İlker Aslan – Oruç
Gözümü açtığımda vakit öğleden sonrayı çoktan geçmişti. Beynim zonkluyor gibiydi. Hemen pencereye koştum, camı açtım. Temiz bir nefes alırsam az da olsa kendime gelirim diye düşünüyordum. Temiz havayı ciğerlerime çekmeye başladım. Yetmedi. Saate baktım. 17:17 idi. İftara neredeyse iki saat daha vardı. İki saat daha aç durmam gerekecekti. Zorum neydi ki… Böyle olmayacaktı. Bir halini bulup dışarıya attım kendimi, ne olur ne olmaz diye de cebime ilacımı koydum. Dışarıya çıktığımda havanın içeriden göründüğü kadar sıcak olmadığını fark ettim ama gene de bunaltıcıydı. Ara ara esen rüzgâr da olmasa hepten çileden çıkardı insan doğrusu. Ya sabahın erken saatlerinde kalkıp işe gitmek zorunda olsaydım diye geçirdim içimden. Neyse ki öyle değildi. Yoksa iyice çekilmez olacaktı bu Ramazan. Sokağın taşına toprağına karışmak iyi gelirdi belki. Binaların gölge ettiği kaldırımdan ufak ufak yürümeye başladım nereye gittiğimi dahi bilmeden.
Yol boyu yürürken, annesinin elinden tutmuş dondurma yiyen bir çocuk geçti yanımdan. Ulan, dedim şimdi ne güzel de yenirdi şöyle serin serin. O an çocuğa karşı anlamsız bir nefret belirdi içimde. Sanki onun da oruç tutması gerekiyordu da tutmuyordu gibi düşünüyordum. Çocuk yanımdan geçip giderken ona baktığımı fark etmiş olacak ki bir süre sonra arkasını dönüp tekrar baktı bana. Ben yol kenarında durmuş gidişini izliyordum onun. Sert gözlerle baktım ona. Hiçbir şey olmamış gibi dondurmasını yerken, aptal bir gülümseme ile suratıma bakmaya devam etti. Orucun da etkisiyle olacak ki benimle dalga geçiyormuş hissine kapıldım. Köşeyi dönüp gözden kaybolduklarında aklım çocukta değil de dondurmasında kalmıştı biraz aslında.
Şehrin iyice içine sokulduğumda bir iki lokantadan gelen yemek kokusu burnumun ve beynimin içine dolmuştu bile. O anda birdenbire lokantalardan birisinin içine daldım. Garsonun birisini yakasından tuttuğum gibi sarstım. Ne yapıyorsunuz ulan siz, dedim. Ne olduğunu anlamamıştı. Lokanta sahibi patron olacak adam hemen yanımızda bitti. Başka garsonların da yardımıyla tutup kenara çektiler beni. Elim ayağım titriyordu. Ne yapıyorsunuz beyefendi, deli misiniz siz, dedi patron olduğunu hissettiren adam. Gözlerim kan çanağına dönmüştü belli ki. Ayıp ulan sizin bu yaptığınız, yiyen var yiyemeyen var, dedim. Adam şaşırmıştı. Anlamsız gözlerle bana baktı. Yani, Afrika’da millet kırım kırım kırılıyor, mübarek Ramazan günü dükkânı açmış millete servis yapıyorsunuz, dedim. Bunu neden yaptığımın, bunları neden söylediğimin farkında bile değildim. Garsonlar bile acır gözlerle bakıyorlardı bana. Ya da ben öyle olduğunu düşünüyordum. Adamlara açlıktan başıma ağrılar girdi, sinirlerim bozuldu, diyemedim haliyle. Demezler mi yoksa bu nasıl oruç diye. Sustum. Bir kenarda oturdum. Garsonlardan birisi bir bardak su getirdi. Neyse ki anlayışlı adamlarmış da polise falan haber vermediler. Bardağı elime aldım, tam içecektim ki oruçlu olduğum geldi aklıma. İstemez, deyip geri çevirdim suyu. Anlamsız sertliğimi, adamların yumuşak tavrına rağmen sürdürüyordum. Bir hışımla sandalyeden kalkıp kendimi dışarıya attım. Hadi ulan oradan, dercesine elimi havaya kaldırdım ve yoluma devam ettim. Adamlar çoktan deli olduğuma kanaat getirmiş olacaklardı ki hiçbir harekette bulunmadan öylece çıkışımı izlemekle yetinmişlerdi. İkinci kez dönüp bakmadım.
Böyle de olmayacaktı. Herkes de oruç tutmak zorunda değildi ki. Ara sokaklardan birine gireyim, hiç değilse çok fazla insan olmaz, rahat rahat yürürüm dedim. Daldım bir sokağa. Dalmaz olaydım. Daha adımımı atmadan fırından yeni çıkmış pide kokuları sarmıştı dört bir yanımı. O an için dünyada pideden başka bir şeyin olmayacağını düşündüm. Pide, dünyadaki tek gerçek varlıktı sanki. Bedenim ile bacaklarım arasındaki köprüyü kaybetmiş olacağım ki pide kokusuna doğru ilerliyordum. O kadar sokağın arasından, fırının bulunduğu sokağı bulmuştum girecek. Biraz ilerledikçe fırının etrafında bir karmaşa olduğunu gördüm. Kokuya odaklanan beynimin odak merkezi bir anda değişmişti. İki adam birbirine girmiş, etrafına toplananlar da onları izliyordu. Birkaç kişi de aralarına girmiş ayırmaya çalışıyorlardı kavga edenleri. Elinde pidesi ile olayı izleyen birine yanaştım ve ne olduğunu sordum. Birisi, diğerinden sonra gelip onun alacağı pideyi almış, öteki de sen nasıl benim pidemi alırsın diye atlamış adamın üstüne. Şaşkınlıktan gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Bu mu yani kavganın sebebi, diye sordum bir daha onaylatmak istercesine. Valla öyle abi, diye karşılık verdi taze pidesine sıkı sıkıya sarılmış olan adam. Güç bela ayırdılar kavga edenleri. Gördüğüm manzaradan ötürü bir hayli şaşırmıştım. Geldiğimden farklı bir yoldan, biraz daha zaman geçsin diye farklı ara sokakları dolaşarak eve dönmeye karar verdim.
Eve doğru yollanmışken bir dilenci önümü kesti. Eli ayağı tutan, eski ama temiz kıyafetli, güzel yüzlü, gençten bir adamdı. Allah rızası için, derken bir yandan da avucunu açmıştı bana doğru. Ceplerimi yokladım, bozukluk fazla yoktu ama olanı çıkardım. Bir liralık ve bir de yirmi beş kuruşluk madeni para çıktı. Uzattım. Paraya baktı, sonra da bana. Bu kadar mı paran var lan, dedi. Başka bozuk yok, dedim sanki karşımdaki normal bir şey sormuşçasına. Bütün para ver o zaman sen de, dedi. Cebinden ufaktan bir çakı çıkardı. Korkmadım desem yalan olur. Tamam tamam, diye kekeledim ve ceplerime daldırdım ellerimi. Toplam yetmiş beş lira vardı. Hepsini verdim. Yollan bakalım şimdi, dedi. Kendisi de hızla uzaklaşmaya başladı. Ne olduğunu şaşırmıştım. Gündüz vakti, iftara yakın resmen soyulmuştum sokak ortasında. Şaşkınlığım kızgınlığıma karıştı. Vay piç vay gündüz vakti soydun beni, diye söylendim. Biraz cesaretli olsam belki elindeki çakıya doğru hamle yapardım ama ne gücüm ne de cesaretim vardı bunun için. Açlıktan beynimin zonklaması bir yana dursun, şimdi bir de güpegündüz gaspa uğradığıma sıkılmıştı canım. Çaresiz yola devam ettim.
Mahalleye vardığımda zamanın epeyce geçmiş olduğunu fark ettim. İftara bir şey kalmamıştı. Bir yandan yürüyor bir yandan da cebimdeki bütün parayı nasıl da kaptırdım diye hayıflanıyordum hala. Hay ben böyle Ramazan’a, diyecektim ki tam o sırada, mahallenin camisinin yanından geçerken otuz senelik cami imamımız Hüseyin Hoca seslendi bana. Akşama caminin arka bahçesinde iftar yemeği verilecekmiş. Vakit namazlara gelsen haber ederdik de gelmiyorsun ki, diye fırça attı bir güzel. Evde oluyorum işte, diye geçiştirmek istedim. Aradan camide de kıl bir iki vakit, geçen Cuma da yoktun şehirdeki camilere mi gidiyorsun, diye üsteledi. Namaz kılmıyorum da diyemiyorsun ki imama. Oruç niye tutuyorsun demezler mi adama… Yok, canım demezler herhalde, onun yeri başka onun yeri başka. Açlığımı hatırladım birden. Hem aç karnına da düşünülmüyordu zaten. Akşam gelirim, dedim. Akşama ne kaldı yahu, dedi. Zorla tutup arka bahçeye götürdü beni. Bir de ne göreyim. Upuzun bir masa. Üstü tencereden görünmüyor. Bu ne, diye sordum. İftar için hazırlattık, dedi Hüseyin Hoca. Bunların hepsini kim yiyecek yahu, diye söylendim. Yenir yeniiir, sen merak etme, dedi, maksat birlikte olmak. Hoca beni masanın etrafında bırakıp camiye doğru yollanmıştı. Tencereleri karıştırayım dedim. Soğuk yenecek yemekler masanın üstündeydi. Zeytinyağlılar, tatlılar, börekler… Masanın hemen yakınındaki ateşte de iki büyük tencerede çorba ile pilav vardı. Güveci de fırına vermişler meğer pişirsin diye. Sonradan öğrendim. Bu kadar yemeği kim yiyecekti? Bir yemeklere bakıyordum bir caminin minaresine.
Usul usul oradan ayrıldım. Kimseye seslenmedim. Kimsenin de yokluğumu fark edeceğini sanmıyordum. Eve geldim. Akşam ezanının bir an önce okunmasını diliyordum. Açlık yeniden hissettirmişti kendisini. Takvim yaprağına baktım. Yarısından çoğu duruyordu Ramazan’ın. Yaprağı kopardım. Bugün: Kars’ın Selçuklular tarafından fethinin yıldönümü idi. Hacı Bektaş-ı Veli’nin vefat ettiği gün… Gündüzün kısalması: 2 dakika. Arkasını çevirdim. Erkek ismi: Ramazan… Kız ismi: Zakire… Yemek: Şehriye çorbası, sulu köfte, muhallebi… Takvim yaprağının arka kısmındaki yazıdan, kalın harflerle yazılmış olan ve hadis olduğunu okuduğum cümle idi bir de dikkatimi çeken: “Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzluktan başka bir şey elde edemezler.” Neydi bu şimdi? Ne demekti? Dedim ya aç karnına da düşünülmüyordu… Derken ezan okunduğunu duydum. Sofraya geçtim. Çorbamı bir çırpıda içtim. Az önce okuduğum cümle defalarca ve defalarca tekrarlandı zihnimde: Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzluktan başka bir şey elde edemezler. Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzluktan başka bir şey elde edemezler. Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzluktan başka bir şey elde edemezler. Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzluktan başka bir şey elde edemezler. Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzluktan başka bir şey elde edemezler. Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzluktan başka bir şey elde edemezler. Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzluktan başka bir şey elde edemezler…
Yemeğimi bitirip masadan kalktım. Televizyonun karşısına geçip biraz keyif yapma zamanım gelmişti. Güzel bir film bulup izlemeye başladım, masadayken zihnimde çınlayan sözün ne olduğunu, çoktan unutmuştum bile.