Hasan Arslan – Bir İp Bulmalıyım
Ahmet Taşğın’a
Taşlandığı için yaralanan kanlı ayaklarınla yürüyorsun, kimselere benzemeyen hayat yolunu. Hiç kimsenin değerli bulmadığı bir olayda ihtişamı seziyorsun. İhtişam, ellerini sana doğru uzatmış, seni kendine doğru çekiyor. Kimsenin dikkatini çekmeyen, üzerinde düşünmeye, yorumlamaya gerek duymadığı bir söz bir tavırdan, cevherler çıkartıyorsun. Cevherleri tortularından ayıklamak için yerin derinliklerine iniyor, zaman harcıyor, deryaya dalıyor, inciler çıkarıyor, didiniyor, emek veriyorsun. Gün yüzüne çıkarıp insanları buyur ettiğin, insanların istifadesine sunduğun şeyler, sadra şifa cinsinden. Ortaya çıkardığın cevherin tadı olgun bir meyvenin tadına benziyor. İhtişam ile aranda görünmeyen, doğal, sırlı bir bağ var. Önden gidip yol açıyorsun. Ardından gelecekler için iz bırakan, işaretler koyan bir eda ile yolları adımlıyorsun. Yürüdüğün yolun kendine has bir kokusu var.
Her insanın bir yolu vardır. Çürümüş kemiklere et giydirip ruh üfleme sanatıdır senin yolun dostum…
O günü sen de hatırlıyorsundur. Gurbetteydim. Mısır’a gideli iki yıl olmuştu. El Ezher’de Usûli’ddin okuyordum. Bir kış vaktinde döndüm Konya’ya. Ocak ayında şehre henüz kar yağmamıştı. Kar kışın bereketidir oğulcağızım, Kar kışın bereketidir. Bu şehir bereketsiz vakitlere gebe demişti o gün babaannem. Seninle buluşmak için Nakipoğlu Camii’nin hemen yanı başındaki evimizden Kapu Camii’nin oradaki çayı mangalda yapan, ismini şu an hatırlayamadığım çay ocağına doğru yürümüştüm. Özlemişim buraları. Çocukluğumun geçtiği bu yerlerden yürürken bir yerlere olduğu kadar, birilerine de ait olmanın hazzını yaşayarak adımladım sokakları. Sana doğru yaklaştıkça sözlerin yürümeye başladı içimde. Son görüşmemizdeki muhabbetin, bana anlattıkların, babaannenin güzelliği, dedenin muhteşem sözü, sabah ezanının çocukluğunun geçtiği evinize selam verişi, yeniden canlandı zihnimde. Hem sana doğru adımladım hem iki yıl öncesini, yüreğimden hiç silinmeyen, andıkça bereketlenen o anı hatırlayabildiğim kadarıyla yeniden yaşadım…
Alâeddin Tepesi’ydi…
Üzerinde her zamanki palton vardı…
Beni görünce Panaıt Istrati’nin, dostu Kodin’e sarıldığı gibi sarıldın bana…
Hayat bir arama menkıbesidir, diye başlamıştın sözlerine…
/Yağmur şehrin kalbine damlar. Kar da öyle. Bir de sabah ezanı…/
Herkes bir şeyler arar. Konya’yı kaplayan ezan sesinin de aradığı bir bereket ocağıdır. Bir bereket ocağının samimi havasını içine çekip orada çok kısa süreliğine de olsa konuk olmak ister. Arayan, aradığını bulma yolculuğunda şehrinin yazgısına da tanık olur. Bir şehrin tanığı, gecenin derinliklerinden kopup gelen sabah ezanıdır. Karanlığı delip geçen bir yıldız yürüyüşü ile yürür şehrin sakin gözüken yorgun sokaklarında. Soyluluğu, niyetinde olan konuğumuz bizim evimizde onurluca karşılanır. Kendisine sonsuza kadar açık olan kapımız çift kanatlı olup ahşaptandır. Ahşabın samimi yüzüyle karşılaşan konuğumuz tebessüm eder. Gözlerini yere doğru eğerek zarifçe süzülür içeriye doğru. Babaannem ile bir olup ellerimizle badanaladığımız bahçe duvarımız bembeyaz rengiyle dökme kerpiçtendir. Üst kısmında duran kamışların mahalle camiinde yan yana saf tutmuş çocuklar gibi dizilmiş haliyle ayakta karşılar bahçe duvarımız kıymetli konuğunu. Küçük bahçemizde narin ayaklarını toprağa değerek yürür misafirimiz. Ayaklarımızın toprağa değmesi hoştur. Bu ona zevk verir. Minicik havuzumuzun fıskiyesinden yükselen su sesi hoşnut eder onu, suyun serinliğini hissederek adımlar adımını. Dedemin diktiği çınar ağacına zarifçe dokunur. Çınar ağacı kollarını bütün arınmışlığı, bütün içtenliği ile yana açarak onu buyur eder. Dallarıyla salınarak köklerinin beslendiğini bildiği öz suyunun yani misafirinin sesine karşılık verir. Avludaki güllerin, reyhanların, kasımpatıların gözlerine uzanır ve gözlerini yumarak derin bir nefes çeker ezan sesi. Güllerin, reyhanların, kasımpatıların kokusuyla girdiği odalarımızda ondan yayılan koku gül, reyhan ve kasımpatı kokusu; canlılık, huzur ve diriliş kokusudur.
/ Yağmur şehrin vicdanına yağar. Kar da öyle. Bir de sabah ezanı…/
Ezan sesi bir kurtuluş sesi ise eğer bu ses nereye konacağını bilemeyen bir martı tedirginliği ile süzülür süzülür ve babaannemin yüreğine konuk olur. Yürek konuk ettiğinin şerefi ile şereflenir. Konuğun izzeti, tılsımlı bir nefes gibi babaannemin yüreğine izzet bahşeder. Ezan sesi konduğu yüreğe kendi sorumluluğunu yükler aynı zamanda, onu arındırır ve sessizce yoluna devam eder. İnsanlar aslında yüreklerinde konuk ettikleriyle sınıflandırılabilirler. Ezan şehrimin semalarında yankılanıp soğuk apartmanların kaloriferli sıcak odalarında yorgun ve bitkin bir şekilde uykuya dalan şehrin insanlarına seslenip sesini birçoğuna duyuramazken beni sabah namazına babaannem kaldırır. İnce, uzun kadife gibi yumuşak parmaklarıyla omzumu sıvazlayarak seslenir bana. Essalatü hayrün minennvm der. Essalatü hayrün minennevm. Söyleyişinde bir samimiyet söyleyişinde bir içtenlik, söyleyişinde bir şevk ve heyecan vardır babaannemin. Onun o haline şahit olsanız babaannemin yüreğindeki merhamet pınarlarının şelaleye dönüşerek canlandığını, uzuvları bu üç kelimeden oluşan tüyden kanatları olan asil bir atın sırtına bindiğini, bana kavuşmak, bana sarılmak için doludizgin koşturduğunu zannedersiniz.
/ Yağmur şehrin yüzünü temizler. Kar da öyle. Bir de sabah ezanı… /
Kuzine sobamızın üzerinde sürekli duran ibriği eline alır. Önümde, babaannemin gelinliğinden kalma bakır kalaylı leğeni vardır. Ağır ağır döker suyu. Ellerinin üstünde parmaklarına doğru uzanan damarlar yatağından taşacakmış gibi akan nehirlere benzer. Çocuk halimle abdest aldığım suyun babaannemin parmaklarından aktığını hayal ederdim bazen. Bu damarlar yerlerinden fırlayacakmış gibi duran yaramaz bir çocuk gibi gözükürdü babaannemin ellerinde. İp gibi akan su ne çok sıcak ne de çok soğuktur. Gecenin ağarmaya yüz tuttuğu bir zamanda sabah namazı için dış kapıya kadar uğurlar beni. Mandalı kendi kaldırır. Sırtımı sıvazlar. Cennetimsin, der bana. Bu söz dedemden miras kalmış babaanneme. Elli yıl boyunca dedem babaanneme aynı şeyi söylemiş: Cennetimsin… Dedemi, sabah namazına uğurlarken ahşap kapımızın mandalını kaldırarak kapıyı açıp mahcup bir eda ile dinlermiş bu kelimeyi babaannem. Cennetimsin… Sırçalı Mescid’e babaannemden selam söylerim. Dönüşümde Filistin’de/Gazze’de düşmana direnip cepheden alnının akı ile dönen oğul gibi karşılar beni. Secden mübarek olsun der… Yeryüzünün gönlü kırıklarına, gariban yetimlerine, kimsesiz yoksullarına dualar ettiğimi bilir. Secden mübarek olsun der… Secden mübarek olsun…
İnsan yürürken düşünmeye başlayınca farkına varmadan hızlanıyor…
Bunu buluşma yerimize geldiğimde anladım…
Çay ocağında oturmuş ocakçı ile sohbet ediyordun…
Üzerinde aynı palto vardı…
Yıllar sonra beni karşında yeniden görünce, Panaıt Istrati’nın dostu Mikhail’e sarıldığı gibi sarıldın bana…
/Ruh kumaşı farklı olan insanlar vardır dostum, onları gözlerinden tanırsın. Gözbebeklerinden yayılan ışıltı güneş gibidir. Arkanı dönsen bile bu bakışlar ışığın olur, yol yordam öğretir sana, aydınlatır yolunu. Isıtır seni bu bakışlar kıymet bulursun, çağın kıymetsizlik üreten seri üretim yüzlerinin yanında, insan yüzüne kavuşur, kadirşinas olursun. Vaktin yanında Kadru kıymetin olur…/
Çaylarımızı yudumladık…
Nasılsın, dedim sana. Dünyanın en zor sorusu bu. Böyle sorular sorma bana dedin. Bir güvercinin bir evin çatısına kurduğu yuva gibi acı, gözbebeklerine yerleşmiş bakışlarına yuva kurmuştu. Bakışlarının derinliği bu acının maharetiydi. Gözlerinin rengi bakışlarının keskinliği ile uyum halindeydi. Bir ip bulmalıyım, dedin bana. Sıkıca tutmalıyım bir ucundan. Diğer ucunu uzatmalı serbest bırakmalıyım kendi haline. İpin uzattığım serbest bıraktığım tarafını takip ettiğimde beni O’na ulaştırmalı. O’na giden yolun öncüsü olmalı uzattığım ip. O’na giden yola koyulmalıyım. O’na götürmeli ip beni kendisi nereye, hangi mekâna hangi şehre, kime, hangi mevsime, hangi canlıya, hangi eşyaya ulaşırsa ulaşsın. Bilmeden uzattığım ipin diğer ucuna doğru belki bir yol oluşur. Bana has bir yol… Herkesin elinde kendi ipi var. Kiminin ipi onu çıkmaz sokağa götürür, kiminin ipi onu O’na götürür, kiminin ipi de kalabalığın iplerine dolaşır. Hasan el Benna’ya selam verdin mi, diye sordun ardından bana. Uğrayamadım, dedim. Seyyit Kutub’un kabrine de uğramanı söylemiştim, diye devam ettin. “Hatıralarım” ve “Yoldaki İşaretler’i” mutlaka okumalısın, diye yazmıştım sana. Dostum bazı nedenlerden dolayı, işaret ettiğin bu insanların kabirlerine gidip selam veremedim, bana tavsiye ettiğin kitapları da temin edip okuyamadım, dedim. Hasan el Benna’yı bir sokakta kurşunladılar, Seyyid Kutub’u idam ettiler boğazına bir “ip” geçirerek. Bu insanlar şehit dostum. Bu insanları tanımadan Mısır’ın şu anki durumunu anlayamazsın. Bu insanları okumadan Ortadoğu’yu okuyamaz, Filistin’i, Gazze’yi anlamlandıramazsın. İslam coğrafyasının gözünü, gönlünü, zihnini, yüreğini, ömrünü besleyen ruhlara yakın olamazsan kendine de aşina olamazsın. Sen farkında değildin belki ama sol gözünün altındaki damar kabardı ve seğirmeye başladı. Sözü piç etmeyelim, dedin bunun üzerine. Sözü piç etmeyelim… Dostluk ağacı birbirlerinin sözlerini piç etmeyen insanlar arasında filizlenip büyür. Dostluğumuzun ulu bir çınar gibi olmasını istiyorsak birbirimizin sözlerine önem vereceğiz. Dostumuzdan çıkan sözün dünyanın en önemli sözü olduğunu hissettiğimiz anda dostluk ağacının kökleri suyunu ve besinini topraktan almaya başlamış demektir. Dünyada sözlerimizden başka neyimiz var ki dostum.
Çaylarımızı yudumladık.
Sözlerin kıyamet gibiydi. Bel büküyor saç ağartıyordu. Kapımı çalıyor, tokatlıyordu insanı. Sarsıyor, aklımı başımdan alıyor sarhoş ediyordu. Allak bullak oluyordum. Yer ayaklarımın altından çekiliyor zannettim. Sözlerinin, dağları hallaç pamuğu gibi un ufak edip kum tanesine dönüştürecek kıyamet gibi bir etkisi vardı üzerimde. Deryalarım köpürüyor, varlık nehrim yatağına sığmaz olup taşıyordu. Şiddetli rüzgârlar gibiydin. Kasırga gibi kökünden söküyordun ulu çınarları. Sözlerin kıyamet gibiydi dostum. Bir sonu ve bir başlangıcı hatırlatıyordun. Sondur söz ve bir başlangıç, diyordun. Gök bir kitap sayfası gibi dürülüyor, yıldızlar dökülüyordu. Yer bütün ağırlığını atıyordu sırtından, yerin altındakiler gün yüzüne çıkıyordu. Dirilişti sözlerin. Canlandırıyordu. Çürümüş kemiklere et giydirip ruh üflüyordun. Yok olduğunu düşündüğümüz şeyleri var ediyordun. Gam alıyor, gam yüklüyordun. Hamilelerin çocuklarını bırakmasını sağlayacak kadar korkutucuydu sözlerin. Sözlerin ayrılıktı, sözlerin kavuşma. Kartal pençesi olup tutuyor, parçalayıp bölüp bölüştürüyordun. Güneşin ışığını söndürüp kendi ışığını yakıyor, güneşin ısısını yok edip kendin ısıtıyordun. Kütle çekim kuvvetinden daha kuvvetliydi varlığın, güçlü nükleer kuvvetten daha görünmezdi tavırların. Elektro manyetik kuvvet kadar uzun menzili vardı niyetlerinin.
Söz, cennete bir kapıdır cehenneme bir yol. Bunu seninle öğrendim. Söz, iyilerle yola çıkma niyetidir, kötülerle ömür tüketme bedbahtlığı. Bunu seninle kavradım.
/Ruh kumaşı farklı olan insanlar vardır dostum, onları sözlerinden tanırsın. S’öz’ içinde ‘öz’ü barındırır. İnsanlığın özü gizlidir onda. Bu sözler vicdanına el uzatarak sana özünü hatırlatır. Bu sözler ruh toprağına ulaştığında kendi sözlerinin ateşini yakmasını sağlar… /
Her insanın bir sanatı vardır. Çürümüş kemiklere et giydirip ruh üfleme sanatıdır senin sanatın dostum.
Rampalı çarşıda zemin katta bulunan Mısra Kitapevine doğru adımlamaya başladık kol kola girerek. Ayakkabıcılar içinden geçerek Kayalı Park’a ulaştık. Postanenin önünden yürüyerek İplikçi Camii’nin arka tarafından kitapçılar ve sahafların bulunduğu Rampalı çarşıya doğru ilerledik seninle. Hasan el Benna’nın “Hatıralarım” adlı kitabını Seyit Kutub’un “Yoldaki İşaretler” kitabını bir de “Mahalle Mektebi” dergisinin 7-8 ile 9. sayısını istedin selam verdiğimiz yılların sahafı Cevdet abiden. Üzerinde paran olmadığı için kitapları hesabına yazdırdın. Ben veririm kitapların ücretini, diye ısrar etmeme rağmen aldırmadın. Kitap poşetini babasına su ikram eden çocuğun doğallığıyla uzattın bana.
Bir ip bulmalıyım… İpi tutup salıvermeliyim… İpin diğer ucu bizi götürecektir O’na doğru… Okumalıyız dostum dedin… Okumalıyız…