Furkan Cengiz – Seyrüsefer
Ahi Evran ve Nasreddin Hoca’nın aynı kişi olmaları ihtimalini öğrenmenin muvakkat mutluluğuyla adımlıyordum Kerkük Caddesi’ni. Birbiri ile alâkasız sayısız düşüncenin istemsiz olarak zihnimde fink atması, Anadolu’nun bozkırından bir Einstein çıkma ihtimalini; yakın dostum Sefa’nın keskin bir kararla felsefeye ilgi duymaya başlaması, yeni bir felsefe ekolünün Araplar Mahallesi’nden çıkma ihtimalini; havaların ısınmaya başlaması evsizlere karşı duyulan hassasiyetin azalması ihtimalini arttırıyordu.
Bugün, Emniyet durağında inip Kerkük Caddesi’ne yürümemin özel bir amacı yoktu. Ama otobüsün moral bozan havası ve insanı Ferdi dinlemeye mahkûm eden kalabalığın, bunda biraz etkisi vardı kanımca.
Bu caddeye gelince aklıma yapacak çok şey gelmedi değil. Tatil günlerinin verdiği serkeşlik bunu körüklüyordu, kararsızdım gidip kime selam vereceğim konusunda. Ama vicdanım ısrarla Saatçi Mustafa Amca’nın dükkânına uğrayıp damarlarının ustaca birbirinin içinden geçirilmiş kasisleri andırdığı, yorgun ellerini öpmemi telkin ediyordu. İçteki peygamberin sözlerini, dıştaki peygamberin önderliğini benimsediğim ölçüde dikkate alırım. Ama Sefa’nın geçenlerde ettiği saçma sapan muhabbetten dolayı kafam karıştı ve dinlemedim vicdanımı nedense. Buradan felsefeye karşı olduğum gibi bir durum çıkabilir fakat öyle değil; bu durum sadece Sefa’nın heyecanının verdiği birtakım lüzumsuzlukların beni etkilemesiydi.
Yaptıklarının şaka olduğunu çok sonra öğrendim. Çok iyi mi niyetliydim? Neydim?
…
Saatçi Mustafa Amca demiştim. Size biraz bu adamdan bahsetmek isterim. Çünkü bazı gariplikleriyle beraber benim için önemli bir insandır. Babam yaklaşık dört yıldır her yaz beni kaptığı gibi Mustafa Amca’nın yanına getirir. Az buz değil yaklaşık on iki ay bütün günlerimizi birlikte geçirdik Mustafa Amca’yla. Bu sürede çok şey öğrendim. Dobra olmak gerekirse: adam oldum!
Mustafa Amca, saatçilik mesleğini babasından almış ve kendini bildiğinden beri bu işin içinde. Zamanla bu iş onun için bir meslek yahut ekmek kapısı olmaktan ziyade bir tutku olmuş ve günleri o dükkânda geçmeye başlamış, istisnasız. Gerçekten bu işe ilgi duyan bir insanın o dükkânda sıkılması ihtimali yüzde iki. Çünkü iki katlı dükkânın üst katında gıcırdayan ahşaplar üzerine kurulu, benim yürüttüğüm kitaplar dâhil beş bin kadar kitap barındıran bir kütüphane vardı. Orayı görmeden önce muhayyilem anca fantastik filmlerdeki gizemli kütüphaneleri kaldırabiliyordu. Alt katta ise babası bilmem ne efendinin yaptırdığı ve hâlâ sapasağlam duran, bordo kadife kumaşı kaplı ahşap sedirler ve döşemeler, aynı malzemeden yapılmış, güzel işlemeleri olan bir sehpa ve bir de çalışma masası mevcuttu. Duvarlar… Duvarlarda yüzlerce saat vardı. Bir şizofrenin kiralık apartman dairesi gibi görünüyordu doğrusu. İnsanları bu kanıdan çevirecek paha biçilemez hat levhaları da aralara asılmıştı. Ha, bir de vitrinden tarafta çalışmayan, eski bir gramofon –haliyle gramofonun yenisi kalmadı- ve onun tahtına konmuş bir teyp duruyordu. Elbette bunların dışında bir sürü zımbırtı vardı dükkânda. Ama ilgimi çeken bunlardı yurttaşlarım…
Bu dükkânın bendeki asıl tesiri ufkumu açmasıydı. Kimsenin üşenip uğramadığı öğle saatlerinde üst kata çıkıp Zarifoğlu öykülerinde kaybolup hayal kurmayı öğrendim. Çocuktum işte zaman zaman yürüttüm bazı kitapları; çalıp çırpmayı da öğrendim. Az buçuk da esnaf ahlakı öğrendim. Öğrendim işte müdür. Öğrenmeden gün geçirmedim…
…
Her şehirde vardır filmlerden fırlamış küt saçlı güzel bir kız. Her caddeden geçebilir bu kız. Her ağacın altından, her dükkânın önünden, her köşe başından, herkesin yanından geçip gidebilir…
Sille alt geçidine -anlamayanlar için: battıçıktısına– ulaştığımda, sola döndüm ve Cemo’nun önüne geldim. Tramvaya binip binmemek konusunda düşündüm. Binmedim. Arkadan gördüğüm her küt saçlı kızı aynı kişi zannetmemin gayet rasyonel olduğunu düşünürken Zafer’e gelmiştim. Bunu bu kadar çok düşünmüş olmam; Anadolu’nun bozkırından Einstein çıkması ihtimalini biraz düşürdü. Şu an bunları yazarken Bukowski’nin –onu vazgeçilmez kılan sıradışı- sadeliğini düşünüyorum. Şaşırdım. Kıytırık birkaç bir şey yaşamış her insan Bukowski olabilir mi?
Kulaklığımı takmış, Bahaettin Karakoç’un “Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman” şiirini dinleyerek yürüyordum. Üsküdar’da dingin bir şekilde bir çay içmenin hevesiyle yürüdüm buraya kadar. Her sabah kalktığımda kendime günlük bir plan yapardım. Bunu bir dershane konferansından kapmıştım. Birkaç defa denedikten sonra alışkanlık oldu. İşte bu planların arasına kendimce günlük hayaller sıkıştırırdım. Hayaller olmadan bırakın bir hayatı günler dahi geçmiyordu zaten. Hem minik hayaller kolaylaştırıyordu hayatı. Çarklardan sıyrılıp çıkıyordunuz. Bir çay hayaliyle yaşayan insanın mutlu olması için kimseye ihtiyacı yoktur…
Kibrit’in önündeydim, Dershaneler sokağına yönelmiştim ki bir mesaj geldi kampanyadan aldığım telefonuma. Sait Abidendi mesaj. Sait Abi, zamanında benim gibi Saatçi Mustafa Amca’nın yanında çalışmış, şimdi ise eski bir konakta sanat merkezi işleten birisiydi. Uzun zamandır görüşmüyorduk o güne kadar. Bana küstüğünü sanarak yanına gitmiyordum. Daha sonra küslüğün olmadığını öğrendim, onun yanına giden amcaoğluma beni sorup duruyormuş. Ondan sonra da utancımdan gidemedim. Bana gönderdiği mesajda Saatçi Mustafa Amca’nın vefat haberi vardı ve cenazenin ikindi namazından sonra kalkacağı haberi… Orada donup kaldım. Genelde orada bekleyenler Nalçacı taraftar grubu olurdu ama beni onlardan ayıran şey tek başıma oluşumdu. Bir süre orada öylece kaldım. Beni kendime getiren elimdeki sigaranın dumanının önümden geçmesiydi.
Bahardan kalma bir gündü. Havada rüzgâr yoktu.
İnsanın ne giyse şüphe ettiği günlerden bir gündü.
Mesajı tevekkülle karşılamaya çalıştım.
Geri dönüp hızlı hızlı yürümeye başladım. İşine yetişmeye çalışan emir kulu bir memurun acınası hâline girdiğimi düşündüm. Ama ben Allah’ın kuluydum, ben pantolon-gömlek ikilisine ölümüne söz verdim ve bugüne kadar da sadık kaldım. Sigaramı tramvay duraklarının orada attım ve biraz daha hızlandım. O gün Üsküdar’da buluşmak için sözleştiğim Kubilay’a haber etmediğimi bugün uyandığımda fark ettim. Kubilay anlayışlı çocuktu. Ne o gün, ne de o günden sonra lafını etmedi bu durumun. Dışarıdan bakıldığında “Neden yaşıyor ki bu adam?” denilebilecek tiplerden biriydi. Ama içinde bilinmedik, bulunmadık, anonim galaksiler vardı. Kubilay… Ah, şair adam…
Yürüyerek geldiğimden çok daha kısa zamanda Kerkük Caddesi’ne döndüm. Önce Mustafa Amca’yı düşündüğüm yere geldim ve tekrar düşündüm. Utandım ve dükkânın önüne gittim. Dükkânın önünde tabureler üzerinde insanlar vardı. Oldukça kalabalıktı, tanıdık yüzler de çoktu. Ama kimse tanınacak durumda değildi, bu da Mustafa Amca’nın sevilirliğinin ölçütü gibiydi. Sefa’yı gördüm bir an. O atmosfere tamamen ters olarak –Mustafa Amca’nın ahbapları olduklarını tahmin ettiğim- bir grup amcayla hararetli bir sohbet içerisindeydi. Boşverdim. Sait Abi’yi hemen karşıda konağın önünde gördüm ve yanına gittim. Tabureler konağa kadar uzanmıştı. Sarıldık, “Başımız sağ olsun!” diyemedik. Bize birer çay getirdiler, üst kata çıktık. Kimse yoktu. Sait Abi “Mustafa Amca’nın vasiyetinin seni ilgilendiren bir bölümü var hafız.” dedi. “Mustafa Amca için o kadar önemli olduğumu bilmiyordum.” dedim. Normalde benim bu tür cevaplarıma sinkaflı bir sitayişle cevap verirdi. Ama hiçbir tepki göremedim yüzünde, oturduğumuzdan beri duvardaki İsmet Özel şiirine bakıyordu. “Kütüphanesini tamamen sana bırakmış. İstersen orada bırakıp orada, aynı yerde kullanabilmeni, istersen de evine götürmeni söylemiş.” “Sanırım kitapları çaldığımı fark etmiş. Bugüne kadar kendimi kandırmışım.” Birden ilk sene kütüphanede oturup Hacı Taşan dinlediğim dakikaları anımsadım. Mustafa Amca müziği duyunca hemen gelmişti. Yüzünde buğulu bir gülümseme olmuştu ve geri inmişti. Bu anın Mustafa Amca ile ilgili zihnimden silinmeyen en önemli an olduğunu fark ettim. Bundan sonra da silinmeyecekti… Sait Abi’ye “Neyse abi. Bunlar sonraki işler. İnelim aşağı. Yapılacak şeyler var mı? Neler yapılacak?” dedim. “Bilmen gereken tek şey bu. Hadi aşağı in de otur, ben hallederim.” diye karşılık verdi o da.
İndim aşağı…
…
Ben dışarı çıkar çıkmaz salâ okunmaya başladı. Bunun benimle bir ilgisinin olduğunu düşünmüyorum. Mustafa Amca’nın, benim konaktan çıktığım anda salânın başlamasını vasiyet etmesi mantıksız.
Salâyı okuyan Ceylan idi. Ceylan, Mustafa Amca’nın yönlendirmesiyle musikîye yönelmiş birisiydi. Ben yazın çalışırken onu hep derslere gidip gelirken görürdüm. O dersleri meşk derdi, ben anlamazdım. Zayıf ve hızlı olduğu için Mustafa Amca ona “Ceylan” lakabını taktı. Ben ve oradaki bütün çıraklar onu Ceylan diye tanıdık böylece. Asıl adının Selim olduğunu öğrendim çok sonra ama onun adını ailesinden başka bilen kalmamıştır herhâlde.
Ceylan’ın salâyı okuması garip gelmeye başladı bir an. Çünkü Ceylan hiçbir zaman bir hoparlörden okumadı klasik eserleri dahi. Diyanetten müezzinlik için ısrar ettiler çok defa ama kabul etmedi. Bir sanatkâr, bir musikîşinas için örnek teşkil ediyordu. İdealize edilmiş bir tipti sanki. Aşırı mütevazıydı. Ben bunları düşünürken salâ bitti. Konağın önünde, kalabalığın arasında hasır taburelerin üstünde tek başıma oturuyordum. Kaldırım taşlarının arasından çıkan yeşilliklerin kahramanlıklarına şahit oldum. Başımı kaldırdım ve saatçinin iki dükkân yanındaki etliekmekçide bir kalabalık gördüm. Hemen gittim. Tanımadığım yurttaşlar arasında bitkin, düşkün, gözlerinin beyazı iyice berraklaşmış bir şekilde yatıyordu Sefa. Korktum inanın. “Açılın, ben doktorum!” havasıyla kalabalığı yardım ve işsizdim. İşsizlerin de bu statüyü elde edeceği günleri düşledim. Çevreden neler olduğunu öğrendim. Sefa fena halde dayak yemiş. Anladığım kadarıyla bir linç girişimi olmuştu konuştuğu grup tarafından. Benim cenaze mahallinden ayrılmam olmazdı. O an beni saatçi dükkânına bağlayan, anlayamadığım bir metafizik kuvvet hissediyordum. Bu yüzden hemen Sefa’nın babası Halil Amca’yı aradım. Çok sürmeden geldi. Telaşlıydı, Halil Amca telaşlı yaşayan bir insandı. Olan biteni anlattım ve Sefa’yı hastaneye götürmesini söyledim. Bugün buradan ayrılamayacağımı, yarın mutlaka geleceğimi belirttim. Halil Amca’nın o anki telaşlı hali, beni uzun zaman sonra ilk defa ağlatacak bir manzaranın parçasıydı.
O gün öyle geçti; cenaze merasimleri oldu, vesair. Akşam Mustafa Amca’nın ailesinden dükkânın anahtarının bir kopyasını aldım.
…
Ertesi gün Ceylan dükkânı açmıştı. Mustafa Amca’nın arkasından Kur’an okuyordu. Dükkânı bir nevî ikimize emanet etmişti Mustafa Amca. Ona alt tarafı, bana üst tarafı. Ben konağın önünde oturuyordum. Saatçinin bulunduğu apartmanın köşesinden dönen küt saçlı kızı gördüm. Kalktım. İçeriye, Sait Abi’ye el ettim ve koşarak o köşeyi döndüm. Gitmişti. Orada durdum ve Sefa’nın yanına gitmeye karar verdim.
Sefa gayet iyiydi. Kendini toparlamıştı. Doktordan izin istedim ve yanına girdim. Geçmiş olsun dileklerimi söyleyip hal hatır ettikten sonra “N’oldu dün, hacı?” dedim. “Onların hiçbiri Mustafa Amca’yı layıkıyla tanımıyorlar, bilmiyorlar.” dedi. Anlamadım ilk olarak. Devam etti “Mustafa Amca’nın bu kadar içine kapanık bir insan olmasını şimdi anlıyorum. Etrafında onu anlayacak yetide tek bir insan bile yokmuş meğer.” dedi. Pek bir şey anlatmamasına rağmen olayı çözmüştüm. Sefa anı yaşayan ve anı doğru yaşayan bir çocuktu. Onun hayat mantalitesi belliydi. Odasının duvarında kocaman harflerle şu cümleler yazıyordu “Bir şeyin tamamı yanlışşa, tamamına tepki gösterirsin. Bir şeyin yarısı yanlışsa yarısına tepki gösterirsin. Bir şey yanlışsa tepki gösterirsin. Sümüğün donmadan bunu yapmazsan, donarak ölürsün.” Alnından öptüm Sefa’yı. Yarın da uğrayacağımı söyledim. Kendini çabuk toparlamazsa ona savuracak herhangi bir tehdidimin olmadığını fark ettim ve bunu ona da söyledim. Güldü iştahlıca.
Gittim ve alnından bir daha öptüm. Hastaneden çıktım. Karşıdaki taksi durağının arkasında küt saçlı kızı gördüm. Koştum: Yoktu! Büyük ihtimalle taksiye atlayıp Zafer’e gitti. Ben de Zafer’e yürüdüm. İşsizdim ve şimdi kulağımda Hacı Taşan ve Neşet Baba, sazlarının eskimiş tellerine vururken ben küt saçlı kızın geçeceği her köşe başını, her kaldırım taşını gezerek; kokusunun sindiği her yeni fidanı koklayarak onu arıyorum…