Vefa Taşdelen İle…
Felsefeden Edebiyata…
Hazırlayan: Ulvi Kubilay Dündar
“Edebiyat ve felsefe, sözü gezmeye çıkarmaktır aslında, söz üzerinde yürümektir. Sözü sevmektir, söylemeyi sevmektir, söyleşmeyi sevmektir. Edebiyat ve felsefe, söylemek isteyenlerin, söyleme arzusu güdenlerin, söylemede bir tat ve güzellik bulanların, söylemede bir umut ve gelecek görenlerin mesleğidir.”
Çocuklukta kazanılan tutumlar, anadil gibidir.” diyorsunuz Çağrı Gürelle yapılan söyleşinizde. Yine Duran Boz Hocanın hazırladığı Okuma Hikayeleri kitabında “Cümlelerin Uzun İnce Yolunda” başlıklı yazınızda kitapla olan ünsiyetinizi anlatıyorsunuz, buradan da hareketle; kul, Allah ve kitap arasındaki bağlamda rolümüz nedir, nerede duruyoruz?
Çocukluk, hayatımızın temel tutum ve alışkanlıklarının kazanıldığı, zihnimizin sistematiğinin ve şemalarının oluştuğu bir dönem. Yaşama, düşünme ve inanma tutumlarımızı orada kazanıyoruz. Ondan sonra nereye gidersek gidelim, ne olursak olalım, bu tutumlar da bizimle birlikte geliyor. Bu açıdan bakıldığında, çocukluk bizzat dünyaya, hayata, varlığa olan ünsiyetin oluştuğu bir dönem. Tabii, aynı şekilde kötülüğe, şerre olan ünsiyetin de kazanıldığı bir dönem. Ben eğitimi “eğme” değil de “eğilim oluşturma” olarak anlama eğilimi güderim hep. Eğitim eğmez, eğilim oluşturur. İyiye doğru eğilim, güzele doğru eğilim, hakikate doğru eğilim; bir kelime ile mutluluğa doğru eğilim. Hayatın tadını bu dönemde alırız, mutluluğun tadını, iyiliğin tadını bu dönemde alırız. Bu “eğilim oluşturma”ya “ünsiyet oluşturma” da diyebiliriz. Eğitim ünsiyet oluşturur. Hayata ünsiyet oluşturur, insana ünsiyet oluşturur, kitaba ünsiyet oluşturur, Tanrı’ya ünsiyet oluşturur. Hayat, çocukluk döneminde derin yazılarla yazılır zihnimize, yüreğimize. Bir dili öğrenirken, bir dünyayı da öğreniriz. Ondan sonra, dünya tanıdığımız gibidir, hayat tanıdığımız gibidir. Hani buna bir tür alınyazısı denilse yeridir. İmanı ifade eden aşkın bağlanmanın eğilimleri ve deneyimleri de bu döneme dayanır. Bu derin bir deneyimdir, zira çocuğun yüreği, mistik deneyimdeki gönül arılığının ilk örneğini de oluşturur. Daha sonraki bütün deneyimler bir şekilde o ilk arılığa ve saflığa dönmek isterler. Bunun nedeni, çocukluğun, masumiyetin yurdu olmasıdır. Daha sonra çocukluğumuzda yaşadığımız o ünsiyeti ararız hep. Erişkin insanın tüm erdemi de o saflaşmada ve arınmada görülür. Acaba burada kitap bir sonradan gelen midir? Yetişkin kişi Tanrı ile olan bağlantısını kitap üzerinden kurar, bu bağlantı çocuklukta doğrudan gerçekleşir. Saf olan, hakikate ayna olur. Bu nedenle çocukluğun dili, aslında bilgeliğin dilidir; eğer içtenliğin ve saflığın dilini yitirmezse. Ve yetişkinler de bu dili kaybetmezse, ihtiyarlasalar da çocukturlar hep. Neresinden baksak, çocukluk önümüzde hep bir ideal olarak kalıyor.
“Yazma Eylemi: Varoluşun Kendine Dönüşü” başlıklı yazınızda, yazma eyleminin “içtenlik” ve “sahihlik” gibi kategorilerinden bahsediyorsunuz. Bunların varoluşla ilgisini nasıl kuruyorsunuz?
İnsanla, kendi varoluşu arasına giren, onun kendisiyle tanışma, karşılaşma ve kendisine yaklaşma fırsatını elinden alan pek çok engelleyiciler vardır. Para, mal, mülk, belirli statüler… İnsan, çıplak bir şekilde dünyaya gelir ve bu kazanımlarla kendisini donatır. Bütün bunlardan kurtulup kendisine bakma ve kendisini görme fırsatı bulamaz. Bu nedenle olmalı ki, insanın en zor bilgisi, kendisi hakkında elde ettiği bilgidir ve yine bu nedenle olmalı ki, bütün bilgelik gelenekleri insanın kendini bilmesini öne çıkarır, bunun gerçek bilgi ve erdem olduğu hususu üzerinde dururlar. Şu halde, bizim kendimizle, çıplak varoluş gerçekliğimizle karşılaşabilmemiz oldukça zor. Kendimizle kendi varoluşumuz arasında kat kat perdeler var: Gurur perdesi, bencillik perdesi, hırs perdesi, tutku perdesi, kibir perdesi, mal mülk perdesi, korku perdesi… Say sayabildiğin kadar. Edebi ve sanatsal yazı, bize varoluşu anlama fırsatı sunar. Bunu, başka hiçbir etkinlik alanı, edebiyat kadar başaramaz. Başka hiçbir etkinlik alanı, insana sanat ve edebiyat kadar yaklaşamaz. O, insana ve varoluşa ayna tutar; bu yönde bir sahne ve galeri oluşturur. Orada varoluşun çeşitli yüzleri, çeşitli veçheleri görülür. Ben edebiyatın insanı yalıtan, kendisine yaklaştıran, kendi kendisiyle karşılaştıran bir “içtenlik sanatı” olduğunu düşünüyorum. Edebiyat, bu işlevinden vazgeçtiğinde, karşıt bir konum kazanarak insanı kendinden gizleyen perdelerden biri haline gelecektir. Her edebiyatçının görevi, içtenlik düzeyinde kalmaktır. Bu edebiyatın biricik varoluş gerekçesidir. İçtenliğini yitiren edebiyat, varoluş gerekçesini de yitirmiş olacaktır. Edebiyatın içtenlik düzeyi, onun sahihliğini oluşturur.
Tanzimatla başlayan batılılaşma maceramız günümüze kadar hız kesmeden evrilerek geldi. Bir değişim ve dönüşüm söz konusu. Buna bir de doğu toplumlarının yeniye olan muhabbetini ekleyince bu hareketin ivmesi daha da hızlandı. Süreç içerisinde tarihteki kırılmaları ve sıçramaları da düşünürsek bugün bulunduğumuz konum (modern düşünce ve yaşam tarzını benimseyen anlayışın oluşması ) için ne dersiniz.
Bugünkü durum, Batı toplumlarının doğal evrimini yansıtıyor; bilimiyle, teknolojisiyle, felsefesiyle, sorunlarıyla. Genel anlamda Doğu, özel anlamda İslam toplumlarının doğal, sahih oluşumu yok henüz. Ufukta da görünmüyor. O potansiyelin ortaya çıkması gerekir. Umuda ve iyiliğe tüm insanlığın ihtiyacı var.
İslam sanatlarının günümüzdeki durumu hakkında neler söylemek istersiniz? Bu geleneğin durumu nedir?
Gelenek var, ama geleneği yeniden üretme, yorumlama, yeni bir form içinde ortaya çıkarma tutumu eksik. İslam sanatlarının zengin ve özgün bir yapısı var, bu yönde bir birikim sunuyor. Bu her alanda böyle; müzikte, resimde, edebiyatta, düşüncede… Ancak bunu bugün, kendi varoluş koşullarımız içinde yeniden üretecek bakış açılarına ihtiyacımız var. Bunun zaman içinde oluşabileceğini düşünüyorum.
Toplumun bireyi, politikanın da toplumu harekete geçirdiğini, ona bir yön ve biçim kazandırdığını düşünüyor ve bunu vurguluyorsunuz. Aynı şekilde toplumun ürettiği edebiyat ile de siyasetin iç içe olduğunu ve “birbirlerinin denetim mekanizması” olduğunu söylüyorsunuz. Siyasetin güdümünde olmayan bir edebiyat ortamı nasıl kurulabilir? Günümüz edebiyatı “siyasi denetim” işlevinde ne kadar başarılı?
İnsanın politik bir varlık olduğu öteden beri söylene gelen bir gerçektir. Bunun nedeni insanın ancak bir toplum içinde yaşayabilen, bir toplum içinde varlığını sürdürebilen ve bir toplum içinde kendini ifade edebilen bir varlık oluşudur. Bu “bir arada yaşama” da ancak politik bir zeminde gerçekleşir. Zira yasa, yönetim, düzen, ancak bu siyasi zeminde kurulabilir. Bu nedenle insanın içinde yaşamak zorunda olduğu toplum aynı zamanda politik bir yapıdır. Politika, toplumsal yaşamın ürettiği, ama aynı zamanda toplumsal yaşamı üreten bir düzen arayışıdır.
Şimdi gelelim edebiyat ve politika ilişkisine: Bir edebiyatçının siyasi bir tercihi olabilir, bir dünya görüşü olabilir; hem olmalıdır da. Bir hayali, bir umudu olabilir, bu da gerekliliktir. Olmazsa eksiklik olur. Ancak, bu kalemini siyasetin emrine vermek, bir ideolojinin adamdı olmak, bir partinin emrine girmek şekline dönüştüğünde, yazı ve sanat, “vicdan olma” özelliğini kaybeder, giderek bir propagandaya dönüşür. Siyaset edebiyatı değil, edebiyat siyaseti denetleyen konumunda olmalıdır. Edebiyat siyasetten değil, siyaset edebiyattan faydalanan bir konumda olmalıdır. Siyasetin, edebiyattan ve sanattan gelecek bu entelektüel katkıya sürekli ihtiyacı vardır. Bu açıdan ben edebiyatı siyasete değil ahlaka ve vicdana daha yakın bulurum. O, siyasi çıkarların değil, insanın ve vicdani değerlerin yanındadır. Edebiyatın, sanat ve düşüncenin siyasetin güdümüne girmesi, “vicdanın susması” gibi telafisi zor bir kayıp olacaktır. Mehmet Emin Yurdakul’um şu mısraları me olmuş özsüz çocuk gibidir.” Bu böyledir. Edebiyat ve sanat arasında anlamlı bir ilişkinin olabilmesi için, siyasetin edebiyattan daha çok yararlanması gerekir. Böyle olduğunda, siyaset kendi üzerine bir bilinç oluşturabilecek ve giderek insanlığa hizmet aracına dönüşebilecektir. Aksi halde ne olur? Politika ile kişisel ve çevresel çıkar bağı arasındaki ilişki sorununa, Platon’dan beri hala bir çözüm bulunamamıştır; bu her dönemin önemli sorunu olmuştur.
Hocam, biraz da edebiyatın kendi içindeki etik yapıya gelelim: Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Edebiyatın, etik bir yapı olduğunu son zamanlarda daha çok düşünmeye başladım. O, doğal olarak estetik bir yapıdır, böyle olmak zorundadır. Bu özellik onu tanımlayan bir şeydir. Ancak edebiyattaki ve sanattaki güzellik, bir hakikat değeri olarak, etik olanı, iyi olanı da içerir, içermelidir. Bu ontolojik bir gerekçedir. Eğer insanlığa iyiliği, erdemi, umudu sunmuyorsa, yaptığımız işi gerekçelendirecek bir neden bulamayız. Niçin yazdığımız, niçin başka bir şekilde değil de o şekilde yazdığımız sorusuna bir cevap bulamayız. Estetik güzel değeri, etik iyi değerini de içerir. Bunlar arasında bir çelişki yoktur. İyilik değerinden yoksun bir güzel değeri düşünmek bana zor geliyor. Aynı şekilde umut değeri düşük bir Bence edebiyat, sahih bir zemine kavuşabilmek için, umudu daha çok konuşmalı. Bugün, umudu en çok konuşması gerekenler, ondan uzak bir noktada bulunmayı marifet sayıyor gibiler. Edebiyatın varoluş nedeni, karamsarlığı ve umutsuzluğu ideoloji haline getirmek olmamalı. Yaşama kültürüne, sevgi ve umut kültürüne katkı sunmak, her türlü sanatın amacı olmalı. Edebiyat ve sanat umudu, güzeli ve iyiyi geliştirmek için vardır. “Edebiyat Etiği” başlıklı dememem şöyle bitmişti: “Kızına ve oğluna yazar gibi yaz!” Ancak bu derin sorumluluğu hissettiğimizde, kendimizi, kendimize ait bir dünyada hisseder ve bu dünyaya ilişkin bir sorumluluk duymaya başlarız. Yazı o zaman bizim yazımız, dünya o zaman bizim dünyamız olmaya başlar. Yazar, umudu gören kişidir.
Değişim ve sabitlik hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyiz? Bu noktada değişmez bir metin, bilinç, sanat ve felsefeye nasıl ulaşacağız, bunu nasıl oluşturacağız.
Sabit ve değişkeni, Mevlâna pergel metaforuyla çok güzel açıklar: Bir ayağı sabit, bir ayağı bütün dünyayı dolaşmakta. Hayatı ve düşünceyi sabit ve değişmez görmek, her şeyi bir öz haline getirmek, evini yediği yemeklerin çöpleriyle dolduran kişilerin işine benzer. Bir müddet sonra orada kendisine yaşayacak bir yer bulamaz. Sabit ve değişken arasında yorum vardır. Bu denge kurulursa saat tıkır tıkır çalışmaya başlar. Neyin sabit neyin değişken olduğunu iyi bilmek gerekir. En büyük tehlike, sabitleri çoğaltmak, değişken olanları bile bir müddet sonra sabit haline getirmektir. Bilirsiniz, mitolojide bir kahraman vardır, elinin değdiği her şey altın olur. Ama ona altın değil, ekmek de lazımdır, su da. Sabitleştirme merakı, gereksiz ve rahatsız edici bir durumdur. Varoluş kültürünün önündeki en büyük engellerden biridir. Yaşama kültürünü yıkan kötü bir alışkanlıktır. Her bilinç, kendi zamanının sesini işitmeli, onun havasını koklamalıdır. Ama bunu kökleri toprakta, yani “sabit olanda” olarak yapabilmelidir. Sabit olan nedir? “Ana Metin”dir. Bunun dışında bütün yorumlar değişken ve eleştiriye tabidir.
Felsefenin yalnızca teorik bir şekilde ortaya çıkmadığını herhangi bir sanat eserinde; bir şiirde ya da görsel sanatlarda da kendini gösterebildiğini vurguluyorsunuz. Edebiyat hangi yönüyle “felsefeyi” daha çok barındırıyor?
Her sanat ve edebiyat eserinin, felsefi bir temelinin olduğunu, olabileceğini düşünüyorum.
Bu ilgiyi kurabiliriz. Bu ilgiyi “çevrilebilirlik” kavramı ile dile getirmeyi seviyorum. Çevrilebilirlik, burada, iki dil arasındaki çeviriyi değil, türler arasındaki çeviriyi ifade ediyor. İnsanın duygu ve düşünceleri, eylemleri bir değer zemininde ortaya çıkıyor. Bir değer taşıyor. İyi diyoruz, kötü diyoruz, erdem diyoruz, hakikat diyoruz, bilim ve teknoloji diyoruz, hak ve adalet diyoruz… Bütün bu kavramlar çerçevesinde, sanatta felsefi bir derinliğin olabileceğini düşünmek gerekir. Bunu şöyle ifade edebiliriz. (1) Sanat, gündelik hayatı, varoluşu anlatır. Her pratik edimin teorik bir zemini vardır, bulunabilir. (2) Edebiyat ve sanatın konusu, felsefi değer taşır. (3) İmgeler ve metaforlar felsefi açıdan yorumlanabilir. (4) Sanat ve edebiyat eserlerinde tipler ve karakterler vardır; onlar belirli görüşlerin, belirli tutumların, belirli kavramların temsilcileri gibidir. Kierkegaard’un felsefesinde bu ilgiyi kurabiliriz: Don Juan, estetik varoluş alanının temsilcisidir. Hz. İbrahim, “birey”in temsilcisidir. Agamemnon, etik alanın temsilcisidir. Camus’de Sisyphos, absürdün temsilcisidir. Bunun gibi karakterleri, tipleri, imgeleri kavramsallaştırmak, kavramsal bir çerçevede ele almak mümkündür. Felsefe bir yönüyle pratikten soyutlanarak oluşturulan kuramsal bir yapıdır. Bu suyun katılaşması ve buz haline gelmesi gibi bir şeydir. İsterseniz onu yeniden sıvı haline dönüştürebilirsiniz. Ben teoriyi pratiğin katılaşmış hali olarak görme eğilimi içindeyim. Varolan kişi, hem yaşıyor, hem felsefe yapıyor. Bence edebiyatı ve felsefeyi bir araya getiren bu sıcak zemin, varoluş. Teori de, pratik de, felsefe de, edebiyat da orada çözünüyor, orada sahneye çıkıyor, orada yaşamaya başlıyor.
Hocam yazılarınıza baktığımız zaman felsefeden edebiyata, edebiyattan felsefeye doğru karşılıklı bir yönelimin olduğunu görüyoruz, son kitabınızın ismi de Felsefeden Edebiyata. Bu durumu sözcüklerin felsefeye olan kardeşliği ile mi açıklayabiliriz?
Hem felsefe, hem de edebiyat sözcüklerle kuruluyor. Resmin malzemesi nasıl boya, heykelin malzemesi nasıl mermer ya da bir başka materyal, müziğin malzemesi nasıl ki ses ise edebiyat ve felsefenin de yapı taşları, edebiyat ve felsefenin de sözcüklerdir. Her ikisi de sözcükleri kullandığı halde biri edebiyat biri felsefe olur. Biri şiir biri roman olur. Biri öykü biri deneme olur. Şuraya gelmek istiyorum: Felsefe ve edebiyat, benzerlikleri olmasına karşın, farklı alanlar. Farklı tarzları, faklı yöntemleri, farklı ifade biçimleri var. Felsefe edebiyat değil, edebiyat da felsefe değil. Ama bu, onların birbirinden tümüyle ayrışmış olduğu anlamına da gelmiyor; felsefede edebiyat, edebiyatta da felsefe bulunabiliyor. Bu iki alanın birbirine yaklaştığı, iç içe geçtiği, sınırlarının belirsizleştiği noktalar var. Bu noktalarda edebiyat eseri, roman ve şiir felsefi nitelikte ortaya çıkıyor, felsefe eseri edebi bir değer taşıyor. Bunu en çok çağdaş felsefe akımlarından varoluşçulukta görmekteyiz. Zaman zaman, felsefe ve edebiyat bir sentez oluşturabiliyor. Bunun nedeni, hem edebiyatın, hem de felsefenin sınırlarının nereye kadar gittiğinin tam olarak tespit edilememesi. Felsefe bilim, sanat ve ilahiyat arasında bir yerde bulunuyor. Bir filozofta bilime yakın duruyor, bir filozofta ilahiyata yakın duruyor, bir başkasında edebiyata ve sanata yakın bir noktada bulunuyor. Edebiyatın ve felsefenin birbirine yaklaştığı alanlar, beni cezp ediyor. Bunun edebiyat için de, felsefe için de bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Bunun kültürümüz açısından da bir anlamı var; o da şu: Bizde, Batılı anlamda bir felsefe geleneği oluşmamış. Ama bu bizim düşünmediğimiz, felsefi değerde görüşlerimizin olmadığı anlamına gelmiyor. Biz düşüncelerimizi, fikirlerimizi, sorgulamalarımızı, Batılı anlamada kavramsal bir yapı ve tarz içinde değil, daha çok edebiyat eserleri vasıtasıyla, hatta sözlü gelenek unsurlarıyla yapmışız. Bu birikimin felsefi açıdan değerlendirilebileceğini, edebiyatımızdaki ve sözlü gelenek unsurlarımızdaki felsefi rezervin, felsefe diline çevrilebileceğini, felsefi olarak da ifade edilebileceğini düşünüyorum.
Sözcüklerle olan kardeşliğinizden bahsetmişken hocam 1997 de başlayan bir dergicilik maceranız var, biraz da bundan bahsedebilir miyiz? Hazan, Seyir ve Beyaz Gemi, hepsi de Van’da çıkan dergiler. Konya’dan çıkan bir dergi olarak, mekânsal olarak, taşradan çıkmanın zorluklarını bilen bir kişiyim. Ama ben bu zorluklar üzerinde durmak istemiyorum hocam. Bu dergilerin sizin hayatınıza yansımasını merak ediyorum.
Dergicilik, bir tutku, bir eğitim, bir kültür. İnsanı yetiştiren, geliştiren ve eğiten bir uğraş. Bunu siz de dergi çıkaran biri olarak hissediyorsunuzdur. 1997 Yılında Van’da başta Müştehir Karakaya dostum olmak üzere, bir grup arkadaşla Seyir’i çıkardık. Ancak 12 sayı sürebildi. Benim Ankara’ya taşınmamla birlikte Seyir’in yayın hayatı sona erdi. Onunla evrensel bir duyarlık ortaya koyabildiğimizi düşünüyorum. Dönemin teknik ve maddi imkanlarının kısıtlılığın 2008 yılından itibaren de Beyaz Gemi’yi çıkarmaya başladık. O da büyük Van depremine kadar, 28 sayı sürebildi. Onda da belirli bir kalite vardı. Seyir’den ve Beyaz Gemi’den önce de daha çok Müştehir Beyin çabalarıyla çıkan Hazan dergisi vardı. Bugün bakıyorum da, 48 sayı Hazan, 12 sayı Seyir, 28 sayı Beyaz Gemi olmak üzere toplam 88 sayılık bir birikim olmuş. Bu birikim, özellikle Van’daki edebiyat ve sanat ortamına önemli katkılar sunduğunu düşünüyorum. Kültürün kolay kolay yok olmayacağı düşünülürse, bundan sonra da bu katkının b,r şekilde devam edebileceğini umut ediyorum. Bugün, o ortamda bulunmuş, o halkanın içinde yer almış genç arkadaşlarla karşılaşmak, beni mutlu ediyor.
Dergiler, zaman zaman bir fakülte gibi çalışır, zaman zaman bir fakültenin yapamayacağını yaparlar. Gençler burada bir ortam içinde olmayı, okumayı, sormayı, soruşturmayı ve ifade etmeyi öğrenirler; bu yönde bir yeti kazanırlar. Geleneksel düşünce ve sanat ortamımıza baktığımızda, edebiyat, sanat ve düşünce dergilerinin merkezi bir konumda olduklarını görüyoruz. Fikir ve düşünce hareketleri, edebiyat ve sanat anlayışları, belirli dergilerin etrafında şekillenmiş ve ortaya çıkmış. Dergi, bir fikir kardeşliği oluşturuyor, bir duygudaşlık oluşturuyor, bir yazı ve gönül kardeşliği oluşturuyor. Bu böyle olmuş, bundan sonra da böyle olacak gibi görünüyor. Bizim Van’daki çalışmalarımız da böyleydi.
Seyir dergisi ile birlikte seyir yayınlarından 1998 yılında çıkan üç tanede kitabınız var: Sanat Yazıları, Düşünmek Özgürlüğü (deneme) ve Ay Çekimi (şiir). Dergilerin sizi beslediğini görüyoruz, fakat benim asıl dikkatimi çeken şey şiir yazmanızdı. Öncelikli olarak hala şiir yazıyor musunuz, Ay Çekimi’yle kaldı mı, yoksa şiir zamanı gelmedi mi, hangisini kabul ederseniz? Zira şiir sıkı takip ve süreklilik isteyen bir alan.
Seyir Yayınlarından beş adet kitap çıkarabildik. Üçü bahsettiğiniz “kitapçık”lar. O zaman elimde yayınlayabileceğim başka çalışmalar da vardı, daha iyi bir yayını hayal ederek onları erteledim. Ama daha sonra yayınlamadım, yayınlayamadım. Bugün geriye dönüp baktığımda, yayınladıklarım için, “İyi ki yayınlamışım!”, yayınlamadıklarım için ise “Keşke yayınlasaydım!” diyorum. Üç yayının ikisi, Sanat Yazıları ve Düşünmek Özgürlüğü denemelerden oluşuyor. Ay Çekimi ise şiirlerimden bir seçki. Yazan kişiler, yayınlamayı da bilmeli. Yayın yapmanın yazıyı açan, geliştiren ve görünüşe çıkaran bir özelliği var. Yayın, yazıyı sosyalleştiriyor, ona bir kişilik kazandırıyor. Belki en önemlisi de yazara, “Bundan sonra ne yapmalıyım?” sorusunu sorduruyor. Yüklerinden kurtulmuş oluyor bir bakıma, hafiflemiş ve dinlenmiş oluyor. Yeni bir yol arayışı içine girmiş oluyor. Bunun nasıl, ne şekilde ve nereden olduğu, ne kadar satıldığı ve ne kadar okunduğu o kadar önemli değil. 50 adet de olsa, 100 adet de olsa, bunu yapmalı. Önemli olan bizzat yayının yapılmış olması. Zira yazı sadece kendi zamanına hitap etmez, asıl gelecek zamana seslenir, gelecek zamanla sınanır.
Şiir en eski tutkularımdan birisi. Uzun süre birlikte yaşadım onunla. Şiirle baktım, şiirle düşündüm, şiirler yaşadım, şiirle hissettim. Epeyce şiir denemem oldu. Bazılarını Kırağı, Yedi İklim, Seyir, Beyaz Gemi gibi dergilerde yayınladım. Şu ya da bu yönde, şiirlerim üzerinde bir değerlendirmede bulunamam. Ancak şunu söyleyebilirim: “Şiir beni mutlu eden, bana umut veren bir şeydi.” Bugün bakıyorum da Ay Çekimi’nden bu yana 15 yıl geçmiş. Uzun bir süre. Yeni bir kitap için ne söyleyebilirim? Düşten Sonra’nın zamanı gelmiş geçmiş bile.
Felsefeden Edebiyata başlığını taşıyan ve bu yıl Hece yayınlarından çıkan kitabınızda, “Türkçede şiirin Yüklemi sorunu” diye bir yazınız var. Bu yazıda iki poetik eğilimden bahsediyorsunuz. Konuyu biraz açabilir misiniz?
“Türkçede Şiirin Yüklemi Sorunu”, Türkçenin şiir felsefesine ilişkin bir yazı. Söyleme ve inşa etme, Türkçenin şiir felsefesini de oluşturmuş. Şiir söyleyenler halk edebiyatı tarzı şiiri, inşa tarzı da divan edebiyatı tarzı şiiri oluşturmuş. İlkinde zanaat, ikincisinde ise sanat kaygısı öne çıkmış. İnşa olarak şiir, felsefe olarak, modern sanat felsefesine yakın bir noktada. Sanat olma bilinci içinde, bunu amaçlıyor, bu yönde bir iddiası var. Bu yaklaşımda, sanatın ve şiirin amacı “estetik”tir; “güzel”in sanatsal değerinin dışında bir amacı yoktur. Söyleme biçimi olarak şiirde ise, geleneksel bir hikmet tarzı öne çıkar. Burada sözün bir işe yaraması, eğitici ve terbiye edici bir şekilde öne çıkması, sorun çözmesi önemsenir. Yunus’un şiirlerine baktığımızda şöyle dediğini görebiliriz: “Söz ola kese savaşı söz ola kestire başı / Söz ola ağulu aşı yağ ile bal ide bir söz”. Burada söz, sadece estetik bir nesne değildir artık, işe yarayan, işlevi olan, eğitici ve yol gösterici bir ilkedir.
Bu iki poetik tutumun ayrıldığı noktalardan biri de “ilham”dır. Söyleme biçimi olarak şiir, ilhama ve içe doğuşa dayandığını iddia eder. Şair, “Ben içime doğanı söylüyorum, ben ilhamın elçisiyim.” der. “Ben söylemiyorum, içimdeki ses söylüyor.” der. Bu iç sese kutsal bir anlam da yüklenebilir. Sokrates, konuşanın kendisi olmadığını, içinde bir meleğin sesinin olduğunu söylüyordu. Şairler de öteden beri bu iç sesi öne çıkarmışlardır. Batı dillerinde, ilhamın “vahiy” gibi bir anlamı da vardır. Hatta bizde de, “ilhan olundu” dediğimiz zaman, bir anlamın, bir mesajın ilahi bir işaretle içimize konulduğundan söz etmiş oluruz. Böylece ilhamın ilahi ve metafizik bir kökeninin olduğunu da söylemek isteriz. Şiirlerini ilhamla oluşturan şairler de, sözün asıl sahibinin kendileri değil, adeta aracısı olduklarını söylerler. “Söyleyene değil, söyletene bak!” derler, “Söyleten söyletiyor” derler. Yunus da şiirlerinde, sık sık sözün kendisinden olmadığını, kendisinden kaynaklanmadığını, aşkın bir kaynaktan geldiğini ifade eder. “Miskin Yunus bu sözi kendüzinden eyitmez / Hak çalab viribidi sabuk lisanumuza” der. Bu şiir tarzında, sanat ve zanaat, iyi ve güzel, güzel ve yararlı birbirinden ayrılmış olmadığı için, sanatsal bilinç önde değildir. Söz bir sanat olmaktan ziyade bir “hikmet” olarak, “işlevsel” bir değer olarak ortaya çıkar. Bu, onun zanaat tarafını oluşturur. Modern şiirde ve sanatta ise sonuna kadar sanat olma iddiası vardır. Bu nedenle o kendini pratik bir yararla tanımlamaz, böyle bir amaçla sınırlamaz. Zanaat değil, sanat yönüyle ortaya çıkmak ister. Bu nedenle sanatçı, kaynağı belirsiz bir ilhamın aracısı olarak değil, tümüyle sözün öznesi olarak kendini ortaya koyar. Bu a ona, “şiiri yapan, şiiri inşa eden kişi” unvanını kazandırır. Bu şiirsel yapıda rastlantısal ve kaynağı belirsiz söyleyişlere yer yoktur. Şair, şiirini bilincin aydınlığında kuran kişidir; böyle bir iddia ile ortaya çıkar. Çağdaş şiirin, bu yönde bir gelişim gösterdiğini ve göstermekte olduğunu söyleyebiliriz. Şair kendisini estetik bir nesne yapan bir kişi olarak görür. Malzemesi ise kelimelerdir. Onlardan nasıl bir şiir yapacağı, nasıl estetik bir yapı ortaya koyacağı, ilhamın fısıltısına değil, tümüyle kendi ustalığına kalmıştır.
Sayın Hocam, söyleşimizin sonuna geldik, ama sözün sonuna gelmedik. Eklemek istediğiniz başka hususlar var mı?
Tabii, konular geniş, sorular ve sorunlar sınırsız. Pek çok soru sorulabilir, farklı cevaplar verilebilir. Edebiyat ve felsefe, sözü gezmeye çıkarmaktır aslında, söz üzerinde yürümektir. Sözü sevmektir, söylemeyi sevmektir, söyleşmeyi sevmektir. Edebiyat ve felsefe, söylemek isteyenlerin, söyleme arzusu güdenlerin, söylemede bir tat ve güzellik bulanların, söylemede bir umut ve gelecek görenlerin mesleğidir. Şimdi isterseniz sözü tadında bırakalım ve bu söyleşmek üzere yeni bir randevumuz olsun.