İsmail Özen – Salyangoz Toplamaya Gidiyoruz
“Hepimiz hüzünlüyüz Horacio, çünkü her şey öylesine güzel ki şu an…”
(Julio Cortazar, Seksek)
O gün ikindiye kadar evden çıkamadım. Tarkan’ın son sayısını beşinci kez okudum. Tepesini ısırdığım kalemimi açtım, Tarkan ve Ursula’nın resmini çizdim, arada bir kalem kutumu kokladım, üşüyünce battaniyenin altına girdim. Alnımı cama dayayıp yağmura baktım. Günlerdir bir duruyor bir yağıyordu. Babam taşlıkta odun kesiyor, annem mutfakta turşu yapıyor, arada bir bağırarak konuşuyorlardı. Sonra babama biri seslendi, babam at arabasına binip gitti, ben de evden çıktım, yağmur dinmişti. Park Kahvesi’nin bahçesinde yazdan kalmış tentelerin altında baş başaltı oynayan çocuklar vardı. Ellerimi gocuğumun ceplerine soktum, oyunu seyrettim. Gökyüzünde savrularak uçuşan sığırcıklara baktım. Hava giderek serinliyordu, oyun tatsızdı. Bağrışarak oynuyorlar ve sürekli küfrediyorlardı. Kalkıp Alan Camii’nin altındaki Gameda’ya doğru yürüdüm, yeni kitaplara bir kez daha baktım: “Judas”, “Kalleş”; “Judas”, “Seni Öldürmeye Geldim.” “Judas”, ne büyüleyici bir isimdi. Kapağında karlı bir ormanda üzerine kurtların saldırdığı bir kovboy vardı. Birini elindeki tüfekle karnından vurmuştu. Başka bir kitabın kapağında büyük, karanlık bir şehre doğru giden, açık pencerelerinden perdeleri savrulan bir tren vardı. Bilmediğim bir tat içimin kuytularında dolaştı. Pasajdan çıktım, yağmur yeniden yağmaya başlamıştı, belki bir şeyler bulurum umuduyla çatıların altından tamircilerin olduğu sokağa doğru yürüdüm. Çamurlu köy minibüslerinin, traktörlerin ve kamyonların arasında dolandım. Bir küçük rulman, iki tane kutup başı, biraz kablo buldum. Kabloların plastiklerini sıyırıp kutup başlarının çevresine doladım. Bakır iyi para yapıyordu. Geldiğim yollardan eve doğru gidiyordum, Şinasi’nin kahvesinin önündeki çocukları gördüm. Telgraf tellerine dizilmiş serçeler gibi görünüyorlardı. Elleri ceplerinde içerdeki filmi izlemeye çalışıyorlardı. Ta uzaktan, Şıpırt’ın dükkânının önünden Halil’in kapkara kafasını ve dimdik saçlarını gördüm. O tarafa doğru döndüm. Halil, n’apıyon len gene, dedi beni görünce, her zamanki gibi. Gameda’ya yeni kitaplar gelmiş, dedim. Alırsan bana da okutursun, dedi. Buğulanmış camlardan zar zor görülen filmi izlemeye devam etti. Yarın salyangoz toplamaya gidelim, dedim. Gidelim, dedi. O zaman okula gittiğimiz saattte Buick’te buluşalım, dedim. Olur, dedi başını çevirmeden.
Sabah erkenden kalktım, giyindim, evden çıktım. Beni sokağın başındaki arsada arka kapıları tersine açılan, lastikleri inik, terk edilmiş külüstür Buick’in içinde bekliyorlardı. Ön camdan başını uzattı, hadi goz toplamaya, kalkıyor, diye bağırdı Tatü, Paylan’ın muavinini taklit ederek. Sevinçle koştum, içinden süngerleri ve telleri çıkmış, yırtık arka koltuğa, Samik’in yanına oturdum. Ekşimiş bulgur aşı gibi kokuyor, pörtlek yeşil gözleri ve uzun kulaklarıyla bir koyuna benziyordu. Burnunu çekti, Turgut’la Sülo el fenerleriyle geceden gitmişler, dedi bana doğru dönüp. Sus len, sen izin verilince konuş hırt, dedi Tatü; filmlerdeki kötü adamlar gibi, dilini ağzının kenarından çıkardı, arka koltuğa doğru uzandı, eliyle vurur gibi yaptı; devam et, diye bağırdı sonra, gene Paylan’ın muavinin sesiyle. Ağzından tükürükler saçarak arabayı çalıştırdı Pördi, gazı kökledi. Yol taşlı, Buick tangır tungur gidiyor, Pördi ikide bir kornaya basıyor. Virajları dönerken lastikler, San Francisco Sokakları’ndaki arabaların lastikleri gibi cayırdıyor; biz de bağrışarak yanlara doğru yatıyoruz. Epey gittik, sonra Pördi’nin gırtlağından çıkan uzun, sert bir fren sesiyle durduk, başlarımız öne doğru savruldu. Yol bitti, dedi Pördi, direksiyonu bıraktı; herkes insin, bundan sonrasını yürüyerek gidecez! İnin lan, diye bağırdı Tatü de, arkaya doğru dönüp. Naylon gübre çuvallarından yaptığımız kepeneklerimizi, sopalarımızı ve torbalarımızı alıp indik. Eski değirmenin arkasına gidelim, oradakiler nah böyle böyleydi geçen sefer, dedi Tatü’nün kardeşi, yumruklarını göstererek. Baba nereye derse oraya gideriz, oğlum, dedi Tatü; bir av köpeği gibi, yalaka yalaka Pördi’ye baktı. Baba nereye derse oraya gideriz, dedi Samik de kendi kendine konuşur gibi. Önce sebze bahçelerine, sonra eski değirmenin arkasına gidelim, dedi Pördi.
Kepeneklerimizi gocuklarımızın üstüne giydik, paçalarımızı çoraplarımızın içine sokup arsadan çıktık, ilkokulun altından geçen sokağa saptık. Yağmur ılık ılık yağıyor, kepeneklerimizin üzerinde tıpır tıpır ses çıkarıyordu. Hava sapsarıydı. Okulun bahçesinin duvarlarına kırmızı boyayla “Kahrolsun Faşizm”, “Tek Yol Devrim” yazılmıştı. Harfler aşağıya doğru akmıştı. Durup baktık. Korku veren bir şey vardı yazılarda. Bu yazılar burda dün yoktu, gece yazmışlardır, dedi Pördi, sesi fısıltı gibi çıktı. Gece yazmışlardır, dedi Samik de. Her denileni tekrarlama len, dedi Tatü. Anarşikler yazmışlardır, dedi Tatü’nün kardeşi. Anarşik değil, anarşit len, dedi Tatü, bir şaplak vurdu kardeşine. Pervin’in abisi Yüksel abi anarşitmiş, dedi Pördi; kimseyle konuşmuyor, kalın kalın kitaplar okuyor. İlkokulun altındaki caddeden Çetmi Alanı’na doğru döndük. Ağlasana, ağlasana, diye mırıldandı Tatü’nün kardeşi. Ağlasana, demiyor len salak, anlasana, diyor, kaç kere söyledim, dedi Tatü kardeşine, tekmeyi yapıştırdı, yere düşmüş bir çöp varilinin kapağının altından kuyruğu görünen kediye bir taş attı, kötü kötü güldü. Tatü çok gaddar, kıpırdayan, uçan her şeye taş atıyor. Kardeşi de tuhaf, tekmeyi yiyince neşelendi, biraz koştu, yüzünü bize doğru döndü, karnının üzerindeki hayali gitarın tellerine dokundu; müzikle girdi, sonra hep beraber söylemeye başladık:
“Yaz dostum, güzel sevmeyene adam denir mi Yaz dostum, selam almayana yiğit denir mi…”
Yaşa lan, dedi Pördi, parça bitince, Tatünün kardeşine bir tekme de o vurdu. Bu it her türlü müziği ağzıyla yapıyor, dedi Tatü de. Arkada kalan homo olsun, dedi Pördi, koşmaya başladı; sopalarımız ve torbalarımız ellerimizde susadan aşağılara, aşağılara, aşağılara doğru koştuk, evler bitti. Ben koşunca karşıdaki tepeler de koşuyor, dedi Tatü’nün kardeşi. Ben koşunca da tepeler, ağaçlar ve evler koşuyor, dedi Samik. Yağmur biraz daha hızlandı, ağızlarımızı açıp damlaları havada yakalamaya çalıştık, ağaçların gövdelerine ayaklarımızla vurup birbirimizi ıslattık. Yol kenarında altında yemyeşil otlar görünen, yağmur damlalarının çimdikleyip durduğu, dupduru, ayna gibi su birikintileri vardı; basıp bulandırdık, içlerine girip tekmelendik, ayakkabılarımızın içi suyla doldu. Yağsın yağsın, daha çok yağsın, dedi Pördi; hepsi dışarıdadır şimdi, kesin beşer kilo toplarız. Kesin beşer kilo toplarız, dedi Samik de, birden neşelendi. Gece, nasıl yağdı, duydunuz mu, dedi Tatü’nün kardeşi; ortalığı sel götürdü. Duydum, dedim; gök boşaldı sanki. Kocaçay gece boyunca kırarmış, yosundan saçlarını sürüye sürüye yaşlı bir kadın gibi sokaklarda gezinip durdu; şırıltısını dinledim. Birkaç kere kalkıp pencereden baktım, sokaklar yemyeşil, bulanık bir akvaryum gibiydi; sazanlar, bıyıklılar, karacamelezler, kayabalıkları, kapkara yılanlar, yaşlı, çirkin kaplumbağalar; şişman, patlak gözlü, hantal kurbağalar ortalıkta dolanıp duruyordu. Hadi len, sen gene hayal görmüşsündür, manyak, dedi Tatü; dişlerinin arasından tükürdü, kötü kötü güldü.
Çitlerin üzerinden sebze bahçelerine doğru atladık, ayak bileklerimize kadar çamura gömüldük. Karıkların içi suyla dolu, yürüdükçe ayaklarımız ağırlaşıyor, pabuçlarımızda biriken çamuru çitlere, çimenlere, ağaç kütüklerine siliyoruz. Samik’in arkaları boydan boya yırtılmış kara lastikleri yürüdükçe vırç vırç diye ses çıkarıyor. Yağmurla yıkanmış otlar pırıl pırıl parlıyor. Anıların, umutların kaldı bende; ağlasana, ağlasana, diye mırıldandı gene Tatü’nün kardeşi, yan yan abisine baktı, sırıttı. Ağlasana demiyor len salak… aha, dedi, tam o sırada Samik, siftahı yaptık; iki elleriyle kesilmiş bir kavak kütüğünün üzerine balıklama atladı, ilk salyangozu aldı. Önce ben görmüştüm, lan, dedi Tatü, Samik’in elinden salyangozu aldı. Samik burnunu çekti gene, sonra koluyla burnunu sildi. Bunlar da dokununca hemen boynuzlarını çekiyor, dedi Pördi, işaret parmağıyla salyangozun içine çekilmiş antenlerine dokundu. Onlar boynuzları değil, gözleri oğlum, dedi Tatü; baksana uçlarında küçük siyah noktalar var. Bahçenin dört bir yanına dağılıştık. Aha, dedi Samik; marulların, pırasaların, ıspanakların arasından, aha dedim ben, kızıl renkli, siyah çizgiliydi; kocaman bir lahana yaprağının uçsuz bucaksız yeşilliğinde sessiz bir tank gibi gidiyordu. Ellerimizdeki sopalarla otların arasını karıştırıyor, yaprakların arkalarına bakıyoruz, bulunca “aha” diye bağırıyoruz. Aha!
Panayır yeri gibi lan ortalık, diye bağırdı Pördi, sürü halinde geziyorlar, ısırganların içi dolu! Sopalarımızla lağımlı suyolunun iki yanında uzanan adam boyu ısırganlara giriştik, hepsinin kellesini uçurduk; araları gezintiye çıkmış, yaprakların arkasına yapışmış salyangozlarla doluydu. Zengin olduk, diye bağırdı, Samik; pörtlek gözlerini daha da çıkararak, kıkırdadı, her gün toplayacam, evdeki paraları da katıp kendime bir Esem Sport alacam! Hani len sen izinsiz konuşmayacaktın hırt, dedi Tatü; bir ısırgan dalını sapından tutup Samik’in yüzüne doğdupduru, ayna gibi su birikintileri vardı; basıp bulandırdık, içlerine girip tekmelendik, ayakkabılarımızın içi suyla doldu. Yağsın yağsın, daha çok yağsın, dedi Pördi; hepsi dışarıdadır şimdi, kesin beşer kilo toplarız. Kesin beşer kilo toplarız, dedi Samik de, birden neşelendi. Gece, nasıl yağdı, duydunuz mu, dedi Tatü’nün kardeşi; ortalığı sel götürdü. Duydum, dedim; gök boşaldı sanki. Kocaçay gece boyunca kırarmış, yosundan saçlarını sürüye sürüye yaşlı bir kadın gibi sokaklarda gezinip durdu; şırıltısını dinledim. Birkaç kere kalkıp pencereden baktım, sokaklar yemyeşil, bulanık bir akvaryum gibiydi; sazanlar, bıyıklılar, karacamelezler, kayabalıkları, kapkara yılanlar, yaşlı, çirkin kaplumbağalar; şişman, patlak gözlü, hantal kurbağalar ortalıkta dolanıp duruyordu. Hadi len, sen gene hayal görmüşsündür, manyak, dedi Tatü; dişlerinin arasından tükürdü, kötü kötü güldü.
Çitlerin üzerinden sebze bahçelerine doğru atladık, ayak bileklerimize kadar çamura gömüldük. Karıkların içi suyla dolu, yürüdükçe ayaklarımız ağırlaşıyor, pabuçlarımızda biriken çamuru çitlere, çimenlere, ağaç kütüklerine siliyoruz. Samik’in arkaları boydan boya yırtılmış kara lastikleri yürüdükçe vırç vırç diye ses çıkarıyor. Yağmurla yıkanmış otlar pırıl pırıl parlıyor. Anıların, umutların kaldı bende; ağlasana, ağlasana, diye mırıldandı gene Tatü’nün kardeşi, yan yan abisine baktı, sırıttı. Ağlasana demiyor len salak… aha, dedi, tam o sırada Samik, siftahı yaptık; iki elleriyle kesilmiş bir kavak kütüğünün üzerine balıklama atladı, ilk salyangozu aldı. Önce ben görmüştüm, lan, dedi Tatü, Samik’in elinden salyangozu aldı. Samik burnunu çekti gene, sonra koluyla burnunu sildi. Bunlar da dokununca hemen boynuzlarını çekiyor, dedi Pördi, işaret parmağıyla salyangozun içine çekilmiş antenlerine dokundu. Onlar boynuzları değil, gözleri oğlum, dedi Tatü; baksana uçlarında küçük siyah noktalar var. Bahçenin dört bir yanına dağılıştık. Aha, dedi Samik; marulların, pırasaların, ıspanakların arasından, aha dedim ben, kızıl renkli, siyah çizgiliydi; kocaman bir lahana yaprağının uçsuz bucaksız yeşilliğinde sessiz bir tank gibi gidiyordu. Ellerimizdeki sopalarla otların arasını karıştırıyor, yaprakların arkalarına bakıyoruz, bulunca “aha” diye bağırıyoruz. Aha!
Panayır yeri gibi lan ortalık, diye bağırdı Pördi, sürü halinde geziyorlar, ısırganların içi dolu! Sopalarımızla lağımlı suyolunun iki yanında uzanan adam boyu ısırganlara giriştik, hepsinin kellesini uçurduk; araları gezintiye çıkmış, yaprakların arkasına yapışmış salyangozlarla doluydu. Zengin olduk, diye bağırdı, Samik; pörtlek gözlerini daha da çıkararak, kıkırdadı, her gün toplayacam, evdeki paraları da katıp kendime bir Esem Sport alacam! Hani len sen izinsiz konuşmayacaktın hırt, dedi Tatü; bir ısırgan dalını sapından tutup Samik’in yüzüne doğru savurdu. Ben her gün gara gazoz içip püsküt yiyecem, diye bağırdı, Tatü’nün kardeşi de. Kafamı çakal eriği çalılarının içine soktum, örümcek ağlarıyla kaplıydı, derin derin soluyan, karanlık bir orman gibiydi. Kurumuş bir meşe yaprağının arkasına yapışmış bir salyangoz; kırık, yosunlanmış cam parçaları; küflenmiş, yamuk bir çivi; bir at nalı, boyası dökülmüş bir gazoz kapağı, ölü bir uğur böceği, çürümüş yapraklar, otların diplerinde bitmiş, bakılmayı bekleyen minik, çelimsiz papatyalar vardı; baktım. Salyangozu aldım, bir taşı kaldırdım, altındaki bütün böcekler kaçıştı, küçücük bir sessizlik oldu; yapayalnız, ortalıkta kalakalmış gibi hissettim kendimi, taşın altındaki kuru topraktan çürüksü bir koku yayıldı. Karşı tepeden, Tekgözlerin sayasının oralardan bir yerden, bir köpek boğuk boğuk havladı. Bu, Deli Hasanların Aslan, orda ne işi var lan bu köpeğin, dedi Tatü’nün kardeşi, başka bir çalılığın içinden, kafasını kaldırıp şaşkın şaşkın o tarafa doğru baktı. Bu it, köpekleri sesinden bile tanıyor, dedi Tatü; keyifli keyifli güldü, bir ağaç mantarını ayaklarıyla ezdi, bir deve dikeninin kellesini uçurdu.
…
Böyle bir şeydi işte, ama kafamdakileri tam olarak anlatamadım yine; yoksul, hüzünlü ama güzel günlerdi. Ne zaman bulanık, kapkara bulutlarla kaplı, yağmurlu gökyüzüne baksam o günleri, çocukluğumu hatırlıyorum. Hafızamın derinliklerinde kasabaya, çocukluğuma dair buna benzer yüzlerce fotoğraf var. Akıp giden film kareleri gibi değil; donuk, durağan, siyah beyaz fotoğraflar. Birkaç yıl sonra kasabadan ayrıldık, babam at arabasıyla nakliyeciliğe İzmir’de, Mersinli’de devam etti. Gider gitmez kendine benzeyen adamları orada da hemen buldu, bir ay sonra yıllardır İzmir’de yaşayan bir adam gibiydi. Yıllarca yokluktan kasabaya dönemedim. Yirmi yıl sonra döndüğümde hayal kırıklığına uğradım. Başka bir yer gibiydi, çocukluğumda bıraktığım kasaba değildi. Oysa sokaklarında gezip çocukluğumu aramayı düşünmüştüm. Çocukluğumun kasabası ve çocukluğum, bu dünyada olmayan bir yerde, çizgi romanların, masalların dünyasında kaldı. Arkadaşlarla zaman zaman özellikle Tatü’yle görüştüğüm oldu ama yıllar aramıza bir mesafe sokmuştu, hiçbir zaman çocukluğumuzdaki sıcaklığı bulamadık. Tatü uzman çavuş oldu; kardeşi Halil kasabada, belediyede zabıta olmuş. Pördi Bursa’da taksicilik yapıyormuş. Samik babası gibi çoban olmuş. Yüksel On İki Eylül’de tutuklanmış. Bir yıla yakın cezaevinde kalmış. Çıktıktan altı ay sonra zatürreden ölmüş. Ne kadar sakin, ağırbaşlıydı ve kasabadaki herkesten farklıydı, davranışlarında bir soyluluk vardı. Bize çam ağaçlarının yongalarından gemiler ve arabalar yapıverirdi. Taze söğüt dallarından fıttik yapmayı da o öğretmişti bize. Külüstür Buick’i de özlüyorum, o çocukluk arkadaşlarımın en yaşlısıydı. Her gün sabahları ve akşamları onunla uzun yolculuklara çıkar, aşağıdan, susadan geçen arabaların gittiği uzak şehirlere onunla giderdik. Çok sonraları 1940 doğumlu olduğunu öğrenmiştim. Kafamın içinde hala yağmurlu pencerelerin ardında, o arsada duruyor. Ha hikâyenin sonu mu, hikâyenin bir sonu yok. O gün çok salyangoz topladık. Belirli mevsimlerde kasabaya gelip hamam çeşmesinin yanındaki harabe evlerde kalan Çingenelere satmak için koşarcasına döndük. Kaldıkları evin altları çürümüş, dökülmüş, iki kanatlı tahta kapısını uzun uzun çaldık, kimse açmadı. İçeride ses seda yoktu. Kapının tahta mandalını çevirip alt tarafları güherçile ile kaplı, isli, sıvaları kabarmış, dökülmüş, o uzun karanlık koridoru geçip iç avluya girdik. Şaşkınlık içinde sağa sola bakındık. Kimsecikler yoktu. Bahçede yan yatmış, zincirleri küflenmiş, eski bir bisiklet; bir at eyeri, tozlanmış gri kablolar, birkaç araba lastiği, rastgele atılmış eski elbiseler, ayakkabılar, adam boyu hatmi çiçekleri ve ortalıkta gezinen yüzlerce, binlerce salyangoz vardı. Gitmişler, dedi Tatü, sövdü. Gitmişler, dedi Samik de. Pördi, torbasındaki salyangozları çeşmenin yağlı boyayla boyanmış, kırık dökük yalağına boşalttı, biz de boşalttık, sonra duvarları tekmeleyerek evden çıktık.
Pördi, Tatü ve Samik külüstür Buick’le yeni bir yolculuğa çıktılar, ben koşa koşa Alan Camii’nin altındaki kitapçıya gittim, kitaplar hala vitrinde duruyordu: “Judas”, “Kalleş”; “Judas”, “Seni Öldürmeye Geldim” . Karanlık pasajın içinde vitrinde yansıyan donuk yüzümü gördüm.