Hasan Arslan – Bana Oku Dedi
Ali Akar’a…
Kalem suresinin ikinci âyetini bana oku dedi. Talebelerinin sevgilisiydi. Onların saçlarını okşar, elini omuzlarına atar, küçük ahbaplarıyla sohbet ederdi. Küçükler onun yanında büyürler, önemli olurlar, kıymetli olurlardı. Onlara harçlıklar verirdi. Evlerine gider, artlarını arardı. İri yarı idi. Şık giyinirdi. Özen gösterirdi giyimine. Benim gibi değildi. Beyaz tenliydi. Giresunluydu. Talebeleri okumaya geçince onlara çeyrek altın alıyordu. Ellerine kitap tutuşturuyordu. Şanssız olduğunu düşünürdüm. Benim gözümde bir nevi Dostoyevski kahramanıydı. Büyük el böyle istemişti. Bir şanssızlığı da onun hakkında yazı yazanın Dostoyevski olmamasıydı.
Uzanmıştı. Yatağımdaydı. Tavana bakıyordu. Siyah bıyıkları vardı. Gülünce masumiyet yüzünden akardı; saf bir su gibi çocuklaşırdı. Tavan ahşaptandı. Ahşap iki tahta direk üzerinde duruyordu. Ev tek odalıydı, toprak damdı. Kar toprak damın üzerine abanınca dam çökmesin diye odalar içten ahşap direklerle desteklenmişti. Dışarıdan bakılınca bir tavuk kümesi kadar bile gösterişi olmayan evin içine girilince yanıldığınızı fark ederdiniz. Tavanın yüksek olması ve ahşap döşemesi odaya bir genişlik, odaya bir samimiyet, odaya kendine has bir hasbilik katıyordu. Bana oku dedi… Ağır bir gecenin sabahında bitkin düşmüştü. İlk defa karşılaşmıştım bana Kur’ân oku diyen birisiyle. İnanamadım. Kur’ân’ı kendisi için istiyordu. Hiç bekletmedim onu. Buldum ve okudum. Bu kadar acil, bu kadar gerekli, bu kadar iştiyaklı, bu kadar hasretle, bu kadar ümitle bana Kur’ân oku diyen biriyle hiç karşılaşmamıştım. Ne ondan önce ne de ondan sonra bana Kur’ân oku diyen biri çıkmadı karşıma. Kur’ân taşıyan, Kur’ân konuşan epey adam gördüm. Kur’ân bilgisinin, Kur’ân hikmetinin anlaşılması ve hayatı onarması için gayret gösteren nice adamla karşılaştım. Ama hiçbirinin dilinde Kur’ân, bu kadar ilaç, ama hiçbirinin dilinde Kur’ân, bu kadar deva, ama hiçbirinin dilinde Kur’ân, bu kadar susamışlıkla arzulanan bir kitap değildi. Mehmed’in aciliyetinde, Mehmed’in ihtiyaç duyduğu şekilde, Mehmed’in duymak istediği ayet samimiyetini barındırmıyordu, konuştukları Kur’ân ayetleri…
Yatağımdaydı. Deli değilim dedi. Doktora götürmüştüm. Arpaçay’a. Durum bildiğiniz gibi değil dedim doktora; Mehmed’in böyle konuştuğuna, böyle sağlıklı gözüktüğüne bakmayın durum bildiğiniz gibi değil, durum vahim. Hani adam açmış elini yalvarmış Allah’a. Allah’ım demiş, zordayım, dardayım, durum bildiğin gibi değil, ne olursun yardım et demiş ya, ben de doktorla aynen öyle yalvararak konuştum. Hâzık hekim değilmiş. Hekim bile değilmiş. Kuvvetli bir iğne demiştim, kuvvetli bir iğne, Mehmed’in ailesi Giresun’dan Kars’a gelinceye kadar Mehmed’i sakinleştirecek, dindirecek, sızdıracak, uyutacak kuvvetli bir iğne… O hoy… O hoy… Doktorun verdiği iğneyi alıp Mehmed’in evinde ona vurdum, bana mısın demedi. 1, 2, 3, 4… nafile, hiçbir tesiri olmadı iğnelerin… Bir gece önce hem yürüdü hem İsa oldu, bir gece önce hem ağladı hem Musa oldu.
Yatağımdaydı. Ben deli değilim dedi. Bana oku dedi. Bir gece önce hem Ecevit oldu hem Türkeş. Sürekli hareket halindeydi. Odada volta attı. Önüne hiç çıkmadım. Hiç engellemedim yürüyüşünü. Önüne bir şey çıksa sanki silip süpürecek bir sel gibi, önüne bir şey çıksa sanki ağaçları kökünden söken bir fırtına gibi adımlıyordu adımlarını… Volta atarken bakışları donuk ve sabitti. Vücudundaki bütün hücrelerin kasıldığını, yüzünün gerginliğinden gözbebeklerinin rengini yitirmesinden anladım. Gözbebeklerinin rengini yitirmesi dediysem ışıltısını kaybetmişti demek istedim. Hafif yere doğru bakarak, belini hafif bükerek hızlı adımlar atıyordu. Kendi kendine konuştu. Yüksek sesle konuştu. Yüksek tonda sustu. Sürekli hareketli idi. Yüksek sesle ağladı. Ağlarken gözyaşı sessiz aktı. Ağlaması bir kurt uluması gibiydi. Yüksek sesle güldü. Kahkahalar attı. Kahkahasında acı, kahkahasında ezilmişlik, kahkahasında yükünü kaldıramama hali vardı. İri yarı elleriyle duvarları yumrukladı… Kendini kapatmıştı… Kapıları kapattım… Pencere zaten kapalı idi. Soğuk girmesin diye dışarıdan kalın naylonla kaplamıştım küçük pencereyi. İki kanatlı pencere küçük bir darbeyle kırılmaya hazırdı. Odanın perdesini çektim. Perde dediysem iki çiviyle tutturulmuş bir battaniye. Rus pazarından almıştım. Gece mavisinin sevimli bir haliydi battaniyenin rengi. Mehmed’i kimse görmesin istedim. Mehmed’in sesini kimse işitmesin istedim. Saygınlığı zedelenmesin istedim. İnsanların Mehmed’e yönelik sevgisine halel gelmesin istedim. İnsanların sevgilisiydi. Bu sevgiyi hak eden güzel işlerle, fedakârlıklarla süslemişti ömrünü…
Hastalanmıştım bir keresinde… Evine sığınmıştım. Tek odalı bir ev. Tek yatak. Odanın taban tahtası yok. Yıpranmış bir beton zeminin üzerinde kısa, eski bir kilim serili. Bir metrekare var yok. Tezek sobası tam ortada. Kalın sacdan yapılmış. Ortasında dairesel bir boşluk var. Bu sobalar için imal edilmiş güğümün alt tarafında bulunan çıkıntı, sobanın boşluğuna yerleştirilmiş. Bu güğüm var tezek sobasının üstünde. Koyun tezeği iyi ısıtır içeriyi. Üçgen şeklinde karşılıklı çatarsın tezekleri. Sonra üste doğru simetrik bir şekilde dizerek doldurursun tezek sobasını. Akşam tepeleme çattığın tezekler sabaha kadar imil imil yanar. Tezeğin ısısı başka ısılara benzemez, fıtrata, insana en yakın ısıdır tezek ısısı. Odanın yaklaşık 1 metre kalınlığındaki taştan duvarın uzun kısmının bir bölümü rutubetten sararmış, kireç vurulmuş duvarın küflenmesine neden olmuş. Pamuk şekeri gibi duruyor küf duvarın üzerinde. Kirecin beyazı kirli bir sarıya tekabül ederek bir Tarkovski duvarı görüntüsü oluşturuyor duvarın rengi… Yatağına uzandım. Hastaydım. Konserve kutularının açılmasıyla bir akşam yemeğini daha savdık. Yemek yapmasını sevmezdi. Hasan, talebelerine de söylemişsin. Onlar hem gülüyorlar hem de Hasan hoca göğe bakın dedi diye eğlenerek göğe bakıyorlar, biraz alay ederek muzip ve hin bakışlarla bakıyorlar göğe, ne göreceksek diye de ekleyerek kendi aralarında birbirlerine takılıyorlar demişti o gün bana. Sonra şöyle devam etti konuşmasına. Kafamızı kaldırıp göğe bakalım diyorsun ya. Ya sana bi şey diyeceğim: Ben bir şey göremiyorum göğe bakınca. Sen ne görüyorsun Allah aşkına Hasan…
O zamanlar ona önemli olan şeyin, baktığımız yerde neyi gördüğümüz değil, baktığımız yer olduğunu anlatamamıştım. Baktığımız yerin bize bakış öğrettiğini, baktığımız yerin bizi terbiye ettiğini, bu terbiyenin uzun soluklu bir terbiye olduğunu anlatamamıştım. Baktığımız yer mürşitti. Baktığımız yer mektepti. Medrese idi. Dergâh idi. Baktığımız yer sevgili idi. İnsanlar baktığı yerlere göre sınıflandırılabilirdi… Böyle şeyler söyleyemesem de şu deli fıkrasını anlattığımı hatırlıyorum, bana sorduğu soruya cevap olarak: Tımarhaneye birisi yeni girmiş, bakmış içerideki deliler uzun bir kuyruğa girmişler bir kapının anahtar deliğinden sırayla bakıyorlar. O da girmiş sıraya, sıra kendisine gelince eğilmiş bakmış kapının anahtar deliğinden. Sonra dönmüş yanındakine sormuş. Yahu demiş ben anahtar deliğinden baktım bi şey göremedim. Siz ne görüyorsunuz demiş. Yanındaki deli, o hoy o hoy biz yıllardır bakıyoruz bi şey göremiyoruz da sen bi bakışta mı göreceksin demiş. Mehmed göğe bakmaya usanmadan devam et demiştim.
Akşam olup uyku vakti gelince boynunu biraz yana doğru büktü. Sessizleşti. Başına geleni çekmeye hazırlandı ister istemez. Eşofmanlarının üzerine siyah kışlık paltosunu giydi. Paltosu birinci sınıf bir paltoydu. Paltosuna imrenirdim. Babasızdı. İki minderi birleştirdi. Annesi vardı ama annesizdi. Bunu bir yıl sonra yeniden aynı duruma gelince başını dizime koyup beni annesi bilmesinden anladım. Yerde betonun üstüne koyduğu iki minderin üzerine uzandı. Bekârdık. Okuluna yeni atanan stajyer bayan hocanın ardından çok koştu. Adını çok sayıkladı. Çok düşündü. Çok hayal etti. Bekir Bey’den derinlikli taktikler öğrenip denedi. Nafile. İstanbul’da fakülte okumuş, doğulu genç bayan öğretmen Mehmed’in yüzüne bakmadı.
İri kalıbı minderden taştı. O geceyi öyle geçirmiştik. Ağır kış vaktiydi. Kars’taydık. Kars 3K’nın memleketiydi. Gökten kar yağar, topraktan kartol çıkar, köylerinde kaz yetişirdi. Kar, kartol, kaz. 1992 yılında bir ahbabıma mektup yazmıştım. Orada bahsetmiştim Kars’ın 3K’nın memleketi olduğundan. Dışarıda kar, dışarıda tipi, dışarıda zorluk vardı. İnsanı bir yerlere sığınmaya zorlayan bir hava vardı. Kadına sığmayan hiçbir şeye sığamazdı. Kadından bir limanı olmayan erkeğin deryada takati kesilirdi. Buldum ve okudum benden istediği ayeti. Ayeti işitince rahatladı biraz. Ayeti işitince biraz gevşedi kasları sanki. Morfin krizine giren bağımlının morfini alınca kavuşacağı bir hal aldı çehresini. Ayeti işitince…
Üç gece üç gündüz geçti. Bir oda Mehmed ve ben. Nihayet Giresun’dan beklediğim insanlar geldi. Erzurum’a sevk edilmiş… 7-8 ay Erzurum’da hastanede yatmış. Yaklaşık bir yıl sonra yeniden beraber olduk. Beraberliğimiz uzun sürmedi… Kendini yeniden kapattı…