Fatih Özkafa – Sürgünde Yaşamak
- Şehirlerin Kaderi
Bazı şehirlerin birdenbire büyümesinin, çok sayıda küçük yerleşim birimindeki nüfusun hızla azalmasına yol açtığı, bilinen bir gerçektir. Büyük denizde boğulmak isteyenler, kendi yağıyla kavrulmak isteyenlere galebe çalınca, aldığı haddinden fazla göç neticesinde büyük şehir yaşanmaz hâle gelirken, kaybettiği kalifiye elemanlar sebebiyle küçük şehir de zamanla cazibesini yitirir. Bu fâsit daire böylece devam edip gider. Ancak kendini büyük şehrin kucağına atan herkes umduğunu bulamayabilir. Doğduğu yerin imkânlarını kıt bulduğu için bütün gemileri yakıp gidenlerin çoğu daha iyi hayat standartlarına kavuşacaklarını zannettikleri hâlde daha sefil bir hayat sürerken, gidemediği için bağrına taş basanlar belki de, hayaliyle avundukları büyük şehrin kendilerine sunabileceği hayat şartlarına nispetle daha büyük bir rahatlığa sahiptirler.
Sözkonusu mesele, merkez-taşra veya metropol-periferi ilişkileri adı altında sayısız tartışmaya esas teşkil etmiş olan köklü bir meseledir. Merkeze kıyasla az gelişmiş bölgelerin yıllardır ihmal edildiği, unutulduğu, kendi kaderlerine terk edildiği veya merkezdekiler tarafından sömürüldüğü iddiaları her fırsatta ileri sürülmüştür. Sırf bu iddiaları sıkça dillendirerek siyasi birer statüye kavuşmuş olan insanlar bile çıkmıştır. Maamafih onların ne kadar samimi olduğu su götüren veryansınlarına aldanıp da ileride iyi şeyler olacağına dair ümit besleyen geri kalmış bölge sakinleri hiçbir zaman eksik olmamıştır. Taşrada gidişatın asla değişmeyeceğini kavradıkları andan itibaren fırsatını kollayıp soluğu merkezde aldıktan sonra kayda değer bir statü elde etmeyi başaranlar ise başlangıçta bir müddet, büyük şehirdeki yeni muhitlerine ayak uydurmakla ayak diremek arasında bocalamışlarsa da çok geçmeden raconu kavramışlardır. Yani bundan böyle, memleketinde kalmaya hâlâ devam edenlere acıyacak ve onları kendi kaderlerine terk edeceklerdir.
Geride kalanların bu ezilmişlik duygusuna karşı psikolojik tepkileri “bakın, biz de pekâlâ sizin yaptıklarınızı yapabiliyor; sizin gibi yaşayabiliyoruz” demeye çalışmak olacaktır. Bunun neticesinde de hilkat garibesi taşra şehirleri ve özentili, kompleksli insan tipleri zuhûr edecektir. Hele hele parası fazla olanlardaki israf tutkusu ve gösteriş merakı büyük şehirdekileri bile sollayacak mikyasa ulaşacaktır. Naifliğin yerini benbilirimcilik, asâletin yerini soysuzluk, tabiîliğin yerini yapmacıklık, samimiyetin yerini nezâket budalalığı alacaktır. Aksi takdirde, esasen sürgün yeri sayılan bir memlekette koca bir ömür nasıl geçirilecektir?
Halbuki taşranın, kırsalın (country) güzelliğinden, kendi özünü muhafaza ettiği ölçüde bahsedilebilir. Metropoldeki gökdelenlerin kötü taklitleri taşra şehirlerinde de yükselmeye başladığı, yurdun dörtbir yanında metropol lehçesinin konuşulmasına özen gösterildiği, onlar gibi giyinilip kuşanılmaya yeltenildiği anda taşra gerçek zenginliğini kaybetmiş ve aslını inkâr etmiş demektir.
- Mahallenin Politikacısı
Kapasite kifâyetsizliği sebebiyle belli bir yaşa gelinceye kadar hayatta kendisine prestijli bir rol bulamamış olan zevâttan bazıları, çareyi politikacılık oynamakta ararlar. Alıştığı muhitin dışına çıkacak kadar büyük düşünemeyen bu nevi periferi politikacı adayının en büyük ideali, sınırlı müddetle de olsa koltuklarını kabartacak bir koltuğu kapmaktır. Aslında “ideal” gibi nispeten ulvî bir kelimeyi onları vasıflandırırken heba etmek pek de uygun düşmese gerektir. Bahis konusu virüse bir şekilde yakalanmış olan bu zavallıların hedeflerine ulaşabilmeleri için rayiç eşhastan birileriyle yanyana görünmeleri şarttır. Fakat bu iş o kadar kolay değildir. Bu yolda öpülmesi gereken pek çok etek vardır. Gerekli bütün kapılar çalındıktan, bağlılık imtihanları bir bir atlatıldıktan; üçe beşe bakılmaksızın elde avuçta ne varsa saçılıp döküldükten sonradır ki; söz sahibi gürûhun gözüne girmek başarılabilir.
Siyaseti, manevi mes’uliyeti son derece ağır bir icraat müessesesi olarak değil de egolarını tatmin için bir vasıta olarak algılayan düşük profilli bu haytalardan, kazara önemli bir makama terfi edenler olduğu takdirde, değil beynelmilel projeler, mahallî çapta kayda değer hizmetler bile beklemek abestir. Böylelerinden memleket nâmına büyük hamleler beklenmesi, bekleyenin aklından zoru olduğuna işaret eder. Yerleşim mahalli küçüldükçe, benzer evsaftaki insan yoğunluğu artar ve bunların küçük hesapları yüzünden küçük şehirler giderek gerilemeye mahkûm olur.
- Mahallenin Sanatçısı
Bazı filozofların sanatı taklitten ibaret olarak telâkki ettiklerini cümle âlem bilir. Buna göre, sanatçı addedilen insanlar esasında mukallitten öte bir vasfa sahip değillerdir. Peki ya küçük şehirde “sanatını icra edenler”e ne demeli? Bu “sanat erbabı” arasında, gözünü merkezdekilere odaklayanlar olduğu gibi, merkezdekilerle hiçbir münasebeti olmayanlara da rastlamak mümkündür. Birinci kategoridekiler merkezle olan irtibatı koparmayan ve gücü elverdiğince oradaki “üstad-ı a’zam” bildiklerini taklit etmeye çalışanlardır. Yani bunlar aslında, yukarıda zikredilen görüş fehvasınca mukallit bile değil; belki mukallitlerin taklitçisidirler. Bununla birlikte, kabiliyet ve gayretleri nispetince kendi muhitlerinde bir mevki edinirler. İkinci kategoridekilerin hadd-i zatında i’râbda mahâlleri yoksa da kendi kendilerine gelin güveyilik taslayarak avunurlar.
Merkezin göbeğine taht kurmuş olan dinozor sanatçılardan kahir ekseriyeti, kendilerini sanatın mebde’ ve gâyesi gördükleri için taşradakilerin neler yaptıklarıyla ilgilenmek şöyle dursun, merkezdeki meslektaşlarının âsârını bile istihfaf nazarıyla seyrederler. Hâl böyleyken, ortaya çıkardığı üç beş şaklabanca “yapıt” ile sanatta yepyeni bir çığır açtığını iddia edecek raddeye gelmiş birtakım zavallı taşra zanaatkârı için zannederim söyleyecek söz yoktur!
- Mahallenin Medyası
Mahallî “basın ve yayın organları”nın pek çoğu, ülke çapında yayın yapan büyük kuruluşların programlarını pek amatörce ve bir o kadar da komik vaziyette taklit etmeyi en büyük marifet addeden kadroların güdümündedir. Bunların düştükleri içler acısı durumdan şikâyetçi olan bir Allah kulunun bulunmayışı ise garâbeti daha katmerli hâle ircâ eylemektedir. Herhangi bir mahallî televizyonun lüzûmsuz (mâlâyanî) bir programına çıktığı için meşhur olduğunu zannedenlere bile sıkça rastlanabilmektedir. Ya o televizyonlarda spikerlik, program yapımcılığı gibi “âlî vazifeler” üstlenenlerin kasım kasım kasılarak etrafta boy göstermelerine ne denebilir? Fakat bundan daha ilginç olanı, onları sokakta gören alelâde vatandaşın, ünlü bir simayı canlı olarak müşahede etmekten duyduğu tarif edilmez iftihardır.
Bütün bu tuhaflıklar silsilesinin birbirine ulanarak devam etmesinin en büyük sebebi, pek tabiîdir ki; bu “iletişim organları”nın zamanla bölgede ciddi bir siyasi ve ekonomik rant elde etmesidir. Dolayısıyla, herkes hâlinden memnun olduğu için fazla masrafa girip de profesyonel takılmaya ihtiyaç yoktur. Kervan nasıl olsa yürümektedir ve işin erbabıymış diye sağdan soldan adam transfer etmek için saçılıp dökülecek para yoktur.
- Mahallenin Bilim Adamı
Gelelim hepimizin medâr-ı iftiharı olan yüksek tahsil müesseselerine… Cümlenin malûmu olduğu gibi; bu değerli müesseseler, seçkin bilim insanlarının yetiştiği ilim ve irfan yuvalarıdır. Öğrencisinden akademisyenine kadar her mensûbunun gecelerini gündüze katıp dirsek çürüttüğü ve her gün yeni bir buluşla sabahladığı bu kutsal merkezler geleceğimizin teminatıdır. Bugün ülkemizde artık birkaç dünya lisanını ana dili gibi konuşmayan akademisyen yok gibidir!…
Büyük şehirlerimizde en az beş, diğer şehirlerimizde en az iki, köy ve kasabalarımızda ise hiç olmazsa bir üniversite açılması maarif erbabının en büyük emellerindendir. Böylelikle hiçbir vatan evladı, yüksek tahsil için ana kucağını terk etmek mecburiyetinde kalmayacaktır. Çünkü köklü üniversitelerle yeni kurulanlar arasında teknolojik altyapı, akademik kadro kalitesi ve kütüphane, laboratuar vb. imkânlar bakımından hiçbir fark kalmamıştır. Hattâ öyle ki; meşhur üniversitelerimizin birçok değerli öğretim üyesi, taşraya nakil için mücadele vermektedir!
Bugün gelinen noktada, “asistan olan bir kişi, eninde sonunda profesör de olur” zihniyeti geçerliliğini kaybetmiştir. Üniversiteler kalitenin, bilimsel ciddiyetin adresi haline gelmiştir. Öğretim elemanlarımızın maaşları, bir zamanlar yapıldığı gibi istihza edercesine vasıfsız işçilerin maaşları ile kıyaslanmamakta; aksine, bazıları nerdeyse maaşların fazlalığından dert yanmaktadır. Bu yüzden hiçbir hoca, sadece intihâl ve iktibaslardan mürekkep olan kitabını öğrencilere zorla satarak ek kazanç elde etme seviyesizliğine tenezzül etmemektedir. Akademik kadronun mesai saatlerini ciddiye almadığı günler de çoktaan geride kalmıştır. Dersi olsun olmasın, herkes haftanın her günü okulunda, vazifesinin başındadır. Dışarıda, ekonomik getirisi daha yüksek işlerin peşinde koşturan kimseye rastlamak mümkün değildir.
Netice itibarıyla, eğer bu pek yüksek müesseselerimizin vasfedilen ahvâli, yüzünüzde hâlâ bir tebessüm zuhûruna vesîle olmadıysa, bu yazıyı kaleme alan fakîrin nasıl Nasreddin Hoca ahfâdından olduğuna taaccüp etmek lâzımdır vesselâm.