Ben neden yaşlı bir kadına pervane olayım?
Yine her zamanki gibi annemin ısrarlarıyla babaanneme gittiğim bir gündü. En yakın arkadaşımla kavga etmiştim ve canım son derce sıkkındı. Muhabbeti kısa kesip gitmek istiyordum. Bu yüzden sorularına hep kısa cevaplar veriyordum. Birden ayağa kalktı. Eski fotoğrafların birine -belki de içlerinde en eski olana- doğru yaklaştı. Buruk ama mütebessim bir çehreyle: “Dedene çekmişsin. O da sinirliyken kısa cevaplar verirdi. Ben o hâllerini bile özledim onun.” dedi gözlerini bir fotoğrafa bir bana çevirirken. “Yıllardır…” diye devam edecek oldu ki bütün sinirimle “Yeter!” diye haykırdım. “Bıktım artık bu hikâyelerden de bu fotoğraflardan da. Sürekli aynı şeyleri anlatınca geri mi geliyor o günler? Güzel şeyler yaşamışsın ve hepsi bitmiş. Ne bekliyordun? Sonsuza kadar mutlu olmayı mı? Yapma babaanne. Boğuyorsun beni!” deyip gittim. Giderken gözlerinde biriken ve yıldız gibi parlayan yaşları fark ettim fakat bunları artık birinin söylemesi gerektiğini düşündüğüm için geri dönmedim -kahrolası gururumdan diyemem ya-. Sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı onlarca yıl geçti. Tüm geride bıraktıklarımla gerisinde kaldım yılların. Ve ben dört duvarı fotoğraflarla kaplı bir evde yalnız yaşayıp yalnız yaşlanan oldum. Her yanımda fotoğraflar… Herkes buradaymış gibi… Başköşedeyse babaanemle benim eski bir fotoğrafımız var. Yaklaşıyorum ona. Dikkatlice bakıyorum. Yüzü gülüyor. Fakat hafızamdaki fotoğrafında gözlerindeki yaşlar hiç silinmiyor. “Sonsuza dek mutlu kalmayacağını biliyor da kabul edemiyormuş insan babaanne.”
Takvim yaprakları çoktan anlamını yitirmişken, dört duvara sığdırılmış bir ömürle her gün eskileri anıyorum şimdi. Yıldızlar göz kırpıyor küçük penceremden. Yıldızlar göz kırpıyor babaannemin gözlerinden.