Fatma Akkubak – Ayna
-gregor samsa ve josef k.’ya rastlanabilir-
Bay k. bir sabah korkulu düşlerinden uyandığında, kendini yatağında bir insan olarak buldu. Dün gece uyumadan önce bıraktığı gibiydi tıpkı. Aynı insandı. Aynı yüzdü. Aynı adamdı. Değişen hiçbir şey yoktu.
Yine her sabah olduğu gibi 7.30 da çaldı telefonunun alarmı. Karşılıklı iki ayna gibi birbirinin içinde çoğalan ve tekrarlanan bir öncekinin aynısı günlerden birine uyandı. Hangisine uyandığının bir önemi yoktu.
Günler, karşılıklı iki ayna gibi. Sonsuz ve mutsuz. Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi. Birbirinin aynısı tıpkısı bu günler sanki hiç tükenmeyecekmiş gibi. Sonsuzluk hissi öyle korkunçtu ki. Biri gelip kırsın artık aynalardan birini. Sonu olmayan her şey acı vericiydi. Sayılar gibi, uzay gibi ve yaşamak gibi. Evet, yaşamakta sonsuzdu. Ölmek yetmiyordu. Ama bay k. bunları düşünmezdi. O kadar düşünmezdi ki, sanki yoktu.
Önündeki sonsuz günlerden birine uyanan k. uykulu gözlerle banyoya gitti. Elini yüzünü yıkarken, banyonun aynasında kendiyle karşılaştı. Islak yüzüne baktı. Yanağından çenesine doğru yürüyen su damlalarından birine takıldı gözü. İçinde tekinsiz bir korkuyla bakışlarını kaçırdı aynadan. Sanki yüzü o küçük su damlalarından birine karışıp lavabonun giderinden akacakmış gibi. Bu düşünceyi aklından kovmaya çalıştı ve üstünü giyinmeye gitti. Gardırobun büyük boy aynasında takım elbiseli, kravatlı memur hali duruyordu.
Kahvaltısını ederken önünde duran kaşıkta yüzünün aksini gördü. Yemek yerken ağzının aldığı şekli izledi bir süre. Kolundaki saatine baktı. Geç kaldığını fark etti. Lokmalarını acelece bitirip çayının son yudumunu içti. Tam kapıdan çıkmışken sanki bir şey unutmuş ve son anda aklına gelmiş gibi geri döndü. Vestiyerin aynasına baktı kapıdan. Ayaklarında ayakkabıları, içeri giremedi. Aynaya baktı. Aynadaki bıkkın ve yorgun suratına. Daha doğrusu suratsızlığına. Daha fazla bakmak istedi. Ama otobüsü kaçıracaktı neredeyse. Acele etmeliydi. Aynaya bakmanın sırası değildi. Çabucak kapıyı örttü. Merdivenleri üçer beşer atlayıp dışarı çıktı. Bu otobüsü kaçırırsa işe geç kalacaktı. Yine şeften azar yiyecekti. Adımlarını hızlandırdı. Tam köşeyi dönüp durağı görmüştü ki, otobüs son yolcusunu da alıp hareket etti. Peşinden koştu ama yetişemedi. Otobüsün arka camında kalan yüzünün belli belirsiz yansıması gittikçe ufalarak ve hızlanarak ondan uzaklaştı. Nefes nefese kalmıştı. Durağa geri döndü. Ayaklarının dibinde gece yağan yağmurun oluşturduğu su birikintisi. Bulanık ve çamurlu sudaki hareketli yansımasına baktı. Yüzü bu kirli su birikintisine düşüp de boğulacak diye korktu. Gözlerini kaçırdı.
Böyle olur olmaz korkular düşerdi aklına kimi zaman. Küçük, asılsız, tekinsiz, saçma korkular. İçini tarifsiz bir keder kaplardı. Kimseye söyleyemezdi bu korkularını. Nasıl söylesin ki? İnsanlar deli olduğunu düşünürlerdi. Aslında kendi de biliyordu bu korkuların gerçek dışı olduğunu. Ama yine de engel olamıyordu. Hayatı boyunca, çocukluğundan beri, kendini bildi bileli içini kaplayan o kadim duygu: korku.
Belki de ona öğretilen tek şey korkmak olduğu için böyle biri olmuştu. Çocukluğundan beri mütemadiyen bu duygu öğretilmemiş miydi ona? Önce annesi babasından korkması gerektiğini öğretmişti. Evde otorite oydu çünkü. Onun dediği olurdu. O emir verirdi, diğerleri de uygulardı. Okulda öğretmenden korkmak öğretilmişti. Sonra her yaz gittiği camideki hoca Allah’tan korkması gerektiğini öğretmişti, toplum devletten korkmayı. Hayatı boyunca kalbine aşılanan bu korkular zamanla bir bütün olmuş, büyümüş ve hayatının başrolüne oturmuştu. Her bakışı çekingen, her adımı tedirgin, ruhu ürkek.
Bay k. ortalama bir adamdı. Gündelik dertleri, sıradan kabulleri, basit arzuları vardı. Ve böyle adamlar hep sıkıcı işlerde çalışırlardı. Sıkıcı bir işi vardı. O bir memurdu. Bütün gün masa başında oturuyordu. Onlarca yüz görüyordu bütün gün, onlarca insanla konuşuyordu. Evraklarla, dilekçelerle, prosedürlerle uğraşıyordu. O bir memurdu. Ve memur olmak, devlete sırtını dayamak, sigortalı olmak, garantide olmak demekti. Devlet bulaştığı için işin içine sıkıcı, asık suratlı, çatık kaşlı olmak demekti. Saatinde otobüse binmek, kravat takmak, kurallara uymak demekti. O bir memurdu. Devletin kulu.
Her sabah o devlet dairesinden içeri adımını atarken, aslında bir hapse girdiğini fark etmiyordu. Çünkü bir hapisten çıkıp bir diğerine giriyordu. Evden çıkıp otobüse, otobüsten daireye… Bu önündeki sonsuz günlerin parçası sonsuz bir döngüydü. Aslında hangisine girdiğinin bir önemi yoktu. Çünkü zaten bütün bu hapisler, asıl ve büyük başka bir hapsin içindeydiler. Matruşka gibi. İç içe geçmiş ve sonsuz.
Otoriteyle kuruduğu ilişki hep korku üzerine temellendirilmiş. Babasıyla, devletle, Allah’la. Üçünün de zihnindeki karşılığı aynı. Çatık kaşlı, emir veren, öfkeli. Üçünden de korkuyor. Üçü de tepede yüksekte bir yerde kaşlarını çatmış onu izliyor. Yakaladıkları en ufak bir hatada hak ettiği şekilde cezalandıracaklar, biliyor. Otoritenin ondaki en kuvvetli karşılığı baba figürü. Belki de bu yüzden, baba ile otorite arasındaki sıkı ilişkiden dolayı, insanlar devlete ‘devlet baba’, Allah’a ‘Allah baba’ diyorlar. Sorun ‘baba’da o zaman. Zihnimizdeki, bilinçaltımıza kazınan baba figüründe mi sorun? Freud haklı olabilir mi? Her erkek, çocukluğunun ilk yıllarından beri oedipus kompleksinden mütevelli o kadim hisle ‘baba’nın gelip çükünü kesmesinden korkarak yaşıyor belki de.
Sabahları otobüse binmek aynaya bakmaya benzerdi. Banyonun aynasına bakar gibi. Yatak odasındaki büyük boy aynasına bakar gibi. Her sabah gözüne takılan istemsizce baktığı o vestiyerin aynasına bakar gibi.
İşe gitmek için bindiği halk otobüsünde kalabalığın arasında zar zor ilerlerken aynadaki aksine benzeyen yüzler görürdü. Şu genç öğretmen ne kadar da benziyordu kendine. Her sabah aynada gördüğü o bezmiş surat onun ki de işte. Yıllardır her sabah bıkmadan usanmadan tıraşolan surat. Ya şu okula giden genç kız. Onun yüzünde de yaşından büyük çizgiler yok muydu? Aynada gördüğü o vaktinden çok önce yaşlanmış surat, bu kızın yüzünde değil miydi şimdi? Şu fabrikada çalışan kadın, Allah’ım bu uykulu gözler kendinindi. Bu gözleri daha bu sabah aynada gördüğüne yemin edebilirdi.
Yoksa…
yoksa suratımı mı çaldı bu insanlar?
İçini tarifsiz bir korku ve keder kapladı. Olabilir miydi? İfadelerini, bakışlarını, hatlarını, yorgunluğunu, gözaltı torbalarını, yaşlılık çizgilerini, hatta tıraşlı suratını, yüzüne dair ne varsa, aynadaki aksine dair ne varsa, bütün yansımalarını dair ne varsa, yılardır en çok aşina olduğu şeyi, göre göre bütün ayrıntılarını ezberlediği şeyi, artık bakmaktan yorulduğu şeyi, yüzünü, bir otobüs dolusu insan bir olup çalmışlar, sonra da aralarında pay etmişlerdi.
Her sabah baktığı aynalara bakıp da,
çay kaşığının içinde
ya da yerdeki bir su birikintisinde
akşam vakti bir otobüsün camında,
bir boşlukla karşılaşmak,
yüzünü görememek
ihtimali düştü aklına.
Bütün yansımalarında yüzü olmayan bir adam. Kafası, elleri, ayakları var. Gövdesi var. Ama yüzü yok. Bir aynanın karşısına geçip kendisine bakıyor. Önce ayaklarını görüyor. Sonra bacaklarını. Gövdesini, ellerini ve kollarını. Boynunu bir de. Ama yüzü yerinde yok. Kafası orada. Gövdesinin üstünde. Her zaman ki yerinde yine. Yüzü bir boşluk, yokluk. Ağzı, dişleri, çenesi, burnu, alnı, yanakları yok. Gözleri bile. Gözlerinin yokluğunu fark edince nasıl gördüğüne şaşırıyor bir an. Eli yüzüne gidiyor tedirginlikle. Bir boşluğa dokunmaktan, orada bir hiçle karşılaşmaktan korkarak. Eli yüzüne gidiyor. İçinde korku. Parmakları burnuna dokunuyor önce . İçi rahatlıyor. Sonra yüzünde geziyor. İşte burada, yüzü olduğu yerde. Yüzü var ama görüntüsü yok. Kaybetmiş onu. Bir aynada unutmuş. Belki de sabah o su birikintisine düşürmüş bilmeden. Ya da bir gece vakti, o uyurken bu otobüsteki insanlar sinsice girmişler evine. Ne kadar ayna varsa, ne kadar yansıyan yüzey, hepsinden, hatta kaşıklardan, su birikintilerinden, camlardan bile toplayıp görüntüsünü aralarında pay etmişler. Evet, böyle olmuş olmalıydı. Artık kesin kanaat getirdi. Bu otobüsteki insanlar çalmışlardı yüzünü. Birden bütün yüzler, gördüğü bütün yüzler tıpatıp kendisininki oldu. Nereye baksa, ne tarafa dönse kendini görüyordu. Otobüsün içinde ilerlemeye başladı. Kendinin olmayan bir yüz aradı telaşla. Ama nafile, gördüğü her yüz kendinindi. Bir çocuk gördü arka tarafta. Başı önde uyuyordu. Yüzü görünmüyordu. Kalabalığı delip yanına koştu. Kolundan tutup sarstı çocuğu. Çocuğun bıyıkları vardı. O bıyıklar kendi bıyıklarıydı. Küçük bir çocuğun başındaki surat da kendindi. Çocuğun yüzündeki şaşkınlık kendi yüzüne aitti. Kulağının dibinde bir ses. Bir şeyler söylüyor. Bağırıyor hatta. Çocuğun annesi olmalı. Başını çevirdi baktı. Yine kendi yüzü. Ama yüzünde bir başkasının sesi. Bir kadın sesi. Sesimi çalmamışlar bari dedi. Sevindi. Başka sesler de duydu. Ne dediklerini anlamadı. Kafasının içinde bir sürü ses, otobüstekilerin sesine karıştı. Kendi yüzünde kendine yabancı başka sesler. Sesler kulağında yankılandı. Koştu. İnsanlara çarparak koştu. Kalabalığı delerek koştu. Aynalarla dolu bir otobüsteydi sanki. O kadar ki çarptığı insanların yere devrilip kırılmasından korktu. Kapıya yöneldi. Otobüsü durdurup indi. Bir otobüs dolusu insan yüzünü çalmışlardı. Yüzünün aynadaki aksini.
Kendi çalıştığı bina gibi soğuk ve büyük bir devlet dairesine vardı. Bay k. Bir hukuk devletinde yaşıyordu. Ve ortada apaçık bir hırsızlık vardı. O otobüsteki insanların hepsini dava edecekti.
Bir memur başını eğmiş önündeki işlerle uğraşıyordu. Bakar mısınız, dedi, ben bir şikayette bulunacaktım. Buyurun dedi memur, başını kaldırdı. Olamaz, yine aynı yüz. Kendi yüzü. Ama nasıl olur? Hadi otobüsteki insanlar neyse de , koskoca devletin bir çalışanı bu işe nasıl bulaşır. Akıl alır gibi değildi. Kendi gözlerine bakarak, titreyen sesiyle konuşmaya çalıştı: ben bir hırsızlık çetesinden şikayetçi olacaktım, dedi. Memur bir şeyler söyledi ama duymadı. Bu iş gittikçe ciddileşiyordu. Daha üst mevkiden birini bulmalıydı. Koşar adımlarla merdivenleri çıkıp müdürün odasına vardı. Kapıyı çalıp içeri girdi. Ve karşısında yine aynı yüz ona bakıyordu, ne var ne istiyorsun der gibi. O zaman anladı bu işin tahmin ettiğinden çok daha büyük bir hırsızlık olduğunu. Artık yapabileceği bir şey yoktu. Devleti devlete şikayet edemezdi.
Bay k. Korkulu düşlerinden uyandığında otobüs ineceği durağı çoktan geçmişti. İçinden kendi kendine kızarak indi otobüsten. Nasıl da uyuyakalmışım dedi.
Bay k. O sabah işe gitmek için kapıdan çıkarken yine vestiyerin aynasında kendiyle karşılaştı. Bu aynada bir şey vardı. Diğer aynalardan başka bir şey. Her sabah istemsizce gözüne takılan bu ayna diğer aynalardan başkaydı sanki. aslında basit, sıradan,herhangi bir aynaydı. Yani öyle görünüyordu. Öyleyse hissettiği ama bir türlü açıklayamadığı bu his de neyin nesiydi. Bu his onu karşı konulmaz bir davetle vestiyerin aynasına çekiyordu. Bay k. Her sabah ister istemez bu aynaya bakıyordu ve bakmak yetmiyordu. Daha çok bakmak istiyordu. Bu aynanın karşısına geçip saatlerce kendini izlemek. Ama her defasında işe geç kalma korkusuyla bu garip istekten sıyrılıp aceleyle çıkıyordu evden. Aynayı ve bi dolu bilinmezi ardında bırakarak. O zaman eşi benzeri olmayan bir üzüntü kaplıyordu içini. Sanki her sabah o aynayla birlikte görüntüsünden bir parçayı da ardında bırakıyordu. Sanki o ayna her gün yüzünün yansımalarını çalıp ruhunu eksiltiyordu yavaş yavaş. Onu tüketiyordu. Böyle azar azar eksilterek tüketecekti yüzünü, sezdirmeden, sinsice, hiç belli etmeden. Her sabah koşarcasına inerken o merdivenleri, işe geç kalma korkusuyla birlikte böyle saçma, tuhaf korkular düşerdi içine.
Ama o sabah koşar adım inmedi merdivenleri. Yüzünün bir ayna tarafından çalınması korkusu daha ağır bastı işe geç kalma korkusundan. Tam kapının önünde ayakkabısının bağcıklarını bağlarken vazgeçti. İçeri girip kapıyı örttü ve vestiyerdeki aynanın karşısına geçti. Düelloya hazır bir savaşçı gibi. Aynanın karşısında dikilirken artık takım elbiseli, yüzü tıraşlı sıradan bir memur değildi o. Bakışlarındaki başkaldırıyla korkusuz bir savaşçıydı artık o. Gözlerindeki cesaret ışıltısını gördükçe daha da yüreklendi. Yüzünde o güne kadar aynalarda hiç görmediği bir ifade vardı. Bunun adı isyandı. İçinde karşı konulmaz bir ayaklanma. Bu gün bu aynayla hesabını görecekti. Uzun uzun baktı aynaya, uzun uzun baktı aynadaki görüntüsüne. Yüzüne baktı, gözlerine. Aynadan şimdiye kadar ondan çaldığı görüntülerin hesabını sorar gibi sanki. Sonra bir ara artık aynadaki görüntüsüne değil de aynaya baktığını fark etti. Bunu nasıl anlatsa. Tarifsiz bir şeydi. Bir masaya, kapıya, herhangi bir eşyaya bakar gibi baktı aynaya. Aynanın kendisine baktı. Yüzeyine yansıyan kendi görüntüsünü hiç umursamadan. Şimdiye kadar bunu nasıl fark etmediğini düşündü hayretle. O hep kendine bakmış, kendi görüntüsüne. İnsan kendiyle ne çok meşguldü.
Kendi görüntüsünün ötesindeki aynaya bakarken, her an daha ileriyi görüyordu sanki. Her an daha fazlasını. Bir aydınlanma yaşamış gibi içini huzursuz bir huzur kapladı. Sonra bir an aynaya bakmanın içinde ilerlerken gözleri kamaştı. Parlak bir ışık gözlerinin içine doluyor, başka hiçbir şey görmesine izin vermiyordu. Başını çevirmek, bakışlarını kaçırmak aklından bile geçmedi. Gözlerini alan parlak ışığa rağmen yerinden kımıldamadı. Bedeni sanki bir boşluğa düşmüş gibiydi. Hiç bilmediği başka bir boyuta geçmiş gibi. sonra ayaklarından başlayarak gövdesinin yavaş yavaş eridiğini, parçalarının boşlukta kaybolduğunu hissetti. Ayaklarını hissetmiyordu. Bacaklarını, ellerini, kollarını, gövdesini hissetmiyordu. Güneşte buharlaşan su gibi yok oluyordu. Ama garip bir şekilde bu yok oluş canını acıtmıyordu. Hatta hafiflediğini, bugüne kadar omuzlarına yük olmuş bütün ağırlıklardan, bütün korkularından kurtulduğunu hissediyordu. Bir kuş kadar özgürdü sanki. Ya da hayır, bir kuştan bile daha özgürdü. Çünkü her kuşun taşımak zorunda olduğu kanatları vardır uçmak için. Ve kanadı kırık bir kuş, ağır bir taş gibi düşer ansızın yere. O şimdi bir kuştan bile daha özgürdü. Kanatları olmayan bir özgürlük bu. İçinde vurulma korkusu taşımayan bir özgürlük. Boşluğa karışmış, boşlukla bir olmuş, bir bilinmezde yüzüyor gibi. bir bulut olmak gibi. bir ruh olmak gibi. yada daha fazlası, hava olmak gibi. yokmuş gibi olmak ama her yeri kaplamak. Ulaşılmaz, tutulmaz, yakalanmaz olmak. Evet, hava kadar özgürdü, hava kadar hafif. Eskiden olsa bir tüy kadar hafif derdi. Ama şimdi bütün benzetmeler yetersiz kalıyordu onun için. Yok olmanın tarifsiz hafifliği üstünde. Her zerresi yok olmuştu, boşluğa karışmıştı. Ama gözlerini hala hissediyordu, gözlerini yakan parlak ışığı da. Sonra parlak ışık azaldı yavaş yavaş. Gözünün önündeki perde kalktı ve her şey netleşmeye başladı. Gözünü açtığında ilk gördüğü şeyevinin dış kapısıydı. sol tarafında mutfağa giden koridor vardı. Sağ tarafından salonun girişi görünüyordu. Burası evinin girişindeki holdü. Kımıldamak istedi ama bedenini hissetmiyordu. Adım atacak olsa ayakları yoktu. O sadece gözlerden ibaretti sanki. Tıpkı bir ayna gibi.
Her gün görüntüsünden bir parça çala çala sonunda onu ele geçirmişti bu ayna. Fakat ele geçirdiği sadece görüntüsü değildi, bedeniydi de aynı zamanda. Aklı almadı. Bu nasıl olurdu? Yine otobüste uyuyakalmış ve bütün bunlar da bir rüya olamaz mıydı? Öyle olması için dua etti,bir an önce uyanmak için dua etti. Ama hayır her şey gerçekti. Belki de yardım çağırmalıydı. Duvarda asılı olan saate baktı. Saat 8:30’du. Karısıyla kızı birazdan uyanırlardı. Hatta bağırsa sesini duyabilirlerdi. Ama bağırmak için ağzının olmadığını fark etti, ses tellerinin olmadığını. Çaresiz bekledi. Karısı ve kızı uyanınca, aynada çakılı olan görüntüsünü fark edip ona yardım edebilirlerdi belki. Belki de bu ayna kırılırsa kurtulurdu. Duvardaki saate takıldı gözü. Saat 9 a geliyordu. İşe çok geç kaldım dedi. Bir an önce şu aynanın içinden kurtulsam da, öğleden sonra mesaisine yetişsem bari. Sabah için bir yalan uydururdu. Ama daha fazla geç kalırsa işi zordu.
Sonunda küçük kızı uyandı. Üstünü giyinip aynanın karşısına geçti ve saçlarını taramaya başladı. Sanki o ayna her zamanki aynaymış gibi, sanki üzerinde babasının görüntüsü yok muş gibi. Bay k. şaşırdı. Oysa o, bu aynaya bakanların onu fark edeceğini ve kurtaracağını ummuştu. Ama kızı hiçbir şey olmamış gibi karşısına geçmiş ve bir şarkı mırıldanarak saçlarını tarıyordu. Ve tam da gözlerinin içine bakıyordu. Sonra karısı geçti karşısına. Saçlarını üstün körü topladı. Gözlerinde uykudan yeni uyanmanın mahmurluğu vardı. Esneyerek yüzüne baktı bir süre. Gözlerinin içine bakıyordu deminden beri ama onu görmüyordu. Kaç yıllık karısı ilk kez bu kadar uzun bakmıştı gözlerine. Karısıyla kızı mutfakta kahvaltı yaptılar daha sonra. Uzaktan mutfağın aralık kalan kapısından onları görebilse de seslerini duyamıyordu. O sadece iki çift gözden ibaretti. Tıpkı bir ayna gibi.
Artık karısı ve kızının onu kurtarmasından ümidini tamamen kesmişti. Kendi bir şeyler yapmalıydı. Bu hapsolduğu aynadan kurtulmalıydı. Yoksa işinden olacaktı. Bu sabah bağcıklarını bağlamaktan vazgeçip bu lanet aynanın karşısına geçtiğine o kadar pişmandı ki. Birazdan cep telefonundan ulaşamayınca evi ararlardı. O zaman ne yapacaktı. Bu aynadan kurtulduğu vakit insanlara bu durumu nasıl açıklardı? Karısı nerdeydin bunca vakit derse? Patronu niye geç kaldın diye sorarsa? Gerçekleri anlatamazdı. Kesin delirdiğini düşünürlerdi.
Biraz sonra karısı mutfakta oturduğu sandalyeden kalkıp vestiyerdeki ev telefonuna yöneldi. Kesin işten arıyorlardı. Konuşurken yüzü asıldı. Telefonu kapatıp bir yerleri aradı. Ama karşıdan cevap gelmedi. Yüzündeki telaş daha da derinleşti. Biraz durup düşündü. O sırada göz göze geldiler. Bay k. buradayım kurtar beni der gibi baktı ona. Ama karısının yüzünde hiçbir değişiklik yoktu. Sonra bay k. fark etti ki sesleri duyamıyordu ama karısı ona bakarken içinden geçenleri duyabilmişti. Yani tam olarak duymak değil ama hissedebiliyordu. Bu durum onu biraz olsun sevindirdi. Sabahtan beri sessiz sinema izler gibi hiçbir şey anlamadan izliyordu olanları. Şimdi en azından ona bakanların iç seslerini duyabilecekti. Bu iyi bir şeydi. Karısının aklından geçenler: ‘nereye gider bu adam? Öğlen oluyor hala işe varmamış. Cep telefonu da evde.’ Sonra birden bakışlarını aynadan kaçırıp içeri doğru gitti. Biraz sonra üstünü giyinip kızıyla birlikte dışarı çıktılar. Bay k. evde tek başına kalmıştı. Sessiz dünyası daha da ıssızlaştı.
Karısı üç gündür durmaksızın ağlıyordu. Her gün sabah erkenden dışarı çıkıyor, bütün karakolları, hastaneleri dolaşıyordu. Üç gündür bütün akrabalar, komşular eve akın etmişlerdi. Kimse bu esrarengiz kayba akıl sır erdiremiyordu. Kendi halinde, sıradan, herhangi bir adam nereye kaybolurdu böyle. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz, kimsenin tavuğuna kış demezdi. Evden işe, işten eve. Ne eşi dostu, ne de gidecek başka bir yeri vardı. Kimseye haber etmeden birden ortadan kaybolmak gibi bir çılgınlık yapacak biri değildi. Tek hayali bir gün işi gücü bırakıp uzaklara, kimsenin onu tanımadığı bir yere gitmek olan maceraperest adamlardan hiç değildi. O hayal kurmaya bile korkardı. Kimsenin de ondan böyle uçuk ihtimaller beklediği yoktu zaten.
Karısı hep aynı şeyi tekrarlıyordu, ayakkabılarını bile giymemiş. Üç gündür kapının önünde bir pazar yerinin kargaşasında unutulmuş iki çocuk gibi garip ve mahzun onu bekliyordu, içe basarak yürüdüğü için yamulan bir çift ayakkabı. Bu kafaları daha fazla karıştırdı. Bir insan yalın ayak nereye gidebilirdi. Ayakkabılarını bile giymeden, yanına tek parça eşya bile almadan, cep telefonunu evde bırakarak. Karısı kaçırıldığını düşünüyordu. O böyle bana haber etmeden hiçbir yere gitmezdi. Kesin kaçırdılar kocamı diyordu. Hiç kimse de kim niye kaçırsın senin kocanı diyemiyordu tabi. Ama hepsi içinden bunu geçiriyordu. Fidye için kaçırıldı deseler, çulsuzun teki. Düşmanları kaçırdı deseler kimseyle husumeti olmayan kendi halinde, ensesine vur lokmasını al bir adamcağız. Kim neden kaçırsın ki bu zavallı adamı? Bu durumlar da göz önünde tutulduğunda insanların aklına daha uçuk fikirler, daha yaratıcı komplo teorileri geliyordu. Belki de uzaylılar kaçırmıştır diyordu bazıları. Birileri onun aslında devlet ajanı olduğunu ve gizli güçlerce kaçırıldığını iddia ediyorlardı. Bazıları ise kendi aralarında fısır fısır konuşuyorlardı: kesin delirdi bu adam, kafayı yedi ve bir sabah yalınayak çıktı gitti evden. Allah muhafaza diyorlardı, evlerden ırak. Bir an önce ortaya çıksa da ölüsü bulunmasa birkaç güne.
Aslında o kadar silik bir karakterdi ki, evde ondan para bekleyen ailesi olmasa, daireye biraz geç kalınca yapacağı işler aksamasa yokluğunu hiç kimse fark etmezdi bile. Neredeyse insanın bu yok oluşu normal karşılayası geliyordu. O kadar silik bir karakterdi ki bir sabah yok oldu.
Bu sıradan bir kayboluş değildi. Ölüm de değildi ki, oturup yasını tutsunlar. Bu bir yok oluştu. Bay k. Bir sabah ansızın yok olmuştu. Ardında hiçbir iz bırakmadan. Ayakkabılarını bile giymeden. Sanki öyle biri hiç olmamış, bu evde hiç oturmamış gibi. Her sabah aynı saatte otobüse binen, devlet dairesinde memur olan, evli ve bir çocuk babası o adam hiç yaşamamış gibi. Varlığı sadece bir vehimden ibaretti sanki.
Bay k. Aynanın içinde hapsolduğu günden beri, ya da daha doğrusu bir aynaya dönüştüğü günden beri bu korkuyu içinden atamıyordu. Bir gün sıkışıp kaldığı bu aynadan kurtulduğunda kimsenin onu tanımamasından korkuyordu. Ya ben hiç var olmamışım aslında. Her gün kapılarını çalan tanıdıklarını görmese, karısı üç gündür ağlamaktan şişmiş gözlerle ona bakmasa zannedecek ki hiç olmamış aslında, hiç yaşamamış öyle biri. Yine de varlığından duyduğu şüphe kemirip duruyor içini. Bir gün bu aynadan çıktığında sanki hiç kimse tanımayacak onu. Karısı bir çığlık atacak onu görünce, evimde ne işin var diye bağıracak. Karısının sesine gelen komşuları, onlarda tanımayacak onu. Daireye gidip uzun zaman önce burada böyle bir adam çalışmış mıydı diye soracak. Hayır öyle birisi hiç çalışmadı cevabını alacak. Sonra nüfus müdürlüğüne gidecek, kütükte adını bulamayacaklar. En son çare anne babasının yanına gidecek, onlarda sende kimsin der gibi, bir yabancıya bakar gibi bakacaklar öz evlatlarının yüzüne. Varlığının en azından bir zamanlar var olduğuna dair inancını kanıtlayacak tek bir delil bile bulamayacak.
Ve günler böyle geçti. Korkarak, bekleyerek, bilmeyerek. Yani aynanın içinde de durum dışarıdan pek de farklı değildi. Sıradan, sıkıcı, anlamsız bir hayat sürmeye devam etti. Korkarak yaşamaya devam etti. Yaşamanın en sefil hali. Artık bu aynadan çıkmaya dair umutlarını da kaybetmişti. Ailesi zaten onu aramaktan büsbütün vazgeçmişti. Yokluğuna kısa zamanda alıştılar. Korktuğu başına gelmişti. Sanki o hiç olmamış gibi, daha önce o isimde biri hiç yaşamamış gibi. herkes hayatına devam ediyordu. O artık herkes için meçhul bir adamdı.
Ve bir gece uykusundayken birden şiddetli bir rüzgar çıktı. Mutfağın ve salonun açık unutulan pencerelerinden rüzgar içeri doldu. Kapılar şiddetle çarpıp kapandı. Vestiyerin aynası büyük bir gürültüyle yere düşüp kırıldı. Kırıkların arasında ne acı çeken koca bir gövdeden herhangi bir iz, ne yıllardır yüzüne bakan onca suretten herhangi bir kalıntı.
Günler karşılıklı iki aynanın içinde çoğala çoğala yok oldu.