Mehmet Kahraman – Beni Öldürme
Karşısına oturdum. Bütün köprüleri atmış biri gibi eyvallahsız sırıttım. Sağ ayağımı sol ayağımın üstüne atıp ellerimi dizlerimde birleştirdim. O da aynısını yaptı. Yalnız, yüzü sert ve soğuktu. Akşamın gölgesi karşı duvarda uzuyordu. İçeride az önce şiddetli bir rüzgâr esmiş de yeni durmuş gibi bir hava vardı. İlk baştaki aceleciliğim yerini umursamaz bir rahatlığa bırakmıştı. Aslında ne yapacaksam bir an önce yapmalıydım. Zaman niyetimi öldürüyordu. Biraz daha beklersem yapamayacaktım, ellerim titriyordu.
Seninle konuşmak istiyorum, dedim.
Sözcükler neden bu kadar zor çıktı dişlerimin arasından anlamadım. Zaten onun için gelmemiş miydim buraya? Kendi kendime sorular sorup duruyordum. Gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Bir ölünün kayıtsızlığı vardı duruşunda. Ellerini dizlerinden çekmedi. Yüzünde hiçbir ifade yoktu. Donuktu. İlk kez karşılaşıyormuş gibiydik. Nerede nasıl davranacağını biliyordum oysa. Bu yüzden hiçbir hareketi beni şaşırtmıyordu. Daha önce dikkat etmemiştim, kendinden çok emin görünüyordu. Onun bu duruşu bende tedirginliğe neden oldu. Başaramayacağım sandım. İçim bir anda karıştı, kusacaktım az daha. Arka arkasına yutkundum. Korku mu heyecan mı olduğunu anlayamadığım bir duygu bedenimi esir almıştı. Acaba vazgeçsem mi diye tereddüt ettim. Bu yükten kurtulmak istiyordum ayrıca. Kaç kez niyetlendiysem de hep geri adım atmıştım. Ondan, onu incitmekten, sonra onun saygısını kaybetmekten korkuyordum. Düşmanı olmaktan da… Ona ihtiyacım vardı. En azından öyle olduğunu zannediyordum.
Konuşmasını, konuyu açmasını bekledim. Sorun nedir, falan dese sanki kendimi daha iyi hissedecek, biraz olsun korkularımı yatıştıracaktım. Fakat konuşmaya niyetli görünmüyordu. Beni çileden çıkarmak istiyordu anlaşılan; bazen baştan çıkardığı da oluyordu ya, genelde çileden çıkarıyordu. Ona en çok ihtiyacım olduğu anlarda beni hep terk ediyordu. Yine de onu bırakamıyordum.
Seninle ilgili ciddi sorunlarım var, dedim, daha doğrusu düşüncelerim…Konuşmamı burada kestim. Tek taraflı, teypten gelen ses durumu na düşmek istemiyordum. Karşılıklı olmalıydı ki ikna olsun. Bu susuş bir nevi baskıydı. Bir sinek vızıltısı dahi yoktu içerde. Ben susunca mecburen konuşmak zorunda kaldı.
Ne gibi? dedi.
Yüzü biraz soluk geldi bana. Hasta mısın, diye soracak oldum, sonra vazgeçtim. Alınmıştı belki sözlerime, belki de üzülmüştü? Bir şeyler sezmiş olmalı ki gözbebekleri titriyordu. Acımaya başlamıştım. Belki de bana öyle geldi dedim. Kendimi haklı çıkaracak bir şeyler aradım. Bu akla daha yatkındı. Sanırım ışıkla ilgili de bir sorun vardı. Sırtı pencere dönük olduğu için yüzü tam aydınlanmıyordu. Konumumuzu değiştirmeyi düşündüysem de bunu ona söylemedim.
Nelerden bahsedeceğimi önceden hazırlamış, günlüğüme yazmıştım. Ezberlemiştim belki de. Kolay olacaktı. Takıldığım zaman notlarıma bakmamda bir mahzur olmazdı. Ne de olsa bir hesaplaşmaydı bu. Kozlarımızı paylaşmalıydık. Onun duygusallığına ve zekice sorularına yenik düşmeyecektim. Bunları da düşünerek bir plak pratikliğinde sıralayıverecektim sözcükleri. Sıralayamadım. Bana, o ana kadar mantıklı görünen düşünceler bir anda içi boş çuvallar kadar anlamsız geldi. Afalladım. Neredeyse ağlamaya başlayacaktım. Elimi dizlerimden çektim. Elim ne kadar ağır geldi bana; yana salladım olmadı, göğsümde kenetledim olmadı; ellerim fazla gelmişti. Sonra kendisini taklit ettiğimi sanacaktı. En iyisi belime atmaktı. Rahatladım.
Sorun çok öncesine dayanıyor, diye konuya girmeye çalıştım: Seninle ilk tanışmamıza, ilk karşılaşmamıza… Hatırlıyor musun? Suratımda yeni yeni sivilceler çıkıyordu. Beyaz uçlu sivilceler. Ne kötüydüler. Ergenliğe yeni girmiştim. İçimde adını koyamadığım bir şeyler oluyordu. Yanmak ve donmak; soğuk ve sıcak gibi şey… Aklımı yitirmekten korkuyordum. Beynimin içinde fareler dolaşıyordu sanki. Zaman daha çok aynanın karşısında geçiyordu. Yine de bir şeyin eksikliğini duyuyordum: Kimse beni fark etmiyordu. Fark edilmek, onaylanmak istiyordum. Bunu nasıl yapacaktım? Bir de Emine var tabii ki. Ya beni beğenmezse! Kendimi ona beğendirmek istiyorum. Sonra hiçbir şey bilmediğimi fark ediyorum. Gazi bana bilmediğim şeylerden bahsediyor. Sonra seni tanıyorum. Sen Emine’den önce geliyorsun. Emine’ye giden yol senden geçiyor. Senin beğenine sunuyorum kendimi. Ne günlerdi? İnsanın içi içine sığmıyor. İlk kez duygularının farkına varıyorsun. Gençsin. Erkeksin… ve de en önemli ergensin. Her şeye kafa tutabilirsin. Yok, benim hiçbir zaman hiçbir şeye kafa tutma gibi bir niyetim olmadı. Zaten olamazdı da. Nedenini biliyorsun. Gücüm vardı, bunu biliyordum. Ama gücümü nasıl kullanacağımı bilmiyordum. Nasıl olsun ki? Daha on dört yaşındaydım. Hatta o kadar bilgisizdim ki bilgisizliğimin ortaya çıkmaması için susmaktan başka yaptığım bir şey yoktu. Başkalarını dinliyordum. Her şeyi biliyorlardı. Kıskanıyordum onları, dövmek, ağzını burnunu kırmak istiyordum. Yapamadım, sokak köpeği gibi tekmelendikçe yanına sokuldum. Bu dönemde bilgisizliğin ne demek olduğunu bilirsin. Ne de olsa sen de ergen oldun. Karşındakine koz vermek istemiyorsun. Seni küçük düşürüp alaya alırlar falan. Bilgisizliğime utanmakla birlikte arkadaşların, nasıl olup da her şeyi bildiklerine hayret ediyordum. Nereden biliyorlardı? Sen daha olmadın mı oğlum, dediler. Olmakla neyi kastediyorlardı? Konuşurlarken duymuştum. Evet olmuştum. Fakat bunun o kadar önemli olduğunu bilmiyordum. Zaten ilkinde utanmıştım. Oğlum işte erkek olmuşsun ya, dediler. Sünnet olurken de böyle söylemişlerdi. Neyse, ben erkeklikle ergenlik aynı şey sanıyordum. O mutlulukla bütün gün Emine’yi düşünmüştüm. Beğenilmek güzel bir duyguydu sonuçta. Kabul edilmek, onaylanmaktı. Seni beğenen birinin olması. Beni sevmez diyordum. Ona kendimi sevdirecek kadar çalışkan değildim, boyum posum yoktu. Yakışıklı olanlar aynanın karşısında dakikalarca taranıyor, limonla saçlarını parlatıyor, kravatlarını, giysilerini düzeltiyor; her teneffüste tuvalet aynalarında kendilerini seyrediyorlardı. Ne büyük saadet! Ben öyle miyim? Taranmak, kokular sürmek içimden gelmiyordu. Sivilcelerden, kocaman burnumdan, kalın dudaklarımdan, konuşurken r harfini l gibi söylememden, boyumun kısalığından… Beni bu halimle kimse beğenmez diyordum. Beğenip beğenmeyeceklerini bilmiyordum. Her şey yeni başlıyordu aslında. O arada seni fark ettim. Birbirimize baktık. Sonsuza dek böyle bakışıp duracakmışız gibiydik. Suskundu gözlerin. Yalnız kaldığımızda kendimden bahsediyordum sana: hissettiklerimden, algıladıklarımdan, yaşadıklarımdan, yaşamak istediklerimden, daha pek çok şeyden. Beni ilgiyle dinledin. Konuşmamı hiç bölmedin. Dinlemen çok hoşuma gitti. O an birinin seni dinlemesinin ne demek olduğunu anladım. Konuşmak güzeldi. Tabii dinleyen varsa! Senin beni dinlediğini ve hep dinleyeceğini görünce konuşmaktan kendimi alamadım. İçimde ne varsa döktüm sana. Ah korkular! Kendime ait yargılar! Böyle böyle hissediyorum kendimi, dedim. Tam olarak neler söylediğimi bugün hatırlamıyorum. Buna benzer sözlerdi. Kendime dair işte. Suskun beni dinledin. Hâlbuki ben bir şeyler söylemeni bekliyordum. O an. O dakika. Bir şeyler söyleseydin. Baktım. Sonsuzu andıran gözlerine yalvarır gibi baktım. Bir söz, dedim. Benim hakkımda bir söz. Susuyordun. Sevgi vardı, sen susuyordun. Gençler âşık oluyordu. Sen gene susuyordun. Sonra o delikanlılar unutulmaz aşklarını unutup bir başkasına âşık oluyorlardı. Susuyordun. En sonunda aşk bir oyuncak haline geliyordu. Benim dışımda bütün bunlar olurken içimde sevgi ve aşk arasında gidip geliyordum. Sen son suskunluğundaydın. Resmen senden sevgi dileniyordum. Benim seni sevmem için senin beni sevmen gerektiğini sanıyordum. Beni sevdiğini söylemediğin için seni sevemiyordum. Fakat sen…
Devam ettirmedi konuşmamı. Elini dudaklarının önüne getirip beni susturdu.
Bunların hepsi kuruntu, dedi. Senin kendi kendine uydurduğun şeyler. Hatırlıyorum. Ben neyi unuttum ki? Her şeyi hatırlarım. Sadece Emine değil; Elif, Zeynep, Ayşe ve daha pek çokları. Ergenlik kolay değil tabi. Bir savaş, kendinle, çevrenle, her şeyle. İçinde yapışkan tatlar vardı. Sen bunu ayıp sayıyordun. Bir de günahı vardı bunun. Ama sen günah diye değil de, utandığın için, korktuğun için yok saydın duygularını. Duyulursa ne olur falan filan işte. Düşünsene. Günah diye yapmamış olsaydın şimdi bu düşüncelerin içinde olmazdın. Çünkü hayatında daha büyük bir güç var olurdu. Ve sen o güce boyun eğerdin. Daha o zaman bile duygularının farkında değildin. Bunu sana ben öğretemezdim. Herkes gibi sen de kendi kendine öğrenecektin. Gazi nasıl öğrenmişse, Ahmet, Mehmet; Ayşe, Fatma nasıl öğrenmişlerse… Beğenilmemek çok acı bir duygu. Sen bu evhama kapılmıştın. Kendi kendine anlamlar çıkarıyordun. Aslında başkalarının seninle ilgili hiçbir düşüncesi yoktu. Bilakis seni takdir ediyorlardı. Efendi, dürüst, temiz bir genç diyorlardı. Sen öyle görünmek istiyordun. İstediğin gibi de görünüyordun. Fakat içinde başka fırtınalar esiyordu. Bu kalıbın içine girince dışına çıkma cesaretini gösteremedin. Kendinden bekleneni yapıyordun. Sana bir erkek için kutsal sayılan üç şeyi çekinmeden emanet edebilirlerdi. Ve sen onları gözün gibi korurdun. Evet, sen böyle olmak istiyordun. Oldun da. Şimdi neden sızlanıyorsun anlamıyorum.
Hayır, yalan söylüyorsun. Sen bana hiç yardım etmedin. Tamam, böyle olmak hoşuma gidiyordu. Fakat ben başkası gibi olamazdım ki. Bunu biliyordum. Sen ne yaptın? Bir taraftan beni destekler gibi yaparken diğer taraftan göz önünde olan, tırnak içinde, başarılı addedilen kişileri gösteriyor onlara imreniyordun. Bunu gizli gizli yapıyordun. Ben, söylemek istediklerini seziyordum.
İşte, yine sezgiden bahsediyorsun. Sezgi ne? Senin anlamlandırdıkların. Çelişki yok mu sözlerinde? Ben söylemiyorum. Sen öyle anlıyorsun. Öyle anlamak istiyorsun. Çünkü işine öyle geliyor.
İnsan kendisine zarar vereceğini bildiği anlamları çıkartır mı hiç?
Sen söyle!
İçimdeki öfkeyi yüzüne kusmak istiyordum. Beni nasıl kızdırıyordu. Yüzüm yanıyordu. Sen aşağılık birisin demek istiyordum. Senden tiksiniyorum… Kendimi tuttum; her zaman ki gibi… Nefretle ona baktım.
Umutlarım vardı. Hayallerim vardı. İyi yerlerde iyi insanlarla olmalıydım. Bana ümit veriyordun. Gelecek vaat ediyordun. Gelecekle ilgili hayaller kurdurtuyordun. Sonra birden kayboluyordun. Tam karar alacağım sırada. Tam sana ihtiyacım olduğu anda (Konuşmanın bu kısmı notlarım arasında yoktu. Kendiliğinden gelişti. Ona duygu sömürüsü yapmayacaktım. Neden bunu yaptım bilmiyorum. Dedim ya kendiliğinden gelişti.)
Benden ne istiyorsun kuzum sen, dedi alaycı bir sesle, bütün arzularını doyurmamı mı?
Fahişe misin sen bütün arzularımı doyuracak, diye bağırdım. Biliyorum beni tahrik etmeye çalışıyordu. Aklınca ithamlarda bulunarak köşeye sıkıştıracak.
Daha önce de söyledim bunları. Konuşmamız nedense gelip hep aynı noktada tıkanıyor. Bana istediğimi vermemek için böyle söyleyip konuyu saptırıyorsun. Ne olur söylesen. Ha! Seni seviyorum, seni kabul ediyorum, hissettiklerin ve düşündüklerin yanlış, sen o değilsin, sen benim için değerlisin, yakışıklısın, zekisin… Zor mu bunları söylemek?
Filmdeki kötü adamlar gibi kahkaha attı. Hiç de nazik değildi. Saygısız, kendini beğenmiş, ne olacak. Onu neden bu kadar önemsedim ki? Ona değer verişime, onu hayatıma alışıma kızdım. Yaşamımı onun yönlendirmesine izin vermemeliydim. Bu konuşmayı ta o zaman yapmalıydım. Bekledim: Beni anlamasını, takdir etmesini, vefamı görmesini. Görmedi. Görmeye de niyeti yok. Ama yine de bir asalak gibi peşinden sürüklenmiştim.
Geçenlerde sana bir şey söylemiştim hatırlıyor musun? dedi gözleri parlayarak.
Hayır anlamında başımı salladım. Biliyorum, konuyu saptırmak için yine hikâye anlatacak. Devam etmesini istediğim için karşılık vermedim.
İş çıkışıydı. Yorgundun. Gönül yorgunluğu diyelim adına. Sen buna zihni yorgunluk diyordun. Bir bakıma doğruydu. Çünkü kafan karmakarışıktı. İnsanlara bakıyordun, önünden gelip geçenlere… Sonra tanıdıklarını düşünüyordun. Onların nasıl bir hayatları olduğunu, yaşamlarından memnun olup olmadıklarını, acılarını, kederlerini, sevinçlerini… Senden başka herkesi mutlu sanıyordun. Huzurlu. İstekleri verilmiş. Senin hangi isteğin verilmedi diye sorduğumda beni duymazlıktan geldin. Seni sıkıştırmadım. Cevap vermek istemiyordun. Sıkıştırsaydım çekinmeden yalan söyleyebilirdin. İnsan neden yalan söyler? Şayet sorumu yanıtlasaydın düşüncelerindeki yanlışlık ortaya çıkacaktı. Bunu bildiğin için kaçtın. Kendinde hep bir eksik arıyordun. Oysa her şeyin vardı. Tamam, tam olarak istediğin gibi olmadı hayatın. Üniversitede istediğin bölümü okuyamadın. Sevmediğin bir işte çalışıyordun. Başarılı bir geçmişin olmamıştı. İlk aşkınla evlenememiştin. Başka var mı? Kendine bir bakar mısın? Nesin sen? Ne istiyorsun? Kendini acındırarak var olmaya çalışıyorsun. Önünden geçen insanlara bakarak bir saniyelik bir hayatın içine giriyorsun. Hiç tanımadığın bir insana özlem duyuyorsun. Onun gibi olmak istiyorsun. Hatta onun yerinde olmak. Bu ne demek? Bu ne demek, diye sordum. Kem küm ettin. Belli belirsiz açıklamalarla kendini savunmaya çalıştın. İnsanın kendini savunma durumunda kalması gerçekten çok acınası. İşte sen kendini savunmaya çalışıyordun. Sen, dedim, kendin olmayı öğrenemedin. Hep başkasını hayal ettin. Başka bir kişi olmayı, başka bir işte çalışmayı, başka bir kadınla evlenmeyi… İstediğini hayal etmekte hürdün. Orada kendine başka bir dünya kurmuştun. Gerçek dünyanın sıkıntılarıyla karşılaştıkça kurgusal dünyanın içine dalıyordun. Dert, tasa, acı, istenmeyen hiçbir şey yoktu o dünyada. Ne kadar kolay değil mi? Yağma yok. Hayat senin hayal ettiğin kadar kolay değil. Öyle olsa idi hayatın ne anlamı kalırdı? Sen yine sen olurdun. Ondan da bıkardın. Suçu yine bana atardın. Benim seni değersizleştirdiğimi söylerdin. Hâlbuki benim senin üzerinde hiçbir tesirim yoktu. Sadece fısıldıyordum. Benim işim fısıldamaktı. Sana kendin olmayı ben öğretemezdim. Aslına bakarsan kimse öğretemez. Bunu kendin öğrenecektin. Bundan sonra öğrenebilir misin, öğrensen de bir işine yarar mı? Öğrenmenin yaşı yoktur derler. Belki haklısın. Artık yaşama heyecanı olmayınca kendin olmanın da bir anlamı yok. Başkası da olarak pekâlâ ölebilirsin. Onu da adamakıllı becereceğinden şüpheliyim açıkçası. İçinde çağıldayan bir şey olsaydı o zaman iş değişirdi. Ama yine de benim sana belirgin bir katkım olmazdı. Çünkü biliyorsun ben yalnızca kulağına fısıldarım, o kadar.
Sözünü bitirince kollarını göğsünde birleştirdi. Bakışları doğrudan banaydı. Ona bakıyordum ben de; ama bu bakış içime doğru olan bir akıştı sanki. Onun gözlerinden girerek ta kendime kadar iniyordum. Suskunluğum ızdırabım oluyordu. Ben neden buradayım? Neredeyim ki? İşte karşımda. Nasıl da dalga geçiyor benimle. Gerçekten çaresiz miyim? Hayır, net değilim. Bunun için burada değil miyim zaten. Bir adım atıp her şeyi bitirebilirim. Her şeyi.
Anlamı başkasında arama, diyor suskunluğumun çoğalacağı esnada.
Ona bakmıyorum. Akşamki kadını düşünüyorum. Onun çağrısını. Kadın saçlarımı düzeltiyor eliyle. Büyülenmiş gibi ona bakıyorum. Eteği havalanıyor yanımdan geçerken. İşaret parmağı aklımı kurcalıyor. Verandanın altında büyük bir yatak var, kadın yatağa uzanıyor, hadi gel, diyor. Kendini sevdirmesini biliyor bu kadın, diye düşünüyorum. İçimi başka bir arzu yakıyor. Yanına gidiyorum ve dokunuyorum.
Yazık ediyorsun kendine. S ürekli geçmişi sorgulayarak anlamları çoğaltamazsın. Evhamların esiri olmamalısın. Hani nerede kaldı senin Müslüman ahlakın. Tek sen değilsin günahkar olan, ilk günahı da sen işlemedin. Felak ve Nas’ı okumayı bıraktığından beri vesveselerinin kurbanısın.
Kafamı yerden kaldıramıyordum. Midem bulanıyordu, kusacak gibiydim. Şakaklarım üşüyordu. Bunları söylemesi kolay dedim içimden. Nasıl bir günahın içimdeyim bilemezsin.
Hayır bilirim, dedi beni duymuş gibi. Şikayet etmeyeceksin kendinden. Çünkü Tanrı kimsenin acı çekmesini istemez. Öyle değil mi? Oysa sen çekiyorsun. İşte en büyük yalan bu, acı çekmek; insan niye acı çeker? Verilene razı olmadığı zaman. Günahlarından kurtulmak istiyorsan kabul etmeyi öğren önce.
Bu kadar yeter artık, senin fısıltılarını keseceğim ve sonsuza kadar yok olup gideceksin.
Bunun bir hayal olduğunu sen de biliyorsun. Benden asla kurtulamazsın. Bedenin yok olsa bile ben hep var olurum. Bu böyle.
Bitmeli bu işkence, dayanamıyorum.
Hadi bitir, bitecekse. Ama sen de bitersin.
Sus. Konuşma. Bir kez olsun sus.
Yapamıyorum. Korkuyorum belli. Beynim karıncalanıyor. Ya sonuçları? Cennet-Cehennem? Hayır, bunun sonuçları iyi olmaz. Göz göze gelmek istemiyorum onunla. Karanlık içimde büyüyor. Sığamıyorum hiçbir yere. Kaçmak istiyorum, bedenimden, düşüncelerimden, vesveselerimden… Aklımı mı oynatıyorum yoksa. Yalvarır gibi bakıyorum ona; delirmek istemiyorum. Yalnızca ayaklarını görüyorum onun. Koşmak istiyorum. Koşup kaçmak. Fakat kapıyı bulamıyorum. Kapı yerinde yok. Pencereye koşuyorum; pencere yok. Her yer karanlık. Hadi bitir, diyen bir ses, karanlığın içinden. Elimi belime götürüyorum. Bağırmak istiyorum annemin göğsüne dayayarak başımı, olmadı anne, olmadı.
Seni kurtarıyorum.
…