Köksal Alver – Heykel
Sabah. Sonbahar. İstanbul. Gülhane. Heybetli çınarlar. Kuşlar. Ötüp duran, çınardan çınara uçan kuşlar. Yerlere düşen kuru yapraklar. Kıtır kıtır. Başka ağaçlar, başka kuşlar. İsimlerini bilmediğim…
Hafta içi. Tenha vakitler. Ben ve temizlik görevlileri. Tenha vaktin derinliği. İnsanın kendini gördüğü ender zamanlar. Temizlik görevlisinin elindeki süpürgenin bu sessizliği bozan ince sesi. Yanında sürüklediği el arabası. Terleyen alnı temizlik görevlisinin. Benim onu pür dikkat seyredişim. Benim kendimi pür dikkat seyredişim. Benim bir an kendimi kaybedişim. Tenhada. Tenha vaktin esrarında.
Bir banktayım sonra. Aşık Veysel’in yanı başındaki bankta. Ona bakıyorum. Aşık Veysel’in heykeline. Hüzünlü yüzüne. Kapalı gözlerine. Elinde sazı. Gömleğinin yakaları ilikli. Başında fötr şapkası yok. Neden? Boyun bölgesinde bir örümcek yuvası. Ceketinin üstünde lekeler. Yüzü kederli. Çizgili. Yalnız. Gülhane Parkı’nda. Bir heykel. İnsanın yalnızlığını derin derin anlatan bir heykel. ‘Dostlar beni hatırlasın.’ diyen bir adamın heykeli. Bu saatler tenha. Kimseler yok. Aşık Veysel de yalnız ben de yalnızım.
Ona bakarken hemen yanı başında, daha önce bir heykele bu kadar yakından bakıp bakmadığımı düşünüyorum. Bir heykelin sevimli olup olamayacağını. Heykelin soğuk mu sıcak mı olduğunu. Heykelin var oluş nedenini. Heykelin korkutuculuğunu. Heykelin ihtişamını. Heykelin garibanlığını. Okullardaki, kışlalardaki, meydanlardaki, parklardaki, bulvarlardaki, kavşaklardaki hatta tepelerdeki onca heykelin, bu cansız şeylerin, bu canı olmayan ama kan dondurucu güçleri olan bu şeylerin varlık nedenini düşünüp düşünmediğimi düşünüyorum. Bu faslın uzayıp gitmesini istemiyorum. Bu güzel sonbahar sabahını böyle bir meseleye ayırmak istemiyorum. Dönüyorum Aşık Veysel’e.
Cümbüşlü zamanlarda burası nasıl olur acaba? Hafta sonu mesela. Aşık Veysel’le fotoğraf çektirenler. Yanına varıp poz verenler. Sırtına tırmanan yaramaz çocuklar. Liselileri bir düşünün. Deli meşrepliler. Kızlar ve erkekler. Hayatı biraz şamata, biraz gırgır biraz aşk üçgeninde yoğuran o liselileri bir düşünün. Aşık Veysel’e neler yaparlar kim bilir? Üstüne yazı yazarlar. Sazını çalarlar. Boynuna kravat bağlarlar. Tozlarını silerler. Daha neler neler yapar bu liseliler!
Büyükler peki? Yok, büyükler öyle şeyler yapmazlar. Efendi efendi otururlar. Veysel’in hüznüne ortak olurlar. Dertlenirler. Üzülürler. Uzun düşüncelere dalarlar. Ah hayat, derler. Vah garibim, derler. Susarlar. ‘’Benim sadık yarim kara topraktır.’’ diyen Veysel gibi toprak olacaklarını, heykellerinin dikilip dikilmeyeceğini düşünüp dururlar. Kara toprağı sadık bir yar bilen adamın heykelini dikmeyi garip bir ironi olarak görürler. Böyledir büyükler işte. Ağır abiler ve ablalardır onlar. Hayat zaten bellerini bükmüştür. Bir de Veysel’le oyun onların işi değildir. Yalnızlığın heykeli olurlar. Sanırsın onlar da heykel!