Mehmet Kahraman – Öykücünün Gözünden
Bir insanı eline kalem alıp yazmaya iten dürtü nedir? Neyin karşılığıdır yazmak? Yazar, ne çok soruyla karşılaşır yazı hayatı boyunca; kimi zaman bir başkasıdır soran, kimi zamansa kendisi. Başkalarının sorularına iyi-kötü cevap verebilir de, kendi sorularına kendi cevapları yeterli midir? Abdullah Harmancı’nın Seni Ne İhtiyarlattı? adlı öykü kitabını okurken bu soruları düşündüm. Özellikle “Silinmek” başlığı altında topladığı metinleri… Metinler diyorum, çünkü bu metinler öykülerinden belirgin olarak ayrılıyorlar. Zaten Harmancı da kitabın arka kapağında, bu metinlerin türü ile ilgili belirsizliğe vurgu yapmış. Kitabın arka kapak yazısı ikinci bölümle ilgili açıklama mahiyetinde: “Öykü üslubunda yazılmış denemeler. Öyküyü deneyen, öykü dilinden yararlanmayı deneyen, düşünceden çok yaşantılara yaslanan, belki deneme bile denmemesi gereken denemeler…”
Harmancı’nın denemelerinde ele aldığı konuların, öykülerinin arka planını oluşturan, onların düşünsel boyutunu derinleştiren bir yönü olduğunu düşünüyorum. Çünkü metinlere baktığımızda, verilmek istenen bir mesajın olduğu görülüyor. Bu, daha çok sorularla ve kendini sorgular mahiyette ortaya konuluyor. Denemeler, genelde din algısı etrafında şekilleniyor. Hayatı boyunca “İnsanları ‘emri bilmaruf nehyi anilmünker’ çizgisine çağıracak kudreti” bulamayan ve bunun nedenlerini kendince aramaya çalışan biri olarak karşımıza çıkıyor yazar. Öykülerindeki serzenişler, yenilgiler, tutunamama halleri hep buradan besleniyor kanımca.
Metinlerin öykü diline yakınlığı ilk dikkati çeken nokta. Kurgusunun öyküyle örtüşmesi, dilinin sadeliği, okumayı da kolaylaştırıyor. Ayrıca yine öykülerindeki yoğunluğu burada da görebiliyoruz. Harmancı insanı ihtiyarlatan, dertlendiren, düşündüren konulara eğiliyor metinlerinde. Üstelik hiç farkında olmadığımız konulara… Yazar, seni ne ihtiyarlattı, diye soruyor ve ardından metinde konuşturulan kişilerin cevapları geliyor. Yanıtlar öylesine farklı ki, modern dünyanın bir tezahürü âdeta: Kimi ev-arsa peşinde ömrünü tüketirken, kimi çoluk-çocuk, kimi hevesler peşinde, kimi büyük idealler… Herkesin hayattan beklentisi farklı… Ve herkes kendi gerçekliğini yaşadığını sanıyor. Yanılgının büyüklüğünü anlamak ise ayrı bir bilinç istiyor.
Günümüz insanı sürekli bir çalışma-başarma-hedefe ulaşma hırsı içinde. Kendine dayatılan hayatı sanki kendininmiş gibi yaşıyor. Bitmez tükenmez doyumsuzlukla sürekli biriktirme, hevesler peşinde koşma, durmak bilmez bir rekabetle hayatını şekillendirme gayretinde. Nereye kadar? “Emri bilmaruf nehyi anilmünker” çizgisinden uzaklaşmış âdemi uyarmak mı? Aslında kişi de bunun farkında bir bakıma. Ne yapması, nasıl olması gerektiğini biliyor, ama onu engelleyen bir şey var. İşte insan o şeyi görmek istemiyor. Harmancı insanın üzerindeki fazlalıkları, sırtlandığı önemsiz yükleri hatırlatabildiği kadar hatırlatmaya çalışıyor sanki. Bu hatırlatma vaaz verme şeklinde değil de, kendini sorgular biçimde yapılıyor. Yazar önce, ben kendi nefsime söylüyorum, demeye (mi) getiriyor.
Nefis muhasebesi, bir Müslümanın kendini tanıması, gününü nasıl geçirdiğinin hesabını yapması için Hz. Peygamber’in tavsiye ettiği bir uygulama. Gece yatağa girdiğimizde o günü şöyle bir düşündüğümüzde neler buluruz kendimize dair? “İyiliği emredip, kötülükten sakındırmak” kudretini kendimizde bulabilmiş miyiz? “Öbür tarafta rahatsız edilmekten” kurtulmanın yollarını aramış mıyız? Ya da yazarak dünyayı mı karartıyoruz? Sorular çok. Harmancı da cevap vermiyor ama yine de nedenlerini aramaktan da geri durmuyor: “Yaşamam gerekenleri yaşayamadığım için mi, insanları incitmekten korktuğum için mi, medeni cesaretten mahrum olduğum için mi?” Modern insan iki arada bir derede kalmışlık sendromu içinde. Ne dünyadan kopabiliyor, ne de ahireti yok sayabiliyor. Elbette ikisinden de el etek çekmek durumunda değil ama bu serzenişten, içsel çelişkiden de kurtaramıyor kendini. Şu cümle bunu çok güzel yansıtıyor: “İsmimi doğru ve güzel insanların arasına yazdıramadım. Hayırlı ve hakiki bir hayat sürdüğüme dair bir “iç huzuruna” hiçbir zaman ulaşamadım. Ne insanların arasında buldum huzuru, ne insanların uzağında…” Bu ne kadar sağlıklı bir durum bilemiyorum ama bizde karşılığı olduğu bir gerçek.
Harmancı’nın öykülerinde gördüğümüz kaçırılmış, ertelenmiş hayatların izdüşümlerini burada da bulmak mümkün. Yaşam farkında olmadan geçip gidiyor, en sonunda ise bir hayıflanma kalıyor geriye. Neden böyle? Bu sorunun öyle kolayca verilebilecek bir cevabı yok. “Resme, yazıya kabiliyetli olan çocuklarımız var ki en fazla resim öğretmeni, edebiyat öğretmeni olacak ve akşam olunca evlerine sığınıp televizyon dizilerini izlemeye başlayacaklar.” Her akşam aynı uyuşukluk esir alacak insanı. “Kanepeye uzanacak, kuruyemiş tabağını eline alacak, kendini karanlık odaya yayılan mavi ışığa teslim edecek.” O yüzden şu hatırlatmayı yapıyor yazar:
“Yaşamın gerçeği burada değil.
Burada yaşama benzeyen bir şeyler var.
Ama o değil.”
Öyleyse burada yaşadığımız şey ne? Ayette belirtilen şekliyle “oyun-eğlence” mi? Düşünceler bir sorumluluğu taşımıyorsa, hayatın bir meselesi yoksa, anlamsızlıklardan örülü bir yaşamdan sıyrılmamız mümkün mü? Aslında yaşadığımız çelişkiler, kendimizle olan çekişmeler onu gösteriyor. Rahat değiliz. Boşa geçen zamana esef ediyor, ama yine de kendimizi ondan alıkoyamıyoruz. İnsanın kendiyle oyunu bitecek gibi değil. Bulunan bahaneler bugünü, bu saati kurtarmanın, vicdanı rahatlatmanın telaşından başka bir şey değil sanki. İnsan en kolay kendini kandırır ne de olsa. Düşlerini unutanlar futbolla, televizyonla, alış-verişle, müzikle, kitapla, sanatla… Aldanmanın yolu aşınmaz.
Harmancı genelde İslami gönderimlerde bulunsa da, farklı konularda da düşüncelerini okuyoruz. Necip Tosun’un ifadesiyle, “hayatın ritmini yakalamamış” insanların açmazlarını, vurdumduymazlıklarını kendi kelimeleriyle, insanı yakalayan yanlarından ele alıyor. Otobüste karşılaştığı insanlardan, öğrencilerden, hayalleri sukuta uğramışlardan, evlenenlerden, evlilikte kişiyi bekleyen sıkıntılardan, geçmişin gazete manşetlerinden, otuzlu yaşların bunalımlı günlerinden… Bunun yanında, gelecekten bugüne bakmaya da çalışmış yazar. O zamandan nasıl görülecek bugün yaşananlar? Kurban? Bayramlar? Âdetler? Birer nostalji olarak mı anılacak, yoksa tarih öncesi çağları seyrettiğimiz bir belgesel olarak mı? “Ben hiç görmedim böyle merasim. Ancak bir makale okumuştun bu ‘kurban’ konusunda. Annem de anlatırdı bana. Onun çocukluğunda, hâlâ, inek, koyun, keçi kesen insanlar varmış. Hatta annem derdi ki, kesilen bu hayvanlardan başkalarına da vermek gerekirmiş.” Böyle bir konuşmayı hayal edebiliyor musunuz?
Harmancı’nın denemelerini, bir öykücünün, öykü kalıbına sığmayacak konuları, olayları, düşünceleri nasıl kaleme aldığını göstermesi bakımından önemli buluyorum. Anlatmak bir ihtiyaçsa, kimi zaman bir öyküyle anlatır yazar, kimi zaman mektupla, kimi zaman da denemeyle… Dikkat edilmesi gereken nokta, yazarı yazmaya iten kuvvetin ne olduğu… Harmancı, yıllarca öykü ve öykü yazılarıyla aktardığı yazı tecrübesini, bu defa öyküye yakın denemelerle geliştiriyor, genişletiyor…