Mehmet Kahraman – Darfur Günlüğü
Yol insana çok şey öğretiyor; derdiyle, sıkıntısıyla, görüp yaşadıklarımızla. Hayat algımız, dünyaya bakışımız, kendimizi yeniden inşa etmemiz yolun ve yolculuğun birikimleriyle, deneyimleriyle yeniden ve yeniden şekilleniyor; göze, kulağa, kalbe akseden yanlarıyla büyük bir kazanç oluyor.
Darfur seyahati de böylesi kazançlardan biridir benim için. Rida Yardım Derneği sayesinde gitme fırsatı bulduğum bu Afrika şehri, farklı hayatların, yaşam koşullarının, rengin, ırkın, dilin, dinin anlamını kavramam ve kendi hayatımı gözden geçirmem için bir işaret olmuştur bana. Dışarıdan bakmakla içeriden bakmak aynı değildir; başka başka anlamlar çıkar bakışa göre. Bir sözden, bir görüntüden çok daha sahicidir bir dokunuş. Sadece bir dokunuş mu? Dokuz gün kaldığımız Darfur/Niyala’da nelere şahit olmadık ki? Her temas ayrı dramın kapısını araladı bizim için. Kamplardaki insanların halini, su kuyularında sıra bekleyen kadınları, pet şişelerden top yapmış oynayan çocukları, biz Türkiye’den gelenlere, “Sizin derdiniz mi var ki sigara içiyorsunuz?” diyen erkekleri… Sonra yoksulluğu, çaresizliği, ihaneti, savaşın anlamsızlığını, geri kalmışlığı… Sonra kardeşliği, birlik ve beraberliği, İslam coğrafyasının hali pürmelâlini… görmek ibretlikti.
Bu uzun girizgâhtan sonra gelelim seyahatimiz süresince yaşadıklarıma, gördüklerime, hissettiklerime.
Fur’ların yurdu anlamına gelen Darfur, Sudan’ın güneybatısında bir eyalet. Niyala ise Darfur eyaletinin başkenti. Başkent ifadesi sizi aldatmasın; kamplardakilerle birlikte yedi milyon nüfusu olduğu tahmin edilen Niyala, ancak büyük bir köy hüviyetinde. Bölgeye giriş çıkışlar kontrollü ve özel izne tabi. Yardım kuruluşlarının bile girmekte zorlandığı şehre normal bir insanın girmesi ise neredeyse imkânsız. Başkent Hartum’la Niyala arasında ciddi bir doku uyuşmazlığı olduğu aşikâr. Hartum’da insanlar daha rahatlar ve biraz daha lüks içindeler. Gündüzü aşırı sıcak olan kentte insanlar, geceyi Nil Nehri’nin kenarında gezerek, eğlenerek değerlendiriyorlar. Ayrıca Hartum’da çok sayıda Türk’ün yaşadığını ve hemen hepsinin perdecilikle uğraştığını öğreniyoruz; Hartumluların perdeye çok önem verdiğini, televizyonda gördükleri perdenin aynısını istediklerini söylüyor mihmandarımız. Bu bilgilerle Niyala’ya gittiğimizde iki şehrin kıyaslaması netlik kazanıyor zihinlerimizde. İki farklı şehir algısıyla dolaşıyoruz Niyala’da.
Sıcaklık ortalama kırk dereceydi biz oradayken. Sıcaklık değerlerinin bize göre yüksek olmasına rağmen fazla bir sıkıntı yaşamadık. Başkent Hartum daha sıcak ve daha bunaltıcıydı Niyala’ya göre. İklim olarak diğer Afrika şehirlerinden farklı, tamamen çöl iklimi değil. Toprak yapısı tarıma elverişli ve şartlar oluşturulursa birçok sebze ve meyve yetişebilir. Verimli toprakların olduğu bir yerde insan nasıl sefalete düçar olur anlamak mümkün değil. Ama yok işte. Su yok, tarım aletleri yok, çalışacak insan gücü yok… Yıllardır süren savaş insanları büyük bir çaresizlik içinde bırakmış. Savaşan iki taraf da Müslüman. Neden savaştıklarını biliyorlar mı, emin değilim. Yokluğun içinde silah alacak parayı nereden buluyorlar, bunu da anlamış değilim. Fotoğrafı okumaya çalıştığımızda derin anlamlar çıkması gayet normal. Birbirine düşman hale getirilmiş iki ırk: Araplar ve zenciler; Cancavitler ve Toraboralar. Komşu oldukları halde araları açılmış, savaşır hale gelmişler.
Niyala sokaklarında yürümek sonsuzluğu andırıyor dersem abarttığımı düşünmeyin. Zaman kavramının hiçbir önemi yok çünkü burada, yetişmeniz gereken bir yer yok. Namazların haricinde vakte riayet etmeyi gerektiren bir durum söz konusu değil. İnsanlar hallerinden memnunmuş gibi rahatlar ve sürekli gülümsüyorlar. Bu sizi rahatlatıyor. Türkiye’deki hayat sizin için çok uzakta kalıyor. Konuştuğunuzda ağızlardan çıkan ilk söz elhamdülillah oluyor. Afrika, sabrın ve şükrün öğretildiği bir yer olarak zihnime yerleşiyor bu haliyle.
Oysa beyazlar tehlikelidir siyah insanın gözünde. Yıllarca sömürge olarak kullanılmış, insanlık onurlarına tecavüz edilmiş, hâlâ baskı ve çeşitli eziyetlerle zapturapt altına alınmaya çalışılan bir halk için beyazların tehlike olarak görülmesi kadar doğal bir şey olamaz. Bu görüntünün canlı tanığı olduğumuzda suçluluk hissi vicdanlarımızı yaralamaya yetmişti. Bir arkadaşımız çocuklarla fotoğraf çektirirken, gruptan başka biri fotoğraf karesine girmek için yanlarına koştuğunda çocuklar çil yavrusu gibi dağılıvermişti. Yüzlerindeki koyu göller aslında her şeyi anlatmaya yetiyordu.
Çocuk her yerde çocuk. Büyüklerin dünyasından çok uzaklar ama şartlar onları da kendi içinde eritiyor. Kimi zaman bir dal parçası oluyor oyuncağı, kimi zamansa eskimiş bir çorabın içine ot doldurularak top niyetine oynanan bir oyuncak. Onlar da büyüdüğünde kendilerinin olmadığını belki de hiçbir zaman anlayamayacakları bir hayatı yaşayacaklar. Birileri için savaşmak, birilerinin mutluluğu, refahı için yaşamak zorunda kalacaklar. O zamana dek, yaşayabildikleri kadar yaşasınlar çocukluklarını.
Çocuk olmak belki de en güzel şey bu coğrafyada. Afrika’nın hayat diline uygun oyunlar oynuyorlar, yokluktan oyun üretiyorlar. Birazcık tebessüm ve azıcık ilgiyle sizi de aralarına almaya hevesliler. Çocuklar belgesellerde gördüklerimizden farklı değiller, ama Niyala’da çocuk olmak denince benim aklımda kalan tek isim var: Abdullah. Otaş Kampı’nda tanıdım Abdullah’ı. On yaşlarında bir çocuk, ama onu diğerlerinden ayıran, bende derin iz bırakan tarafı gözlerinin görmemesi. Bütün çocuklar balon ve şeker alabilme yarışındayken o, ne olduğunu anlayamadığı ortamı elleriyle yoklaya yoklaya yanımıza gelmeye çalışıyor. Yanında kimse yok. Çocuklar ona çarpıp geçiyor. Yönünü bulamıyor Abdullah, dönüp duruyor etrafında. Öbür çocuklar koşup oynarken, elleriyle yokluyor havayı Abdullah.
Her yerde silah. Her yerde kan. Her yerde huzursuzluk.
Bu savaşlar neticesinde binlerce insan ölmüş, binlerce kadın dul kalmış ve binlerce çocuk ise yetim adını almıştır ön ad olarak. Kamplar işte bu iç savaşın bir gerçeği. Kamplardaki insan sayısının bir milyonun üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Doğru dürüst nüfus sayımı yapılamadığından gerçek nüfus ne yazık ki bilinemiyor. Sazlıktan yapılma evciklerde yaşayan bu insanlar, mülkiyet kavramının uzağında, hiçbir şeye sahip olmadan hayatlarını yaşama gayretindeler. Birleşmiş Milletlerin aylık olarak verdiği gıdanın dışında yardım kuruluşlarının yollarını gözleyen mülteciler, kendi köylerine, kendi evlerine dönmenin umuduyla, hayaliyle yaşıyorlar. Döndüklerinde bulacakları yer kendi köyleri, yurtları mı olacak acaba? Geride ne bırakmışlardı ki? Konuştuğumuzda köylerinden bahsediyorlar bize; oysa şu anki hayatlarını bile sürdürecek imkânları yok ellerinde.
Kamplarda hayat güç. Erkek olmak, kadın olmak, çocuk olmak fark etmiyor. Ama en kötüsü kadınlar diye düşünüyorum. Çünkü erkekler hayatın içindeler ve konumları gereği öyle de olmak zorundalar; çocuklarda henüz hayat algısı oluşmadığından kaderlerine razı bir görüntüleri var. Bulundukları her ortama adapte olabilecek durumdalar, onlar için her şey bir oyuncağa dönüşebiliyor ne de olsa. Fakat kadınlar için öyle değil. Bir şeyler vermeniz için gözlerinizin içine bakıyorlar. Daha üzücüsü, dilenci olmadıkları halde, evine gelen birinden yardım istemek; çocuğu için bir lokma ekmek, belki bir giysi, ya da evin başka bir ihtiyacı. Ev kavramı nedir bir kadın için? Kadın olmanın tabiatını düşündüğümüzde, kendi fıtratıyla bütünleşemediği bir ortamda hayatlarını devam ettirmek zorunda kalmaları nasıl açıklanmalı. Yemek yapılacak bir mutfak, temizlenecek bir ev, silinecek bir cam… Virgüllerle ayrılmış bir cümlenin içinde bir sürü iş sıralayabilir kadın. Ama Niyalalı bir kadının ne temizlik yapmaya değecek bir evi var, ne de yemek yapacak bir mutfağı… Perde meselesine hiç girmiyorum.
Gezimiz sırasında birçok okulu ziyaret etme imkânımız oldu. Sınıflara girdik, öğretmenleriyle konuştuk, öğrencilerle fotoğraf çektirdik. Girdiğimiz her sınıfta bizi neşidelerle, ezgilerle karşıladılar, kendi marşlarını söylediler. Küçük çocukların okuduğu bir sınıfa girdiğimizde, “Taleal Bedru Aleyna” ile karşılanmak çok anlamlıydı. O an farklı bir andı ve çok duygulanmıştım. Yalnız, okulların, sınıfların hali içler acısıydı; kara tahta betondan, pencereler demirdendi. Ortalama yetmiş kişinin eğitim gördüğü sınıflarda kiminin defteri, kalemi; kiminin de kitabı yoktu. Öğretmenler söylüyor, öğrenciler yüksek sesle tekrar ediyorlardı. İki saate yakın kaldığımız bu okulda okul hayatının her alanına şahit olduk. Derslerinde bulunduk, konuştuk, teneffüsü birlikte yaptık, kantinlerini gördük… Kantin dediğimiz yer, okulun önündeki bir ağacın altı. Etraftan kadınlar kendi yapabildikleri şeyleri orada satmaya çalışıyorlar. Her şey açıkta, küçük bir sininin içinde. Çikolata, süt, meyve suyu falan hiç arama. Üç-dört çeşit, daha çok karın doyurmaya yarayacak yöresel yiyecekler.
Yetimler Niyala’nın ayrı bir kaderi; onların okuma imkânları daha zor. Hemen fark ediliyor bu çocuklar, çünkü diğerlerinden farklılar. Duruşlarında, bakışlarında babasız olmanın, annesiz olmanın hüznü hâkim. Bu çocukların çoğu okuma olanağı bulamadıkları için Kuran kursuna yönlendiriliyor. Kuran kursları eğitime bir alternatif olmuş sanki. Özellikle fakir öğrenciler Kuran kursuna gidiyor. Kurslarda eğitim küçük, düz bir tahta üzerine yazılmış ayetlerle, surelerle öğretiliyor. Kuranı Kerim yok denecek kadar az, olanlar da yıpranmış. Tahtaları önlerine alıp sallana sallana okuyor çocuklar Kuranı Kerim’i.
Camiler hayatın merkezinde Niyala’da. Ezan okunduğunda doluveriyor camiler. Su olmadığından şadırvan yok, ibriklerle abdest alınıyor. Küçük çocuklar bile yere oturup abdest alıyorlar güzelce. Safların bir veya ikisini çocuklar dolduruyor. Çarşı pazar esnafı da öyle, ezan okunduğunda oldukları yerde abdest alıp, yine bulundukları mekânda namaza duruyorlar. Namaz vakti, kaldırım boyunca saf tutuluyor. Kamplarda ibadet ise sazlıklarla çevrilmiş, üstü kamışla örtülmüş mescitlerle karşılanıyor. Zamanın getirdiği yıpranmayla güneşin ince ışınları içeride bir ışık demeti halini alıyor. Peygamber mescidini hatırlatıyor bu görüntüsüyle; zemin kum, sadece saf tutulacak alanı kaplayacak kadar plastik hasır. Zaman algımızı şekillendiriyor o vakit. Niyala hareketli bir şehir. Sokaklar kalabalık, insan seli çarşıda yürümek zor haliyle. Pazarda Çin malları çoğunlukta; ucuz da değiller. Eşe dosta yöresel bir hediye alalım dedik, ama uygun bir şey bulamadık. Pazarın en güzel tarafı ise sessizlik. Satıcılar tezgâhının başında, bağırıp çağırmadan müşteri bekliyorlar. Biraz ilgilenseniz almanız için ısrarcı olmuyorlar. Kilo yerine ölçek kullanılıyor pazarda. Ölçekleri de tepeleme dolduruyorlar, silme değil. Kapitalist sistem çalmayı öğretememiş daha onlara, yığabildikleri kadar yığıyorlar ölçeğe. Çarşının bir kötü tarafı var: toz. Bir arkadaşımız söylemişti: “Bir insan, hayatı boyunca yirmi kg toz yutuyormuş; herhalde buradakiler bunun iki katı yutuyorlardır.” Elan doğru. Öyle toz var ki, genzinizi yakıyor ve nefes almakta zorlanıyorsunuz. Pazarın en güzel yanı ise çay ocakları. Etrafı hasırlarla çevrilmiş bu küçük yerlerde çaylar mangal kömüründe demleniyor. Çay ocaklarını genelde kadınlar işletiyor. Su bardağıyla veriyorlar çayı. Çay servisleri de bizden farklı; naneli veya kekikli olarak sunuyorlar çayı. Çaylarının bizim damak tadımıza uymadığını söylemeliyim.
Çay ocağında otururken Gemarettin’e takılmak istedim. Gemarettin, dedim, burada yaşamak nasıl bir şey? Gemarettin bizim tercümanımız, Niyala’da hizmet veren Kızılay Hastanesinde Türkçe öğrenmiş. Sadece o değil, daha birçok kişi hastane sayesinde Türkçeyi öğrenmiş. Ben nasıl bir cevap gelecek diye düşünürken soruya soruyla karşılık verdi Gemarettin: “İstanbul’u, Konya’yı görüp de burada olmak nasıl bir şey?” Sustum.
Niyala’da Türk yardım kuruluşları önemli faaliyetlerde bulunuyorlar. Hatta diyebilirim ki, en aktif yardım kuruluşları bizimkiler. Rida, İHH, Verenel, Kimse Yok Mu, bölgeye yardım yapan dernekler. Rida günlük beş bin yetim öğrenciye yemek yardımı yapıyormuş; Kimse Yok mu büyük bir okul yaptırmış açılmasını bekliyor. Yardım kuruluşları bölge insanından büyük ilgi görüyor. Güvenlerini kazanmışlar. Güven önemli, çünkü orada sadece Türk veya Müslüman yardım kuruluşları yok. Misyonerlik amacıyla gelmiş kuruluşlar da var, Müslümanlar olarak onlardan bir farkımız olmalı. Oluyor da. Derneklerimizin kurban organizasyonları halk tarafından heyecanla bekleniyor. Kurbanların kesileceği alanlarda erkeklerden ve çocuklardan oluşan kalabalık kendilerine düşecek payı bekliyorlar. Çocuklar rengârenk giysileriyle ve Afrika’ya özgü örülmüş saçlarıyla bayramı doyasıya yaşıyorlar; onlar da olmasa bayram sessiz sedasız geçecek. Her şeye rağmen Müslüman sıcaklığı her evde hissediliyor. Türk insanına karşı ayrı bir sevgi besliyorlar ve evlerine misafir olmamızı istiyorlar.
İki eve misafir olduk seyahatimiz boyunca. Yemekler damak tadımıza uygundu. Yemeklerini yiyemezsiniz, suyunu içemezsiniz diyen önyargıya inat gayet güzeldi yemekler. Ya da bize özel yapılmış güzel yemeklerdi; özellikle safranlı pirinç pilavı ve baharatlı yemeklerdi bunlar. Ev sahibi yemekte misafirlerle birlikte sofraya oturmuyor, hizmet için ayakta bekliyordu. Sürekli, bir isteğimizin olup olmadığını soruyordu. Yemekten sonra çay ikram etmek adetten. İki davette de hem yeşil çay hem de siyah çay ikram edildi, isteyen istediğinden içti.
Burada kullandığımız ortak dil, gönül dili. Tercümanlar olmadan çıktığımızda bir iki Arapça, bir iki İngilizce kelimeyle ve daha çok da el-kol hareketleriyle anlaşıyoruz. Sanırım gayet de iyi anlaştık. Anlaşamasak bile Sudan selamıyla omuzlara dokunup tokalaşarak bu ortak dili geliştirdik. Burada insanlar sizinle konuşmak istiyor, en çok da Türkiye’yi merak ediyorlar. Kıyafetlerimizdeki Türk bayrakları olmasa Türk olduğumuza inanmayacaklar. Bizi gördüklerinde en çok sorulan soru, İngiliz misiniz, oluyor. Türk ve Müslüman olduğumuzu duyduklarında yüzlerindeki ifade derin bir muhabbete dönüşüyor, bize Ali Dinar’ı hatırlatıyorlar. Osmanlı, diye başlayan cümleler Çanakkale’yle devam ediyor. Osmanlı’ya karşı sonsuz sevgileri var. Tam da bu noktada hayıflanıyorsunuz Arapça veya İngilizce bilmediğinize. Konuşabilmeliydik. Oysa ne çok şey var konuşulacak.
Yıllarca İngilizlerin sömürgesinde kalan bu güzide bölgede İngilizler kendi dillerini yerleştirmişler. Beş yaşındaki çocuklar bile İngilizce konuşuyor sizinle. Umudumuz, Türkiye’nin yaptığı hastane ve Türk yardım kuruluşları sayesinde Türkçenin yaygınlaşması. Girdiğimiz bir markette, market sahibiyle çat pat konuşmaya çalışırken ilginç bir diyalog geçti aramızda. Arapça bilmediğimi söylediğimde, Müslüman mısınız, diye sordu. Evet, cevabını alınca: E, o zaman Kuranı Kerim’i nasıl okuyorsunuz, dedi şaşkın şaşkın. Yarı Arapça yarı İngilizce konuşabildiğim kadarıyla anlattım. Daha çok market sahibi konuştu, açıkçası ben de pek bir şey anlamadım.
İnsan hangi ortamda veya coğrafyada olursa olsun kendi gerçekliğini yaşıyor. Bize anormal gelen şey bir başkasına pekâlâ normal gelebiliyor. Kendi doğrularımızı genel doğru gördüğümüzde sorun başlıyor. Hâlbuki her doğru kendi gerçekliğinde değerlendirilmeli. Üst perdeden atıp tutmak, akıl vermek, hatta tabiri caizse adam etmeye çalışmak kendi bütünlüğümüze de oturmuyor. Darfur özelinde söylersek, her durum kendi şartları içinde değerlendirilmeli.
Bir temenni ile noktalayalım.
Seyahatlerimiz, kendimize dönmemize vesile olur, umarım.