Lütfü Şehsuvaroğlu – Hasret ve Divan Günleri
Etimesgut Büyük Ülkü Derneği başkanı oldum. 18 yaşıma yeni girmiştim. Hemen bir hamle yapmalıydık. Etimesgut’un Sesi adıyla bir dergi çıkardık. Liseyi bitirmiş Ziraat Fakültesi birinci sınıfında okuyordum. Yazları Şeker Şirketi’nin Vagon Kantarında muvakkat işçi olarak çalışıyordum. Gececiydim. Akşam yedi sabah yedi mesaisi. 12 saat. Gecenin yarısına kadar fabrikaya giren pancar yüklü vagonları tartardım, sabaha doğru da çıkan melas ve küspe vagonlarını… Sonra kömür sobasının yanına kıvrılıp uyuklar sabah altıda kalkar tartıların icmalini yapar günlük icmali de yedide Pancar Şefliğine bırakırdım. O gecelerde edebiyat ve fikir meseleleri ufkumuzu sarardı. Selahattin adında Atsız hayranı bir hemşehrim ile mülahazalar geliştirirdik. O sırada Atsız’ın Ötüken mecmuasını getirtir ve dağıtırdık.Sonra Hareket ve Nurettin Topçu, sonra Hisar dergisi ve Mehmet Çınarlı… Hisar’da Cemil Meriç okumaları…
Derken genel merkeze giriş… Bülten yazıları… Bildiriler… Kararlı ve sert demeçler…
Hasret dergisi Ankara İmam Hatiplileri olarak çıkarılıyordu ve genel merkeze alınmıştı. Orada yazarken aynı zamanda Türk Milliyetçiliğinin Tarihi adlı metin Millet gazetesinde tefrika ediliyordu. Bu metin İstanbul’da açılan bir yarışmada ikincilik ödülü almıştı. Birinci de o zamanlar asistan olan rahmetli Erol Güngör’dü.
Hasret dergisinde yazarken birden ekibe dahil oldum. Dergi aynı zamanda ocağın derin karargâhı idi. Muhsin Yazıcıoğlu, Mustafa Mit, Yılmaz Şenyüz, Burhan Kavuncu, Sefa ağabey(daha sonra rahmetli oldu) hem dergi çıkarırlar, hem ocağın istihbarat işlerini koordine ederlerdi. Giderek derginin baş sorumlusu olmaya başladık Burhan’la beraber… Okuyor, çalışıyor, yazıyor, tartışıyorduk. Derginin hamaliyesinden yazı işlerine; sonra matbaalardaki basım ve ardından dağıtım işlerine kadar her şeyini Burhan’la ikimiz yapardık. Bizden evvel Bahattin Ergezer, Nurullah Özcan, Osman Oğuz, Ali Batman, Ruhi Özbilgiç ve Şefik Kantar gibi arkadaşlar da emek vermişler. Fakat biz kendimizi fazla adamıştık. Neyse ki sonradan ekibe aldığımız arkadaşlar yükümüzü hafiflettiler. Naci Bostancı, Kemal Görmez, Mustafa Çalık, Mümtazer Türköne, Nihat Genç, Nuri Gedik, Yaşar Ateşsoy, Sami Uluçay, Muhlis Özturhan, Ozan Cengiz, Yusuf Taşçı, ve daha niceleri…
İstanbul’da çıkan Genç Arkadaş isimli dergiyi Türkeş Bey yasaklama kararı aldığında dergiyi yasaklayıp arkadaşları üzeceğimize Ankara’ya genel merkeze alalım dedik ve işimiz daha da arttı.
Bir de Divan maceramız var. Yüksek Öğretmen’de arkadaşlar çok güzel bir dergi çıkarıyorlardı. Edebiyat dergisiydi: Ülkü Pınarı…
Ayvaz Gökdemir’in hamiliğinde, Yılmaz Terzi’nin yöneticiliğinde, Ali Akbaş’ın ağabeyliğinde, Cemal Kurnaz, Ayhan Pala, Namık Açıkgöz, Abdullah Postallı(Yağmur Tunalı), Ahmet Nezihi Turan gibi arkadaşların gönüllerini koydukları bir dergi…
Bu dergiden de parti rahatsız olmuştu. Zaten Üniversiteliler Kültür Derneği’nin ittifak gibi katılımı baştan beri lideri rahatsız etmişti. Galip Erdem, Nevzat Kösoğlu, Sadi Somuncuoğlu, Nuri Gürgür, Acar Okan ve Ayvaz ağabeylere karşı her zaman bir mesafe koyan Türkeş, onları sevdiğimizi bildiğinden topluca Mitçi suçlamasını da yapmaz ama ara sıra birkaçı için ihsas ettirirdi.
Ülkü Pınarı’nın kapatılma kararını benim bildirmem gerekiyordu. Ben de toplantılarına gittim. Ali Akbaş abim durumu anlamıştı. Sanat edebiyat konuştuk. Aslında bana düşen ‘bugünden itibaren bu dergi kapatılmıştır’ demekten ibaretti. Böyle emirde robot uygulamalarının yanlışlığını idrak ettiğimden kendi irademi kullandım ve derginin genel merkeze alınmasıyla belki daha çok okuyucuya erişebileceğine dair incitmeden görüşler ileri sürdüm. Elbette ki ocağın kudretinden taviz vermeden hani…
Adı da değişti ve bir dergi daha kapatma yanlışına düşmeden tıpkı Genç Arkadaş’ta olduğu gibi hizip meydana getirmeden Ülkü Pınarı’ndaki kadroyu da alarak daha geniş bir kadroyla Divan dergisini çıkardık. Derginin başına Genel Yayın Müdürü olarak Beşir Ayvazoğlu’nu getirdik. Ahmet Turan Alkan da Genç Arkadaş’a yardımcı olacaktı. Ahmet Turan alkan daha sonra bunu kendisi yazdı ve ilk maaşıyla hanımına bilezik aldığını da ekledi. Her iki isim de Sivaslıydı ve Muhsin Başkan önermişti.
Divan’ın matbaadaki basımına kadar Beşir Beyle birlikte ilgilendik.
İlk sayıda biraz amatörlük oldu. Aslında ressam arkadaşımız Coşkun Karakaya’nın(12 Eylül olmadan rahmetli oldu) tasarımı tuğra biçiminde bir Divan başlığını beğenmiştik. Fakat orada Beşir Bey inisiyatif kullandı ve basit bir DİVAN hafif italik kapital bir karaktere karar verdik. Aslında Beşir Beyi kıramazdım. Dışarıdan bakılınca kendini beğenmiş, fedakârlık edemez, nazenin bir şairdi. Daha doğrusu hemen bütün ülkücüler öyle görürdü. Ben de ne kadar sağlam bir ülkücü olduğunu, aynı zamanda hareketimizin Yahya Kemal’i oluğunu ileri sürer arkadaşlarda sempati oluşturmaya çalışırdım.
Divan çıktı. On bin bastık ve sattı. İyi gidiyordu.
Yayın Kuruluna Ülkü Pınarı’ndaki arkadaşlara ilaveten Ali ağabey Musa Beyi de aldı. Çok iyi hikâyeler yazardı. Sadık Kemal Tural da girdi. Bizim dergi bürosunda (Dörtyol’da Yapıcıoğlu Apartmanında) Divan toplantıları da yapmaya başladık.
Bir ara Hergün gazetesinin bulunduğu binanın yedinci katını tuttum. Oradaki odamı siyaha boyattım. Bir inziva odası gibi…
Büyük salonu çalışma odam yapacaktı çocuklar; hayır dedim. Ben bu küçük odada çalışacağım.
Zaman zaman Umay Hanım, Emine Işınsu Ahmet Bican Ercilasun ve İskender Öksüz gibi hocalar da katılırdı. Altıncı sayıda Sadık Bey Türkeş’e gidip bir operasyonla dergiye el koydu. Beşir Beyi küstürdüler. Sadık hoca Yağmur’u düşünüyordu, ama Mehmet Önal dergiyi omuzladı sonra…
Divan böylece iki dönemli bir dergi oldu. Beşir Beyin dönemi ve Sadık Beyin dönemi…
Kendinden kapaklı, tantanasız, nümayişsiz dergi hasbi ve estetik bir dünya görüşünü paylaştı. Elli bin yüz bin basan dava dergilerinin yanında edebiyat ortamı stresimizi alırdı. ‘Üç parçalı biriydim üç ayrı kafeste’ mısraı olan bir şiirim vardı; ondaki gibi gerek 12 Eylül’den evvel gerek 12 Eylül’den sonra üç ayrı hayatı yaşadım. Edebiyatçı kimliğim, ocak başkanlığı ve adanmış kimliğim ve bir de bunlardan müstağni kendim…
İnsan bazen maziden izlere dönünce onları yeniden kurgulamayı haslet ediniyor; çoğunlukla farkında olmadan…
Hani bilerek yapanlar da yok değil…
Ülkü Pınarı’ndaki ekipte olan Yağmur da Divan’daki konumunu biraz hayatına anlam katmak için abartmış. Şöyle yazmış Kavga Günler adlı kitabında:
“Biz Yüksek Öğretmen Okulu’nun edebiyatseverleri ve edebiyatın da dergiciliğin de amatörüydük. Gücümüz, merakımızın ve dille verilen eserlerden aldığımız tadın bizi esir alacak kadar güçlü olmasındaydı. Yoksa, o şartlarda, Don Kişotluğu aşan bir işe girişmiştik. Pek çok kimse de, bu can pazarında, bu tip bir derginin gerekliliğine inanmıyor, bunu açıkça söylüyor ve pek azı da söylemese de aynı kanaati paylaşıyordu.
Ülkü Ocakları üst yöneticilerinde de bu hal sezilirdi. Onlarda başka bir şey daha vardı: Her başarılmış işi merkezin adıyla sunmak isterlerdi. Bizim dergi, neticede oraya bağlı bir öğrenci derneği tarafından çıkarılıyordu. Az çok başarılı olmuş ve kabullenilmişti, devamı daha güçlü şekilde gelebilecek haldeydi. Zor bir yol geçilmişti. Yeni isimler aramıza katılıyor, eskiler de kısa zamanda olgunlaşıyorlardı.
Genel Merkez, bu işe el koymak İhtiyacını duymakta gecikmedi. Muhsin Yazıcıoğlu Genel Başkan’dı. Lütfü Şehsuvaroğlu da yedek Genel Başkan’dı. Anarşi yıllarında, öğrenci, gençlik ve fikir dernekleri sıkça kapatıldığı için, tedbir olarak, hazır bir dernek, hemen devreye sokulabilecek halde tutulurdu.
Lütfi, Muhsin Başkan’ın yönetim kurulu üyesi ve stajda bir genel başkan adayı gibiydi. Edebiyata merakı vardı. Gelip gittikçe, “Dergiyi merkeze alacağız!” diyordu. Hepimiz, derginin başka yere nakledilmesinin, yetişmiş bir ağacı kökünden söküp başka yere dikmek kadar riskli olacağını anlatmaya çalıştık. Günlerce, bu derginin Yüksek Öğretmen çatısı altında çıkarılmaya devam ettirilmesini konuştuk. Ne dedik, ne ettikse anlatamadık.
Tabii ki Lütfi’nin dediği oldu ve bizim dergi merkeze alındı.
Merkeze alındı ve battı. O yıllardan bu yana Lütfi’ye” dergi katili” diye takılırım. Bu sıfatı hak etmese de, yavrusunu kaybeden bir ebeveyn ıstırabı duyarak, böyle takılmamı mazur görür.” (Yağmur Tunalı, Kavga Günleri, s. 165)
Sevgili Yağmur, bizim Mümtaz gibi tarihi yeniden ama kendi merkezli yazmaya kalkmış anlaşılan. Edebiyata meraklı birisi olarak hakkını teslim etmeliyim. Evet, iyi edebiyat yapmış.
Fakat anlattıklarının gerçekle ne kadar ilgisi olduğunu yine edebiyat ve yine edep çerçevesinde, düzeltmeye çalışayım.
Benzer bir maziyi yeniden inşa rahmetli Nevzat ağabey tarafından yapılmıştı da ben de vefatından evvel hatırlattığımda itiraf etmişti. Umulur ki bu hatırlatmamdan sonra Yağmur da Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın kaseti, Ülkü Pınarı ve Divan hakkındaki kurgularını kabul eder.
Osman Çakır’ın yaptığı nehir söyleşinin bir yerinde bizden bahsederken şöyle diyor. “Nihat Genç ile Lütfü Şehsuvaroğlu –ki o da içerde yattı- yayınevi kuracaklarmış. Alaattin’e gitmişler. O da onlara demiş ki çok kazanmak istiyorsanız Nevzat abinin kitaplarını basın.” Sanki o zaman Nevzat ağabeyin kitabı var? Nevzat Kösoğlu’nun ilk kitabını ben bastım. Neden? Cezaevinde ve Mamak mahkeme salonunda örnek direnişi yüzünden.. Allah rahmet eylesin. Gönlümüze taht kurdu. Ben de Nihat’a dedim ki –Nihat çok hızlı ve iyi bir dizgiciydi de- Nevzat ağabeyin işte Söğüt ve Ocak dergisindeki yazıları. Bunları diz eksik kalırsa Alaattin beyden veya Nevzat ağabeydeki dergilerden tamamla. Küçük bir kitapçık düşündük ama kitap yazılar geldikçe büyüdü hatta kapağını altın yaldızlı bastık. Kitap Şuuru. Nevzat Beyin ilk kitabı ondan önce kitabı yok. Şimdi çok ama… Demek ki insanlar bugünden bakıp maziyi yeniden kuruluyorlar. 5000 kitabı da % 55 indirimle ANDA’ya verdim. Sonra da ANDA yandı dediler. O kitaplar da gitti…
Yağmur da meşhur kasetimiz, Ülkü Pınarı ve Divan macerasındaki yerini kurgulamış sonradan.
Bazı şeyleri bilmediğinden de olabilir, kendisinin mazideki yerini yeniden tayin arzusundan da… Keşke ben öldükten sonra yazsaydı. Mesela Muhsin Başkanla ilgili yazdıkları gibi… Yine de takılma faslındaki sevecenliğine hayranım. Eskiden de kimi zaman aruz denemelerini bize getirip okuduğunda veya birlikte TÖMFED’de kurduğumuz tiyatro hülyalarındaki hayranlığım gibi… Şimdi sevgili arkadaşımın yanlışlarını düzelteyim.
Yağmur maalesef, ‘Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın’ adlı kasetin yapımında o zamanki TÖMFED başkanı Haşim Akten’i ve emeğini hiç yâd etmemiş. Haşim projeyi getirdiğinde Ocağa – zira ocak faaliyetleri öyle dışarıdan empozelere hiçbir zaman açık değildi- zaten o vakitler bütün bir kitlece benimsenen ve benim 1977 Konak Sinemasındaki Ülkü Ocakları Kurultayında sunduğum sloganlardan olan Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın başlığının kasete verileceği baştan belli idi. Yağmur bu başlığı beğenmemiş olabilir ama yapacağı bir şey yoktu ve o zaman hiçbirimize bu görüşünü söylememişti. Böyle bir şey de takdir edersiniz ki imkân dahilinde değildi. Fakat belli ki yıllar sonra yani 12 Eylül’den çok sonra, Muhsin Başkan içerden çıkıp da vakıf ve sonrasındaki parti yıllarında kendisiyle karşılaşmasında bu görüşünü dile getirmiş…
Ülkü Pınarı Yüksek Öğretmende çıkan bir dergiydi. Doğrudur, Yağmur da vardı. Ayvaz Gökdemir himayesinde Yılmaz Terzi’nin başkanlığında Ali Akbaş’ın ağabeyliğinde çıkıyordu. Dümdüz bir kapağı vardı. Ülkü Pınarı… 500 adet basılıyordu. Heyette Cemal Kurnaz, Ayhan Pala, Ahmet Nezihi, Namık Açıkgöz de yer alıyordu. Bu küçük, kendi halendeki dergiden Başbuğ rahatsız olmuş, kapatılmasına karar vermişti. İşte Yağmur bunu bilmiyor demek ki… Genel merkez ya her başarılı girişimi uhdesine alırmış yahut kapatırmış hikâyesi doğru değil yani. Genç Arkadaş da Ülkü Pınarı da başbuğun kapatılmasına karar verdiği dergilerdi. Ama genel merkez olarak bizler emri o zamanlar olduğu gibi uygulama yerine arkadaşları küstürmeyelim diye kendimize göre uyguladık. Ne yaptık? Tıpkı Genç Arkadaş da olduğu gibi Genel Merkeze alacağımızı ve daha özenle, daha büyük tirajla çıkaracağımızı vaat ettik. Aslında bunların hiçbirine gerek yoktu. Emri olduğu gibi uygulamalı ve kendi adımıza dergi çıkarmalıydık demek ki… Ama ne olurdu o zaman? Gerek İstanbul’daki arkadaşlar gerek Yüksek Öğretmen’deki arkadaşlar başbuğa küsmüş olacaklardı. Ya da hizip olacaklardı. Olumlu düşünme bizi dergileri genel merkez himayesine almaya itti. Divan dergisi adına iki kapak hazırlandı. Birkaç toplantı yapıldı, tuğra gibi yazım sitili ile Divan adına bir dergi de hazırlandı ama basılmadı. Sonunda Beşir Ayvazoğlu ile ikimiz kafa kafaya verip sade DİVAN yazısı ile kendinden kapak dergi çıkarmaya karar verdik. İlk sayının mavi tramlı başyazısı –ki Beşir Bey yazmıştı- benim seçtiğim kalın noktalı tram yüzünden okunamaz biçimde çıkmıştı. Altı sayı kadar Beşir Ayvazoğlu’nun genel yayın yönetmenliğinde benim yani genel merkezin himayesinde çıktı dergi. Yağmur parayı nereden bulmuş da Divan’ı çıkarmış doğrusu hayret edilecek bir nokta. Ali Akbaş’a yahut heyetteki diğer arkadaşlara, Beşir beye, Cemal Kurnaz’a sorsa öğrenecek ama öyle yapmamış tarihi yeniden kurgulamış ve kendisini yayın sorumlusu hatta derginin sahibi yapmış. Fakat matbaa, mürekkep ve kâğıt kokularını güzel yazmış. Her halde sonraki hevesleri anlatıyor. “Merkeze alındı ve battı” diyor. Oysaki beş yüz adet basılan Ülkü Pınarı’nın yerine Divan dergisi on bin bastı ve sattı. Bu nasıl batma imiş? Ali Akbaş da Cemal Kurnaz da o günleri çok iyi anlatıyorlar. Genel merkez adına benim nasıl bir emirle geldiğimi az çok tahmin etmiş olmalılar ki “bu dergi kapatılmıştır” dememin yeteceğini biliyorlar. Onları ikna edici çabalarımı ve emri değiştirip inisiyatif kullanarak dergiyi merkeze alma kararımı yine takdirle anlatırlar. Ben de âdeta evlatlarının kucaklarından sökülüp alınması gibi duygu içinde olduklarını biliyor ve duygularını paylaşıyordum. Bu yüzden hepsiyle güzel ve sağlam bir arkadaşlığımız oldu. Yağmur’la da öyle olduğunu sanıyordum ve bazı teşkilatçı arkadaşların onun hakkında yaptıkları suçlamaları göğüslüyordum.
Divan altıncı sayıdan sonra Sadık Kemal Tural’ın kontrolünde ve Mehmet Ünal’ın yayın sorumluluğunda çıktı. O zaman Sadık Kemal beyle yakın teşriki mesai içindeydi Yağmur. Bazıları bu operasyonda parmağı olduğunu düşünüyorlardı ama belli ki Sadık Tural hoca Türkeş’e gidip Beşir beyin alınıp emanetin kendisine tevdi edilmesini sağlamış. 12 Eylül’den sonra çıkardığımız Millet gazetesinde de ben kültür ve sanat sayfasını yönetirken Sadık Bey yine benzer atraksiyonlarda bulunmuştu. Bana bir gün “Esat bey de Türkeş gibi yapıyor bir işi iki kişiye veriyor” demişti de ben ona “Sadık abi istiyorsan sayfanın sorumluluğunu sen al, zaten gazete çıkarmak başlı başına yorucu” diye cevap vermiştim. Yağmur da hep yanındaydı. Yani 12 Eylül’den sonra da hep yanındaydı. Divan dergisinde Beşir beyden alınıp kendisine verilmesi hususunda yaptığı itirazlardan haberim yok. Eğer doğruysa aferin. Demek ki görev Mehmet Ünal’a verilmiş. Fakat Ülkü Pınarı dergisinin başbuğ emriyle kapatılması yerine genel merkez himayesine alınması ve Divan adında daha çok tirajlı ve bütün Türkiye’ye ulaştırılacak bir dergi yapılması kararı bendenize yani genel merkeze aittir diyebiliriz. Yağmur bana, Ali Akbaş’a, Cemal Kurnaz’a sorup öğrense iyi olurdu. Kavga Günleri’ndeki Sadık Kemal Tural ile Türkeş Beyin makamına gidip gelmeleri bilmiyorum. Eğer 12 Eylül’den evvel hep birlikte olduğu Sadık Bey ona böyle bir oyun oynamışsa sonraki dönemde 1982’lerdeki beraberliğe ne demeli? Kitabının satır aralarında kendisinden ajan diye şüphelenildiğini ima ediyor sevgili Yağmur. Fakat bir elin, teşkilat içinde bir elin kendisini koruduğunu demek ki o zamanlar anlamamış…
VELHASIL, onlarca dergi çıkardım. Yedi sekiz derneğin başkanlığını yaptım. Bürokraside de en üst makamlara kadar geldim bu arada. Hiçbirini benimsemedim. Kendimi adadığım hatta kaybettiğim gecemi gündüzümü verdiğim vazifelerde bile… Her zaman bir üçüncü ben vardı. Yaptığım işlerin hiçbirini önemsemedim. Hep biz yaptık dedim. Fakat bazı arkadaşların küçücük mesailerini bile kutsaması karşısında yahu aslı şöyleydi demek lüzumu var ama sadece o kadar, fazlasını zul sayarım.
Üstadın dediği gibi: ‘Bakmayın gezdiğime meşhur Babıali’de/ Bulmuşum hayatımı bende bir tesellide…’