Hasan Arslan – Şehir Boşaldı
“Dost; Tanrı’nın yüreğimize uzanan mübarek elidir.”
Çocuklar ‘Yurttaş Kane’ olmasınlar Hasan, demişti Zemçi Bey. İplikçi Camii’nin önünden geçiyorduk. Nereye doğru yürüdüğümüzü hatırlamıyorum. Hatırladığım şey Konya’nın sokaklarını adımlarken, serin sulara dalar gibi sohbetlere dalıyor oluşumuzdu. Yürüyüşümüz esnasında hayatımız hakkında gayet ciddi meseleler konuşur, kendi kendimizi özeleştiriye tabi tutar, dertlerimizi, günahlarımızı, güçlü kollarıyla boğazımıza kenetlenip bizi boğmaya çalışan meselelerimizi, nefesimizi kesip hayat enerjimizi azaltan, içinden kör kuyu misali çıkamadığımız her ne var ise bu yürüyüşlerde bahis konusu olurdu. Sohbet mevzularının bir kısmı çözülemeyerek çözülür, bir diğer kısmı da sarahate kavuşurdu. O Çelişkinin Türküsü’nden şiirler okur, uzun uzun izahatta bulunur, ben ise postun karşısında diz çökmüş huşu içinde söylenen kelamın ehemmiyetinin farkında olmaya gayret eden bir mürit samimiyetiyle koluna girerek onu can kulağıyla dinlerdim. Söylediklerini anlamaya, yorumlamaya, hayatım için kullanılabilecek kıvama getirmeye özen gösterirdim. Söz bana düşünce yeni öğrendiğim, üzerinde çalıştığım, kafa yorduğum, anlamaya, anlamlandırmaya gayret ettiğim, içselleştirmeye, şahsileştirmeye azmettiğim mübarek kitabımızın ayetlerinden bahsetmeye başlayınca, konuşulanları ilk defa duyuyormuş gibi ilgi gösterir, pürdikkat kulak kesilir, kafasına yatmayan yerler hakkında benimle uzun tartışmalara girer, gönlünün yattığı, mutmain olduğu bölümlerde de ‘amenna ve saddakna’ derdi. (Şeyhlik aramızda münavebeli idi…) Şu an hatırladım “amenna ve saddakna” kelamını en son ne zaman zikrettiğini. Vefatından kısa bir süre önce hastanede yatağında acılar içinde yatarken, çaresizlikler içinde yanından ayrılırken, yüzüne doğru usulca eğilip gözlerinin içine bakarak: Allah’ı an içinden, tespih et, acıları(mız) hafiflesin biraz, O’ndan başka kimimiz var ki… dediğimde ta gönülden ‘Amenna ve saddakna’ kelamını takati kesilmiş biri olarak, fısıldayan bir eda ile zikretmişti kulağıma doğru eğilerek…
Çocuklar ‘Yurttaş Kane’ olmasınlar Hasan, demişti Zemçi Bey. İplikçi Camii’nin önünden geçiyorduk. Nereye doğru yürüdüğümüzü hatırlamıyorum. Hatırladığım şey şehirde yürümenin bizim için çok önemli olduğuydu. Bu yürüyüşler bazen şehrin merkezinden -mesela Alaaddin’den- başlar şehrin ta öteki ucu olan Karahüyüğe kadar uzanan yürüyüşler olurdu… Karahüyük’ten dönüşte, yol kenarında canlı alabalık yemek için girdiğimiz şef garsonu şair olan lokantada devam eden rengi hüzün mavisi, hüzün yeşili olan sohbetlerimiz olurdu. Bazen de Küçükkumköprü mahallesinden sakin sakin yürürken şehrin emanetçileri edasıyla anamın bahçesine uğramak vesilesiyle Mengene’ye doğru çevirirdik yönümüzü. Kapu Camii civarlarında adımladığımız vakitlerde çoğunlukla Ferhat’ın çay ocağında devam ederdi zamanın değer bularak geçtiği, saatlerin şahitlik etmekten tad alacağı beraberliğimiz. Keder dağının altında ezilmiyorsam eğer ağzımdan şu tekerlemeler dökülürdü mangal ateşiyle kaynatılmış, besmeleyle demlenmiş kokusunda ikram olan çayları yudumlarken. “Çayda deva çayda şifa, bunu bilmez ehl-i heva, çay içelim çay içelim, kendimizden geçelim. Biri üçleyelim, üçü beşleyelim, yedide boşlayalım, yeniden başlayalım. Çay içelim çay içelim, nefs ü hevadan geçelim.” Her seferinde güler yüzle karşılandığımız ve önemli olduğumuz hissine kapılarak ağırlandığımız bu mekânı bazen de buluşma yerimiz olarak tayin ederdik.
Çocuklar ‘Yurttaş Kane’ olmasınlar Hasan, demişti Zemçi Bey. İplikçi Camii’nin önünden geçiyorduk. Nereye doğru yürüdüğümüzü hatırlamıyorum. Hatırladığım şey yürürken biraz daha insani duyarlılığa sahip olduğumuz, rüzgârın iksirli elinin saçlarımızı, yüzümüzü okşayarak, bizlere yaşadığımızı fark ettirmesi, ayaklarımızın yeri hissettiği, ruhumuzun bedenimizden toprağın müşfik bağrına doğru aktığı, gözlerimizin hayatın derinliğine doğru çevrildiği, sözlerin sohbet kıvamına eriştiği anların bereketlenerek kalbin vücuda kan pompalaması gibi hayatımıza can suyu bahşederek ruhumuzu besleyip doyurduğu ve böylece sıhhatli olmaya doğru ilerlediğimiz idi.
Çocuklar ‘Yurttaş Kane’ olmasınlar Hasan, demişti Zemçi Bey. İplikçi Camii’nin önünden geçiyorduk. Nereye doğru yürüdüğümüzü hatırlamıyorum. Hatırladığım şey vefatıyla birlikte benim için şehrin boşalmış olmasıydı. Şehir boşaldı demiştim günlerce. Şehir boşaldı… Meğer nasıl da doldurmuştu hayatımı farkına varmadan. O, asıl mekânına gidince “çirkin ördek” oluvermiştim koca şehirde… Şunun şurasında şehirde kaç kişi idik ki… Hani bazı insanlar vardır ya şehir gibidirler. Gizemli sokakları vardır denize açılan. Dalarsınız bu sulara serinlemek ve arınmak için. Kederlerinin mahremiyeti, kendilerine güç veren bu insanlar şehrin yamaçlarından aşarak ulaştığınız, eteklerinden çayların aktığı ulu dağlar gibidirler. Barınırsınız gönüllerinde canlarından bir parça olarak. Sırlarınıza kulak verirler sırlarını açarak. Hiç kimseyi etkilemediğini bildiğiniz yalın sözlerinizin gücüne şahit olursunuz onlarla sohbet ederken. Sedaya karşılık seda bulursunuz. Yaslarsınız sırtınızı bitkin düştüğünüzde, dayanak olurlar haksızlığa uğradığınız anlarda. Tanrı’nın uzanan eli olurlar kimi zaman, çıkış kapılarına doğru emekleme cesareti veren.
Çocuklar ‘Yurttaş Kane’ olmasınlar Hasan, demişti Zemçi Bey. İplikçi Camii’nin önünden geçiyorduk. Nereye doğru yürüdüğümüzü hatırlamıyorum. Hatırladığım şey onun için de bir mektep olan Varide’yi çıkaran Murat Kapkıner Ağabey Üstad idi ve özellikle metin çözümleme hususunda bir benzeri yoktu. Mustafa Arıcı Ağabey’in bütün işleri en güzel şekilde yapabilecek bir kumaşa sahip olduğunu belirtirdi sık sık. Attila Akgül Beyefendi Türkiye’de Türk Sanat Musikisi repertuarına sahip ender insanlardandı ona göre. Altan Kardeşler’in militarizme karşı dik duruşlarını takdir eder, kendisinin anarşist olduğunu ifade etmesine rağmen Türkiye’de militarist dayatmaya karşı değerli düşüncelerini yeteri kadar seslendiremediği duygularıyla ruhunda eziklik hissederdi. Buna benzer bir ezikliğini de Sivas’ın yoksul bir köyünde geçen çocukluk yıllarını anarken hissederdim. Şehirde türlü imkânlara sahip olarak büyümenin oldukça fazla önemi vardı onun gözünde; “Büyük insanlar büyük konaklardan çıkıyor Hasan” demişti bir gün bana.
Çocuklar ‘Yurttaş Kane’ olmasınlar Hasan, demişti Zemçi Bey. İplikçi Camii’nin önünden geçiyorduk. Nereye doğru yürüdüğümüzü hatırlamıyorum. Hatırladığım şey Ramazan aylarında iftar davetleri eksik olmamasıydı evinde. Ne zaman davete katılsam üniversitede okuyan talebelerini de iftar yemeğine davet ettiğine şahit olurdum. Sofrasında öğrencilerine ikramlarda bulunur, onlara iltifatlar ederdi. Bu öğrencilerin çoğu sessiz, efendi, okumayla, yazmayla düşünceyle, fikirle alakalı olan gençlerdi… Onun bu özelliğini Cemil Meriç’e benzetirdim. Onun evinin de öğrencilerine sürekli açık olduğunu okumuştum kızının yazdığı “Babam Cemil Meriç” adlı kitaptan. Kitaplığım emrinize amadedir, diyordu Cemil Meriç, kendilerinde cevher gördüğü öğrencilerine. Zemçi Bey’in de oldukça değerli bir kütüphanesi vardı. Kitapları çok değerliydi ve herkese açık değildi kütüphanesi. Su içer gibi yemek yer gibi sohbet eder gibi okurdu kitaplarını. Kitaplara bağrını açmış, onlar da Zemçi Bey’i dört elle sarıp sarmalamışlardı. Yüzünün aydınlığı, sayfaların masumiyetinden, insana salkım söğüt misali eğilişi cümlelerin gücünden kaynaklanıyordu. İçinde dürülüp katlanmış duran ve binlerce sayfadan oluşan kâinat kitabını aramızda okumaya onun cesaret edebilmesi onu aramızda ayrıcalıklı hale getirmişti. Meleklerin fısıltısını o duyuyordu kalabalıklar arasında. Bunu yazdığı şiirlerin tadından anlıyordum…
Çocuklar ‘Yurttaş Kane’ olmasınlar Hasan, demişti Zemçi Bey. İplikçi Camii’nin önünden geçiyorduk. Nereye doğru yürüdüğümüzü hatırlamıyorum. Hatırladığım şey Mehmet Akif benzeri bir dost bulamadan ayrıldığıydı aramızdan. Hiç unutmam. ‘Akif gibi bir dostum olsa başka ne isterim ki bu dünyada Hasan’ sözü yankılanır durur kulaklarımda sürekli bir şekilde. Dostluğumuzun onun için yeterli olamayışı hissine kapılır olmuştum bu cümleyi işittikten sonra. Bu durum bazen suçluluk duygusu hissetmeme sebebiyet vermişti. Ara ara bu konuda kendi kendime hesap sormaya başlamıştım o dönemlerde…
Dostlukların ölümsüzleşmesi için belirlenen mübarek kıstaslara uyan nadir insanlardan olan Zemçi Bey ‘acı da olsa gerçeği söylemeye’ çaba sarf eden, ‘güvenilmenin zenginlik olduğunun’ keskin idrakini taşıyıp hazinesinin yok olmaması için eminlik vasfına özen gösteren, ‘sözünde durmayanın (hiçbir şeyi olmadığı gibi) dininin de olmadığını’ kesin bir bilgi ile bilen karakteriyle, ailesine, çocuklarına, akrabalarına, arkadaşlarına, komşularına, talebelerine, meslektaşlarına, halkına, Anadoluya dost olmuş, zayıf bırakılmışların safında yerini belirleyerek hayatının ana çizgilerini net bir şekilde çizmiş bir er kişi olarak toprağa yürüdü…
Toprak onu kollarını açarak, hoş geldin safalar getirdin başım gözüm üzerine diyerek karşılamıştır umarım. Dilerim uzandığı Musalla Mezarlığı’ndaki kabri ona cennet bahçelerinden bir bahçe olmuş, gösterişten azade geçirdiği ömrünün bereketiyle ikram ve izzetlice ağırlanıyordur, ağırlanacaktır diriliş vaktine kadar. Selamlar ona, fatihalar ona…