Işık Yanar İle
“ Taşrada insanlar birbirine uzaktır.”
Hazırlayan: M. Akif Kuruçay
Mahalle Mektebi okuyucuları için Işık Yanar ile son romanı Şemsiye Tamircisi üzerinden roman, hakikat, yabancılık ve mekân ilişkisi üzerine konuştuk. Bu yazarın ikinci romanı. İlki olan Dört Âdem, Hece Yayınları arasında neşredildi ve olumlu tepkiler aldı. Yanar, İskenderunlu. Kendisiyle Konya’da öğrencilik yaptığı yıllarda, dönemin meşhur mekânı Kitapçılar Çarşısı’nda tanışmıştık. Şimdi o çarşının da, bizi buluşturan ortamların da yerinde yeller esiyor. Ama onunla olan dostluğumuz baki şükür ki. Hayatına İstanbul’da devam eden yazar, şu an yeni romanı üzerinde çalışıyor. İyimser bir tahminle yeni roman yeni yılın sonbaharında yayımlanacak.
Sondan başlayalım, romanınızda mekân hacmini aşan büyük bir kırılmanın yaşandığı bir sahne olarak kurgulanmış. Mekân seçiminiz ve betimlemeleriniz karakterlerin dünyasında yaşanan hayal kırıklıklarının şiddetini daha derin hissetmemizi sağlamak için sanki. Ne dersiniz?
Romandaki akış, birinden diğerine geçen yani iletilen bir hayal kırıklığı üzerine bina edildi. Burada elbette basamak basamak en büyük yanılgıya doğru ilerleyen bir kurgu var. Bütün her şeyin bir sebebi, her şeyin yani ailenin bütün kaderinin buna bağlı oluşu bir gerginlik de yaratıyor. Senin de çok doğru tespitinle aslında bu durum büyük bir sahne olarak görülüyor. Romanda zamanın bir buçuk günde toplanmış olması da elbette olayın bütünlüğünü kavramak açısından önemliydi.
Peki bu kadar kısa olmasının özel bir nedeni var mı?
Özel bir nedeni yok fakat, olaydan kopmamak ve yüzlerce sayfada verebileceğiniz olayları, ayrıntıları gazete kupürleriyle anlatmanın geçmişin şimdisinden bizi koparmayacağını düşündüm. Tabii ki yine adım adım ilerleyen bir roman kurabilmek de mümkündü ama bunun bizi ailenin asıl trajedisinden koparacağını düşünüyorum.
Dinlerin yayılmasında, fikirlerin geliştirilmesinde, ideallerin gerçekleştirilmesinde, büyük mekânların işlevselliği tartışılmaz bir gerçek. Siz başkarakter özelinde “düşünce evreni”ni ana mecrasından çıkararak taşraya taşımakla tam olarak neyi amaçladınız?
Asıl problemlerden birisi de Refik’in niye oraya gönderildiği. Bugün de birçok kurumun işleyişi böyle, maalesef ama işte buradan başka bir alegoriye gitmek de mümkün gibi. Nedir bu? Her ideal bizi hayatın dışına taşırıyor, sonra orada, burası kuş uçmaz kervan geçmez bir kasaba olsa da, terk ettiğimiz şeylerin silik izlerine takılarak kör topal yürümeye çalışıyoruz. Ama Refik bunu hatıra getirmemeye, karısının dönüş beklentileri içerisine girmesini engellemeye çalışarak hayatını sürdürüyor. Gerçekten, kazanacağından emin.
Baş karakter temel özellikleriyle bir kentlidir; bununla birlikte kendini bağımlı hissettiği mekân, olanca durgunluğuna, kımıltısızlığına rağmen karakterin kişilik ve beklentilerinde herhangi bir sapma, bozulma yaratamaz. Taşranın iktidarsızlığı mı, yönelmenin, adanmışlığın gücü mü öncelikle vurgulanmak istenen?
Refik, bir kentli, eski bir futbolcu ve futbolla kurduğu ilişkiyi, göreviyle de kuruyor. Kendisini adadığı şeye inancı, kendisini öldürtecek kadar derin. Şefkat’in tabiriyle “Çok garip bir adam ama iyi bir insan.” Taşra durgunluğuna insanların neler taşıdıklarını göstermesi açısından da önemli bir karakter. Kendisini adadığı şey tarafından öldürülmesi… Aslında farkında olsak da olmasak da bunlar bizi öldürüyor aslında; bu adanma etrafında edindiğimiz alışkanlıklar.
Başkarakter bir benzeri olan başkasının yerine kendisine verilmiş mistik bir vazifeyi ikmal için gelir; yalnız mekânın tam anlamıyla yabancısıdır. Kasabalılar ve hatta aile bireyleri, başkarakterin hakikat beklentisiyle (mesajıyla da diyebiliriz) özdeşleşmiş görünmezler, ilgisizdirler. Bireyler arasındaki kopukluk ve yabancılaşmayı birincil ilişkilerin yaşanageldiği taşra üzerinden yansıtmanız oldukça ironik. Fazla karamsar bir tablo değil mi? Gelecekle yakın ilgili sosyolojik bir tez mi bu yoksa?
Taşrada, etrafıyla ilgili olmayan aileler vardır. Yani taşrada herkes birbirinin yakını dostu değildir. Çocuklar hariç; tabii onlar okulla ya da farklı ilgilerle bu hayatı orta yaşa kadar yayarak yaşarlar; ilişkiler, belki birbirlerini sürekli görmenin doğurduğu bir sonuç olarak, aslında çok uzaktır. Buna birçok şeyin katkıda bulunduğunu düşünebiliriz: İnsanlar aileleriyle (akrabalarıyla bile o kadar değil) daha çok ilgilidirler. Mesela bir misafirin gelmesi olaydır ya da ile veya ilçeye gitmek ciddi hadiselerdir.
Finalde her şey boşluktadır. Hiçbir taş yerine oturmaz. Başkarakter binbir özenle beslediği ve kendisini hakikate taşıyacak (ya da hakikati kendisine taşıyacak) olan kırat tarafından öldürülür. Beklenenin yerinde oturan, yani kıratın üzerinde kendisine dönen ise kitapta diyalog kuramadığı net olarak vurgulanan tek karakter olan oğludur. Dışarıdan zaten anlaşılmaz bulunan bu zorlu bekleyiş, finalde yıkıma dönüşür. Oysa okuyucu –gazete kupürleri vasıtasıyla falan yansıtılmaya çalışılmış- sabırlı, fedakârane bekleyişin meyvesine, mutlu bir neticeye hazırlanmıştır. Bu beklenmedik son, belki de romanın başarısı buradadır, okuru hayat ve beklentiler üzerinde düşünmeye zorlar. Yani diğer romanların aksine, kitabın son kelimesiyle her şey henüz başlamış gibidir. İsa’nın hikâyesini yazmayı düşünür müydünüz?
İsa’nın trajedisi hayatı yorumlama becerisinin babası tarafından çalınmış olmasıyla ilgili. Bu çalınma anı, aslında çok daha gerilerde İstanbul’da gerçekleşmiş ve bütün aile bundan nasibini almış. Herkes kendi hayatında bunun izlerini yaşıyor ama anne hariç hiçbiri bunun farkında değil. Kadınların olumsallığı hayatı devam ettiren bir şey gibi… O yüzden kadınlar daha mantıklıdırlar. Ama elbette bu mantığı çevreleyen şeye de erkekler hakim. İsa bu hakimiyeti bir türlü kuramamış ama nedenini de anlayamıyor. Zaten içinde bulunduğunuz durumu içindeyken mi acaba daha doğru kavrarsınız yoksa çok sonra “vay anasını neydi o zamanlar” diye gülerek andığınız zaman mı? Finale gelince elbette gerçeğin kendisi acı ya da tatlı olabilir fakat insanlar onu olduğundan daha farklı düşünmek isteyerek başka gerçeklikler kuruyorlar. Bu bazen takvimde bir yaprak oluyor bazen senin de çok doğru bir şekilde tanımladığın gibi yıkımlara yol açıyor. Bence İsa, böyle kalmalı diye düşünüyorum.
O zaman başka bir konuya sahip romanla devam edeceksin?
Şemsiye Tamircisi, böyle kalmalı ve devam edilmemeli bence. Tabii, başka bir roman için çalışıyorum. İnşallah 2012 Eylül – Ekim aylarında bitirebileceğimi düşünüyorum.