İsmail Özen – Sakallı Raif
Salkım söğütlerin arasından incecik bir ay görünüyor. Bir karahindiba tüyü paraşüt gibi süzülerek masaya iniyor. Arkamdaki kavaklardan fesleğen kokulu serin bir hışırtı geliyor. Üşüyorum, kollarımı bacaklarımın arasına sokup biraz daha büzülüyorum. Ee, diyorum, sonra? Beni görmüyor, arkasına dönmüş, çaycı çocuğa iki çay işareti yapıyor. Çocuk yaklaşıyor, iki çay, diye tekrarlıyor. Şahin’in oğlu, diyor, hatırladın mı? İntihar etmişti. Masaların arasından uzaklaşan delikanlıya bakıyorum; uzun boylu, sarı saçlı. Babasına benziyor. Şahin çocukluğumuzun kahramanlarındandı, farklı bir havası vardı, yakışıklıydı, bir yetişkin olmasına rağmen Tex okurdu, iyi futbol oynardı. Duymuştum, diyorum neden sonra, biz gittikten sonra olmuş ama duymuştum. Ondan sonra Sakallı Raif de intihar etmişti, onu hatırlıyor musun, diyor. Bakışları gene alnımdaki kırışıklarda, ağarmış şakaklarımda. O daha önceydi, diyorum, kasabadan ayrıldığımız yıldı. Doğru ya, o daha önceydi, diyor, arkasına yaslanıyor. Çocuk çayları getirip masaya koyuyor. Bir sigara daha yakıyorum. Sonradan hakkında anlatılanları duydun mu, diye soruyor. Bu kez bakışları arkamda, belirsiz bir noktada. Sakallı Raif’in mi, diyorum. Evet, diyor, ölümünden birkaç yıl sonra yeğenleri geldi, mermerden bir mezar taşı yaptırdılar, babaları vasiyet etmiş. Taşçı’ya Sakallı Raif’le ilgili birçok şey anlatmışlar. Susuyor, anlattıklarının yüzümde oluşturacağı merak duygusunu görmek ister gibi bakıyor. Birkaç kez başkalarından duyduğum şeyi bir kez de ondan duymak istiyorum. Ne anlatmışlar, diye soruyorum. Bunlar, diyor, Sakallı Raif’le kardeşi gençliklerinde bir tayfayla Balya’dan Burhaniye’ye zeytin toplamaya gidiyorlar. Tayfanın içinde Sakallı Raif’in yavuklusu da varmış. İşlerin bittiği son gün kızla Sakallı Raif anlaşmışlar, kaçacaklar yani. Kardeşi ve patronlarının oğlu bunları bir traktörle Burhaniye’ye bırakacakmış. Sabah kalktıklarında çok şiddetli bir yağmur yağıyormuş, giyinip evden çıkmışlar, kızla buluşmayı kararlaştırdıkları yere gitmişler. Kız gelmiş ama eşyalarını alamamış, üstelik iliklerine kadar da ıslanmış, bir köşeye büzülmüş bunları bekliyor. Üstünde kaftanı bile yok. Neyse traktörle kadınların kaldığı evin yakınına gelmişler, Sakallı Raif inip kızın çantasını almaya gitmiş. Kimseye görünmeden çantayı alıp gelmiş ama indiği yerde traktörü bulamamış. Ondan sonra ne yapmış bilmiyoruz ama birkaç gün sonra yavuklusunu kardeşinin kaçırdığını öğreniyor. Zeytinden döndükten sonra Sakallı Raif köyü terk ediyor. Kardeşi de dönmemiş zaten, birkaç yıl orda burda çalışmış, sonra da Fransa’ya gitmiş. Fakat on on beş yıl sonra köyüne dönüyor ve yaz tatillerinde kaldıkları büyük, bahçeli bir ev yaptırıyor. Emekli olduktan sonra da gelip o eve yerleşiyor. Sonrasını sen de biliyorsun. Susuyor, sigarasını derin derin çekiyor. İlginç, roman gibi gerçekten, diyorum, bir şeyler söylemem gerektiğini düşündüğüm için. Taşçı bunları anlatırken nedense Sakallı Raif’in görüntüsü gözümün önünden hiç gitmedi, diyor. Yüzünü hatırlıyor musun? Cevap vermiyorum. Kadınların gözleme yaptığı çadırın üzerindeki el dokuması kilimlere, küçük, taş döşeli yolların kenarlarındaki fesleğenlere, sardunyalara bakıyorum. Güzel yer yapmışsın diyorum, konuyu değiştiriyorum. Çok emek verdim buraya, diyor, biraz önce anlattıklarını unutmuş gibi, bakışları gururla parlıyor. Ellerimle bacaklarımı, sırtımı sıvazlıyorum. Üşüdün sen, içerden battaniye getirteyim, diyor. Yok, şunu içip kalkacağım, geç kaldım, diyorum.
Geçerken mutlaka uğra, beklerim, diyor, biraz sonra kalkarken. Arabanın yanına kadar geliyor. Vedalaşıyoruz. Arka koltuktan ceketimi alıp giyiyorum. Araba hareket ederken arabayı ve beni dikkatle süzüyor, sonra iki adım geri çıkıp kolunu kaldırıyor. Yüzümde otuz yıl öncesinden, çocukluğumdan bir şeyler aradığını hissediyorum. Birkaç saniye sonra, biraz önce birdenbire şiddetle istediğim gibi, kendimle baş başa kalıyorum. Gece karanlık ve kıpırtısız, yol boş. Güngörmez’e doğru ağır ağır yol alırken otuz yıl öncesine ait görüntüler yavaş yavaş suyun yüzüne çıkıyor ve kelimelere dönüşmeye başlıyor. Kırk beş dakikalık yol boyunca kafamın içinde tatlı bir hazla uğuldayıp duran cümleleri unutmamak için tekrarlayıp duruyorum. Eve varır varmaz terastaki küçük odaya çıkıp hızla yazmaya başlıyorum.
Bazen, çoğunlukla kasabanın pazarı olan cumartesi günleri, namazdan sonra babam öğle yemeği için eve misafir getirirdi. Bunlar genellikle çevre köy ve kasabalardan pazara gelen fakir insanlar ya da babamın çocukluğundan, gençliğinden tanıdığı eski dostları olurdu. Ama en sık gelen, caminin önünde küçük bir cam tezgâhta mis ve tespih satan ak sakallı, ihtiyar adamdı. Yörenin pazarlarını dolaşır, sair günlerde de caminin önünde, her zamanki yerinde olurdu. Cumartesi günleri elinde kiremit rengi tahta bir bavul ve siyah eski bir çantayla Korucu otobüsünden iner; siyah çantanın içinden katlanabilen iki küçük iskemle, misleri koyduğu küçük cam bir büfe ve diğer eşyaları çıkarır; caminin önünde tezgâhını kurardı. Üzerinde genellikle kirli, beyaz bir gömlek, üstü yağ bağlamış bir don lastiğiyle boynuna takılı kalın camlı bir gözlük, ayağında terzilere diktirilmiş, önünde sıra sıra plileri olan, biçimsiz yeşil bir şalvar olurdu. Büyük, siyah yağ gözenekleri olan basık bir yüzü, omuzlarından aşağıya doğru genişleyen bir vücudu vardı; hafiften arkasına kaykılarak yürür ve uzun, dalgalı sakalları rüzgârda uçuşurdu. Müezzin olmadığı zamanlarda camide gürül gürül akan, kontrolsüz sesiyle müezzinlik de yapardı. Evimize geldiğinde küçük camekânlı tezgâhını bir kenara koyar; sararmış, büyük bir şırıngaya çektiği ağır kokuları üzerimize püskürtürdü. Karakediyi, iğdeyi, narçiçeğini; kehribarı, Oltu taşını, kukayı ilk ondan duymuştum. Sofra ortaya konduğunda yüzüne mahcup bir sevincin parıltısı yayılır, yedikçe çenesi açılırdı. Anlattıkları hafızasından kusursuz bir durulukla akar, kelimeler ağzından tatlanarak çıkardı. Konuşurken daldan dala atlar, ağzındaki yemekleri diliyle evirip çevirir, derin derin nefesler alır; ormanların içinden geçen tren yollarından, ıssız köylerden, balık tuttuğu çamurlu derelerden, yoksulluk içinde geçen çocukluk yıllarından, Çanakkale’den, Biga’dan, Edremit’ten, Ayvalık’tan bahseder; gözleri uzaklara, çok uzaklara bakar, sanki anlattığı yerleri görürdü. O anlatırken ben de ağzının kenarlarında titreşip duran sararmış ak sakallarına bakar, hiç gitmediğim bu yerleri, görmediğim insanları hayal etmekten hoşlanırdım.
On sekiz yaşında ya var ya yokum, köyde Kulaksız’ın davarlarını güdüyorum, diye başlamıştı bir keresinde. Kulaksız dediğin adam köyün en zengini, Cevizlibağ’da büyük bir sayası vardı o zamanlar. Geceleri de orada kalıyor, haftada bir gün öteberi almak için köye iniyordum. Temmuz veya ağustostu, hava nasıl sıcak, insanı elden ayaktan kesiyor. Öğleye doğru hayvanları ağıla çektim, bir haran bulgur aşı yaptım kendime, yanına da koca bir tas ayran. Koca meşenin altına oturdum, soğanı kırdım, çaldım kaşığı bulgura. Ama nasıl mübarek, bir bereketlendi bir bereketlendi, yedikçe artıyor sanki. Yiyemeyecektim amma, kalmaya yaramaz bu şimdi ekşir, dedim, inatla yedim, o bir haran bulguru bitirdim, ayranı da içtim amma oturduğum yerden zor kalktım. Karnım davul gibi gerilmiş böyle, zor nefes alıyorum. Bir de nasıl ağrıyor, midemi makasla kesiyorlar sanki. Ortalığı kolaçan ettim, ağılın kapılarını sıkı sıkı kapattım, köpekleri tembihledim, köye doğru koştum. Betim benzim atmış, her gören öyle diyor. Kulaksız’ın yanına vardım, o da görünce anlamış zaten, iş ciddi. Bir arabaya attılar bizi, yallah şehre. O kırk kilometrelik yolu nasıl gittik, Balıkesir’e nasıl vardık hatırlamıyorum, kıvranıyorum böyle. Vardık doktora, mide patlamış dediler. Cahillik işte, o kadar da yenir mi? Diktiler amma bana hep gene patlayıverecekmiş gibi geldiydi ilk zamanlar. Gönül rahatlığıyla yiyemedim içemedim oğlum senelerce. Aha ondan böyle kaykılarak yürürüm senelerdir, hâlâ da patlayıverecek gibi mi gelir bilmem? Önce canının sağlığı kuzum, en büyük nimet sıhhat. Ağzının tadı varsa her şey olur gider evvelallah.
Bazen de çocukluk anılarından anlatırdı. Bu yaşlı adamın çocukluğu bana öylesine uzak gelirdi ki başka bir dünyada olup bittiğini düşünürdüm anlattıklarının. Hatta onun da bir zamanlar çocuk olduğunu kabullenmekte zorlanırdım. O zamanlar yaşlıların hep yaşlı, çocukların da hep çocuk olduklarını düşünüyordum. Biz çocukken Kuran öğrenmek yasaktı oğlum, diye başlamıştı bir başka seferinde, Sarı Hacı vardı köyün bakkalı, belli saatlerde gizli gizli dükkânına giderdik, bize Kuran okumayı öğretirdi. Dükkâna vardığımızda rafların arkalarına, sattığı öteberinin arasına sakladığı Kuranları, elifbaları çıkarır, bize okuturdu. Amma çok da korkardı rahmetli, ikide bir kapıya çıkıp gelen giden var mı, diye sağa sola bakınırdı. Haklıymış amma adam korkmakta, bir gün jandarmalar geldi, nasıl olduysa, tam okumayı bitirdiydik de çıkıyorduk herhalde, ellerinde tüfekleriyle doluşuverdiler dükkânın içine. Nasıl kaçtığımı hatırlamıyorum, evimize kadar koştum, ahıra girdim, samanların altına saklandım, akşam anam hayvanları sağmaya girene kadar da çıkmadım. Sonra duyduk, dükkânı dağıtmışlar, Kuranları elif-baları da hep bulmuşlar, Sarı Hacı’yı da kelepçeleyip götürmüşler, hapse atmışlar. İki üç ay sonra geldiydi, Sarı Hacı. Amma beş on yaş daha yaşlanmış gibiydi.
İşte böyle, hikâyelerin biri biter biri başlar, yemek boyunca konuşurdu. Anlattığı yerleri ve kişileri biz de biliyormuşuz gibi, hiçbir açıklama yapmadan anlatır, konuşurken hop oturup hop kalkar, taklitler yapar, sesini değiştirir, yanakları şişer, iner; gözleri büyür, kısılırdı. O yıllarda -orta ikideydim- Balıkesir’de parasız yatılıyı kazandım ve kasabadaki hayattan yavaş yavaş uzaklaştım. Tatillerde geldiğimde onu caminin önünde, küçük saatçi dükkânının önünde görürdüm. Hep yaptığı gibi sokakta arkadaşlarımla beni gördüğünde tanımazdan gelir ama bazen de çağırıp o büyük cam şırıngasıyla üzerimize koku sıkar ve salavat getirmemizi isterdi. Sonraları caminin altındaki küçük dükkânların birinde kalmaya başlamıştı. Bir akşam kapının önüne koyduğu küçük tüpte menemen yaptığını, bir başka akşam da cami tuvaletlerindeki duş yerinden çıktıktan sonra, lavabodaki bir aynanın karşısında ıslak sakallarını taradığını görmüştüm. Uzun süre ona baktım, sakallarını tararken aynanın karşısında dalıp gitmiş ve dakikalarca aynı yeri tarayıp durmuştu. Sanki o zaman babamın ona karşı gösterdiği merhamet dolu sevgiyi biraz anlar gibi olmuştum. Elinde tahta bir bavul ve büyük bir çantayla yörenin kasaba ve nahiyelerinde dolanıp duran bu adam yapayalnızdı.
Sonra aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Arıların ve sineklerin uyuşuk uyuşuk vızıldayıp durduğu, durgun yaz günlerinden biriydi. İkindiden sonra evde, arka bahçede, büyük dutun altında çay içiyorduk. Kapı çalındı. Koşup açtım, gelenler cami cemaatinden birkaç yaşlı adamdı, babama fısılfısıl bir şeyler söylediler. Babamın yüzü değişti, yutkundu. Merak dolu bakışlarımıza rağmen hiçbir şey söylemeden yukarıya çıkıp abdest aldı. Çıkarken Sakallı Raif ölmüş, dedi.
Kalkıp terasa çıkıyorum. Saat gecenin üçü. Havadaki nem artmış, asmaların üzeri yağmur yağmış gibi ıslanmış. Uzanıp bir salkım üzüm koparıp yiyorum, sonra bir sigara yakıyorum. Hava çok durgun ama asma yaprakları arada bir hafifçe hışırdıyor. Ortalık nasıl da sessiz, insanlar uyuduğunda şehirler de uyuyor demek. Zihnim yeniden Sakallı Raif’e takılıyor. Ölümünden sonra kasabada aylarca sadece o ve ilginç ölümü konuşulmuştu ve bu garip adamın ölümü ve hayatıyla ilgili pek çok hikâye anlatılmıştı. Söylentilere bakılırsa o gün öğle namazını cemaatle kıldıktan sonra -o gün onu camide birçok gören vardı- Dadalar Deresi civarında bir bağa gitmiş, elbiselerini çıkarıp güzelce katlamış, bağdaki küçük sarnıcın duvarına özenle koymuş ve kendini kuyuya atmış. Kuyudan çıkartıldığında sağ elinin bileğine dolanmış mor taşlı, eski bir gümüş kolye varmış. İnsan hayatları nasıl da gizemle dolu, nasıl da anlaşılmazdı! Terasa çıkan metal merdivenlerden sessizce inip yatağıma uzanıyorum. Birkaç kez huzursuzca yatağımda dönüyorum. Yaşananlar yazdıkların gibi değildi, diyor biraz sonra içimden bir ses. “Bellek yalnızca bir koruyucu değil, bir arttırma aracıdır da…”* diyor ikinci bir ses. Neyi kastettiğimi biliyorsun, anlattıklarına yalan karıştırıyorsun, diyor ilk konuşan. Korkmuyor musun? Parmak ayı gösterdiğinde parmağa değil, aya bakılır, diye karşılık veriyor ikinci ses. Sokaktan ayaklarını sürüye sürüye biri geçiyor. Perdeyi aralayıp bakıyorum, karşı duvarda uzaklaşan ve öksüren bir gölge görüyorum. Başımı yeniden yastığa koyuyorum. Bilincim yavaş yavaş bulanıklaşıyor. Kafamda yazmaya oturduğumdan beri dolanıp duran başka bir cümle daha var. Çaresizce bir kez daha nereden okuduğumu, kime ait olduğunu hatırlamaya çalışıyorum. “Yeni bir insanla mı tanıştınız, tüm tecrübelerinizi unutun.” Gerçekten kime aitti bu söz?
*Sören Kierkegaard, Baştan Çıkarıcının Günlüğü