Abdullah Kasay – Türk Edebiyatının Kapı Numarası Kaç?
Böyle bir yazıyı 130 yıl önce bir Fransız Edebiyat dergisine yazsaydım sanırım başlığı şöyle atardım: “Fransız edebiyatı hangi caddede?”. Muhtemelen ilk paragrafta “En Yüksek Kulenin Türküsü” şiirinin şairi Arthur Rimbaud’ya adres sorardım. Vereceği cevap şu olurdu: “Sevdalar Çağı Dönsün / Dönsün Geri Gelsin”. Rimbaud bahsettiğim şiiri yazarken aynı tarihte Paris’te Eyfel Kulesinin inşaatına başlanmıştı. Ve o metal yığını kule, yitip giden sevdalar için şunu dedirtti şaire: “Uçup gitti göklere”…
Evleri aşan bir kule yapıldığında şairlerin de gündemi değişir… Elbette edebiyatın da… Mekânın anlatı türleri içindeki simgesel yansımaları; yazarın, şairin ya da anlatıcının toplumsal kimliğini ve toplumun yapısını çizen bir çerçeve oluşturmuştur. Çizilen bu çerçevenin Türk Edebiyatındaki ebatlarına bakmadan evvel hemen 1533 yılına gidelim. Matrakçı Nasuh bu tarihte yaptığı “İstanbul” minyatüründe ilk kez başkentin panoramik bir görüntüsü resmetmişti. Evler basit, tekdüze ve sıradandı. Dönemin modern mimarisi için Turgut Cansever bu “sıradanlığı” şöyle yorumlayacaktı: “İnsanlar kolektif-toplumsal mekânın oluşmasına, dünyanın güzelleşmesine ancak bu yolla katılabileceklerdi”. Peki, ne oldu da yüzyıllar sonra Beşir Ayvazoğu o mimariye olan özlemini “Eski Ev” şiirinde: “Nerededir şimdi o sessiz güzel ev / Ya kürek, kazma, ya bir parça alev” mısralarıyla dile getirdi? Sorunun cevabı için balkona çıkıp Sezai Karakoç’un şu dizelerini okuyalım: “Gelecek zamanlarda / Ölüleri balkonlara gömecekler”.
Modernleşmeyle beraber temsili sanatlarda ya da edebiyatta “görme biçimlerimize” dair değişimlerin zaman/mekân algımıza yansıması “doğrudan” olmuştur. Sözlü edebiyatımızla başlayan, Divan Edebiyatımızla devam eden; Batı’da edebi akımların ortaya çıkmasıyla beraber Tanzimat Edebiyatımızla devam eden süreçte mekânın ele alınışı dıştan-içe doğru bir seyir göstermiştir. İçe doğru yönelen bu seyirde özellikle 19. yüzyılın sonlarına doğru batılı manada roman ve hikâye ile tanışmamız belki de dönüm noktamız olmuştur. Halk hikâyelerimiz ya da destan gibi türlerimizden çok daha farklı bir “mekân” algımız vardır artık. Dış dünyada yaşanan zamandan hariç edebiyatın da “öznel bir zamanı” vardır ve karakterler bu zaman içindeki evrenlerinde yaşamaktadırlar. Mekân simgesel değer taşımaktadır ve karakter psikolojisine bürünmektedir ya da karakterin psikolojisi mekâna bürünmektedir. Özellikle roman ve hikâyede mekânın sembolik işlevi; olay örgüsü, hareket ve aksiyonla bütünleşmiştir.
Doğal olandan uzaklaşma ve kentleşme dönemi yaşadığımız II. Meşrutiyet sonrasında yazılan eserlerde, karakterlerin hem ekonomik hem de sosyal olarak köşk, konak gibi yapılardan uzaklaşıp apartmanlara göç edişine tanık oluruz. Bu şekilde edebiyatın hikâye, roman gibi yeni sayılabilecek türlerinde geleneksel olanla modern arasında çok yönlü bir çatışma yaşanır ve bu çatışmalar genel olarak mekân üzerine kurgulanır. Çatışmanın öncesinde ise özellikle Batı romanı ve hikâyelerinde ev, mahalle ve kente dair izlekler; İstanbul’un kapılarını Avrupa hayatına ve modasına sonuna kadar açmasına sebep olur. Bu değişim, dönemin yazarları tarafından es geçilmemiş hatta mekândan kente ve sosyal yaşama dair anlatılarda hep iki şehir karşılaştırılmıştır: İstanbul ve Paris. Öyle ki; Ahmet Mithat Efendi, “Paris’te Bir Türk” isimli romanında otel fiyatlarından tutup da, şehircilik politikalarına kadar her şeyi ayrıntıları ile iki şehir kıyası üzerinden anlatmıştır. Öte yandan ise zengin/ fakir ilişkilerinin konak, köşk üzerine kurulan anlatılarında; cariye, hizmetçi gibi karakterlerin evin oğluyla aşk yaşadığına ya da o mekânlarda çektiği eziyetlere tanık oluruz. Ev veyahut geniş manada mekân artık sosyolojik olarak tüm karakterleri etkilemekte ve toplumsal çatışmanın odak noktasına dönüşmektedir. Yani Tanzimat’tan sonra anlatı türleri içinde nesnel bir varlık olmanın ötesine geçmeye başlayan ev, artık kimi zaman sığınılan bir barınak kimi zaman da realiteden koparak zenginleşmenin, modernleşmenin bir hayali olarak karakterlerin dünyasında yer edinmeye başlamıştır. Bu süreçte dikkate değer diğer mesele ise kadın-ev ilişkilerinin boyutudur. Roman ve hikâyede kadınlara uygun görülen mekânlar hep evlerdir. Toplumsal dinamiklerin zede almaması için kadın evde olmalıdır ve mekân onun sıkı bir denetleyicisidir. Dış mekân ise sokak, mahalle ya da diğer ortamlarda erkek karakterle bütünleşir. Modernleşmeyle beraber aile ve sosyal yaşamdaki değişimlerin gerçek hayattan kurguya aktarımında, kadın öznesi bu toplumsal dinamiklerin esas belirleyicisine dönüşür. Artık kadın sadece evde değil zaman zaman evden kaçma teşebbüsünde bulunan ya da kaçıp kendisine sığınma mekânı oluşturan kimliğe bürünmektedir. Geleneksel sosyal yaşam biçiminde modernleşmeye çalışan kadının gelgitleri, ruhi bunalımları mekânın işlevine dair çıkan sonuçlar iken bir taraftansa roman ve hikâyede geleneksel aile kurumunu devam ettirmeye çalışan da yine kadınlardır. Bu noktada kadın ve mekân çatışmasına Fatma Aliye’nin “Muhadarat” isimli eserinden örnek verebiliriz. Evin kızı Fazıla, Mukaddem’in kaçma teklifini reddetmiş ve baba evinin ancak babanın razı olmasıyla terk edilebileceğini düşünmüştür. Çünkü babası bu evliliğe razı olmamıştır. Fakat daha sonra baba evi Fazıla için dayanılmaz bir noktaya gelmiş “evlenip kurtulma” fikriyle Remzi ile evlenmiş fakat mutsuz olmuş ve baba evine tekrar dönmek istemiştir. Elbette romanın devamında aşk – evlilik ve mekân üçgenine dair diğer örnekleri de görmemiz mümkündür. Fakat “sığınma” duygusu içinde eve yüklenen anlam o dönem edebiyatında sıklıkla gördüğümüz bir durum olarak karşımızdadır. Bu durumu Gaston Bachelard “Mekânın Poetikası” isimli kitabında şöyle yorumlamıştır: “Evi, yargıların ve düşlerin etki alanına sokabileceğimiz bir nesne olarak ele almak yeterli olmaz ve evimiz bizim dünya köşemizdir, bizim ilk evrenimizdir”. Dönemin yazarları yalnızca olay ve hareketlerin geçtiği yerden ziyade; zihni planda karakterin iç dünyasında yaşadığı fırtınaların, çevresiyle çelişik durumlarının yansıdığı bir mekân retoriği kurmuşlardır. Denilebilir ki masal türünün bilinmeyen mekânlarda geçen anlatılarından geçip geldiğimiz yolda, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar edebiyatımızın içinden çıkmayan ev, insan-mekân ilişkisinde ağırlığını epeyce hissettirmiştir. Karakterlerin mekân algısı ve aidiyeti, mekâna dair bireylerin sorumluluğundan çıkan çatışmalar, toplumsal değişimin mekâna yansıması, mahalle kültüründeki yozlaşma gibi birçok mesele edebi vitrinimizde yerini almıştır.
Hemen devam edelim. Çalıkuşu’ndaki Feride, nişanlısı Kâmuran’ın kendisini başka biriyle aldattığını öğrendiğinde evden kaçmış ve soluğu Anadolu’da almıştı. Reşat Nuri Güntekin’in bu kitabı yayınladığı 1922, “eve dair” fikri düşüncemizdeki değişim için önemli bir tarih. Çünkü sadece Feride değil, bu yeni dönem edebiyatçıları da soluğu Anadolu’da almaya başlamışlardır. Bir nevi evin pencereleri açılmış, İstanbul manzarasının dışına çıkılmaya başlanmıştır. Aydın ve köylü ayrılığı, şehir ve taşralı farkı, alafranga yaşam ve geleneksel doğal yaşam… Bütün bunlar yeni hikâyeler ve romanlarda Anadolu ve Anadolu mekânlarının işlenmesini tetikler. Diğer taraftan ise aynı dönemde artık İstanbul, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi yazarların “Kiralık Konak”ı haline dönüşmüştür. Kuşak çatışmaları hızlanmış, ev temelden çatırdamaya başlamıştır. Bunun karşısında Anadolu ise Matrakçı Nasuh’un 1533 yılında resmettiği minyatürdeki evler gibi tekdüze ve sadedir halen.
Yoğun bir Anadolu yönelişi esasen arka planda farklı tahliller de ortaya koymamızı gerektirir. Yine aynı tarihte yayınlanan, “Türk Evi” ismini taşıyan yazısında Yahya Kemal eve dair şu ifadeleri kullanacaktır: “Biz ancak bu son asırda Türk evi bozulduktan beri kirâlık evlerde sürünüyoruz. Eski Türk evini tahayyül, şiir sâhasında kalsın; onu hayatta bir daha ihyâ etmek muhâldir. Cedlerimizin evleri ve eşyâsı yaşayışlarının tarzından doğmuştur. Bağdaş kurmak şilteyi, minderi; sahandan elle yemek leğenle, ibriği, el silecek sırma havluları îcâd etmişti”… Bu icatların halen yaşatıldığı Anadolu, işte tam da bu noktada edebiyatımızın yeni mekânıdır artık. Öncesinde Refik Halid Karay’ın Anadolu yönelişi olsa da, mekânın anlatıya yön veren, olayın ilerleyişine katkıda bulunan görevi henüz olgun değildir. Yahya Kemal’in bahsettiği kiralık evlerde sürünmeyi; bu dönemin başlarında yazılan, “Ayaşlı ile Kiracıları” kitabında Memduh Şevket Esendal örnekleyecektir. Evler, Tanzimat edebiyatından farklı toplumsal dönüşümlerin merkezidir artık. Apartman hayatıyla tanışılmış, sokaklar daralmaya başlamış, mahalle yapısı iyiden iyiye değişmeye başlamıştır.
Bir sığınak olan evden çıkıp, bir sığınak olarak Anadolu’ya yerleşmeye başlayan edebiyatımızın “evsizliğe” yönelişi de belki de burada söylenmesi gereken önemli bir husustur. Çünkü karakterlerin yabancılaşmanın doğurduğu sıkıntılar karşısında öze dönüş olarak Anadolu’yu mekân tutmalarının ardından, arzu ettikleri ile buldukları arasındaki fark; travmalara da yol açacaktır. Sadece yaşadıkları şehre yabancılaşmayıp artık gittikleri her yere yabancılık duymaya başlayan karakterler, Cumhuriyet dönemi edebiyatın başlarından sonlarına doğru tabiri caizse sokakta kalacaklardır. Dönemin yine başı denilebilecek tarihlerde (1942) “Beyaz Ev” şiirinin şairi Ziya Osman Saba, evi dönem içinde yaşayan hayatın sembolü olarak görür. Fakat Saba’dan farklı olarak, özellikle “evler şairi” yakıştırması yapılan Behçet Necatigil, sokağa adım atışımız öncesinde içsel sıkıntı kaynağı; aynı zamanda mutluluk mekânı olarak ev’i kullanmıştır. Şairin “İki Başına Yürümek” adlı şiir kitabında iç ev-dış ev arasında gidip gelen bir anlayış ortaya koymuştur. Ona göre iç ev mutluluk, huzur gibi hisler; dış ev ise, bazen bir hapishaneye bile dönüşebilen mekândır. Necatigil’in bu şiir anlayışı ev üzerinden dış dünya, kent, kır, modernizm ve gelenek arasındaki sorunların bir düzlemidir. Bunun gibi 1950 sonrasında yazılan eserler belki de eve dair kırılmanın izlerini taşırlar. Nitekim mimari eleştirimizin yükseldiği dönem de bu hemen hemen bu tarih sonrasıdır. Yukarda bahsettiğim Sezai Karakoç’un “Balkon” şiiri bu anlamda belki de durdurulamaz şekilde çoğalan apartman hayatına karşı, edebiyatımızda manifesto niteliği taşımaktadır. 80’li yıllara doğru bir taraftan kentleşmemiz devam ederken toplumcu edebiyatımız da yükselmektedir. Ataol Behramoğlu, İsmet Özel ve Cahit Zarifoğlu gibi şairler; belki de evlerin apartmana taşındığı bu dönemde sokağa doğru eklemlenmeye çalışılan “sosyal yaşamımız”ı eserleriyle yeniden tanımlamaya çalışırlar. Nitekim “Stad” şiirinde Zarifoğlu bulutun bile “Evlerden bir şeyler beklemekte” olduğunu söyleyecektir. Erdem Bayazıt, bildiği baharları “Apartman odalarında büyüyen çocukların bilemeyeceğinden” bahsedecektir. 1945’li yıllarda başlayan fakat esasen 80 sonrası dönemde farklı bir niteliğe bürünen “gecekondulaşma” gibi sosyal durumlar ise edebiyatımızın son 20-30 yılına farklı açılardan damga vuracaktır. Şehirlerden yalıtılmış yeni şehirler türemiş, gecekondu/apartman çatışması çoğalmış, bir taraftan da “göç” olabildiğince artmıştır. Çalıkuşu Feride’nin kaçıp gittiği Anadolu bu kez, büyükşehirlere kaçmaktadır. Yine bu dönem öncesinde Gülten Akın gibi şairler bu sürecin izleklerini eserlerinde yansıtacaktır. Dönem sonrasında ise Latife Tekin gibi yazarlar gecekondunun “evsizliği” üzerinden, kendine mekân arayan metinler üreteceklerdir. Apartman, gecekondu, taşra, kırsal vb. hayatımız salt edebiyatta değil Yeşilçam sinemasında da kendini gösterecektir ki Yavuz Turgul, “Muhsin Bey” filmi gibi bir başyapıta imza atacaktır.
- Kubilay Dündar’ın dergilerin dosya çalışmaları için “her dosya eksik dosyadır” dediği gibi Türk Edebiyatı’nın evini aradığımız bu yazıda da tam bir adres bulabilmemiz epey güçtür. Yazının başlığında “kapı numaramızın” ne olduğunu sormakla hata etmişim. Şöyle sormalıydım belki de: “Türk Edebiyatı’nın hangi evini arıyoruz?”. Cevabı elbette yazının başında andığım Arthur Rimbaud verecek değil. Belki de soruyu Fransız esintisiyle başlayan modernleşmemize sormak gerek. Ama ben Necip Fazıl’ın “Ahşap Ev” şiirinden mısralarla yazıyı bitireyim:
“Tek tek kalktı eşyamız, ahşap ev bomboş kaldı;
Güneş gözünü yumdu, has odamız loş kaldı…”
Kaynaklar
Cansever, Turgut (2013), İslam’da Şehir ve Mimari, 8. Baskı, İstanbul, Timaş Yayınları
İnci, Handan Elçi (2003), Roman ve Mekân (Türk Romanında Ev), 1. Baskı, İstanbul, Arma Yayınları
Bachelard, Gaston (2013), Mekânın Poetikası, 1. Baskı, çev. Alp Tümertekin, İstanbul, İthaki Yayınları
Necatigil, Behçet (2002), Şiirler-Bütün Yapıtları, 1. Baskı, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları
Narlı, Mehmet (2007), Şiir ve Mekân, 1. Baskı, Ankara, Hece Yayınları
Özdenören, Rasim (2011), Kent İlişkileri, 3. Baskı, İstanbul, İz Yayıncılık