MEKTEP KONUŞMALARI
“Sanat” hayatımızda nereye denk düşer, “Din” ile ilişkisi nedir?
Ertuğrul RAST: Malumdur ki, Tevrat’ın ‘Yaratılış Bölümü’ trajedi ile başlar. Âdem ile Havva’nın yasak meyveden yemesi üzerine, insanlık ‘Aden Bahçesi’nden kovulmuştur. Tanrı şöyle demiştir Âdem’e: “Bu yaptığından ötürü bütün evcil ve yabanıl hayvanların en lanetlisi sen olacaksın.” İnsanoğlu bu lanet üzerine trajedisiyle birlikte dünyadadır artık, ta ki toprağa dönünceye dek. Şimdi buradan Kafka’nın ‘Dönüşüm’üne geçelim: “Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu…” diye başlıyor ‘Dönüşüm’. Ben ciddi bir bağ görüyorum Tevrat’ın ‘Yaratılış Bölümü’yle ‘Dönüşüm’ arasında. Kafka inancını tam olarak yansıtıyor, Gregor Samsa’nın sabah uyandığındaki hâlinde müthiş bir çıkmazı, trajediyi, böceklik durumunu (evcil ve yabanıl hayvanlık) ve uyanışıyla birlikte kendini ‘Aden Bahçesi’nin ötesinde bulmasını anlatıyor. Öte yandan “trajedi” yoktur bizde diyor Ömer Lekesiz. İslam’a inanan birçok yazarın Kafkaesk öyküler, romanlar yazdığını biliyoruz, oysa Allah yarattığı için güzeldir her şey ve biz asla yalnız değilizdir, çünkü Allah bize şah damarımızdan daha yakındır, İslam inancı böyle diyor. Yani İslam’a inanan bir yazar veya öykücü Kafkaesk bir bunalımı, trajediyi yazdığında bu durumda yazar için “inancını bir başka tarafa koyuyor ve öyle yazıyor” mu demeliyiz?
Abdullah KASAY: Ben inancın sadece trajedi husule gelince değil, herhangi epistemik bir durum karşısında da kolayca bir kenara bırakabileceğini iddia ediyorum. Sanatın dinle ilişkisini yorumlarken öncelikle inanç ve iman ilişkisine, bundan ziyade farkına bakmamız gerekiyor. Nurettin Topçu’ya göre: “iman, tek başına ruhun alanını işgal etmek üzere, bütün diğerlerini bastırarak veya az-çok onları gözden düşürerek gelişen bir inançtır”. Buradan hareketle; imanı, kalbi iç dünyada oluşan bir seziş, bir kavrayış olarak tanımlarsak denebilir ki iman, insana dışardan yüklenen bilgilerin kabulünün ötesinde bir süreçtir. Yani teslimiyettir. İnanç ise ilk ve basit anlamı ile bir düşünceye bağlı olmaktır. Aklın ürettiğini akıl ile yorumlayıştır. Aklın ürettiğini akıl ile yorumlayan Yunanlılar, ilk tiyatrolarında trajedi ve komedi sergilemişlerdir. Bu ironik bir ifade olsa da kendi adıma; buna geçerli bir sebep olarak trajedilerde içeriğin, insanın Tanrı ile çatışmasından beslenmesini gösterebilirim. İslam geleneğine bakacak olursak eğer sanatın, güzelliği yansıtış biçimi olarak ortaya çıktığını görürüz. Bu güzellik ekseriyetle maddi ve manevi olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Maddi güzelliği, örneğin İmâm-ı Gazâli gibi İslam düşünürleri, antikite filozoflarından farklı olarak insan bedeni ile sınırlamamış, daha geniş bir çerçevede bütün varlık alanını kapsayarak yorumlamışlardır. Nitekim bunun karşılığı olarak da eşyada gözlenen güzelliği, Allah’ın esmâ ve sıfatlarının (manevi güzelliğin) tecellisi ile irtibatlandırmışlardır. Burada ben estetik-etik-tevhid üçgeni içerisinde yorumlamak istiyorum biraz sanatı. Bu nedenle sanatın işlevinin sadece estetik bir haz uyandırmak değil, etik bir haz da ortaya çıkarmak olduğuna inanıyorum. Manevî güzellik olan etik haz da, ruhumuzun kötü duygu ve düşüncelerden arındırılmasına yani katharsis’e hizmet edecektir. Tabi bir şeyi vurgulamam gerekirse; buradaki etik, Aristotelyen etiğe karşılık gelmemektedir. Bunu, tenzîlî (vahiy) ve tekvînî ayetler çerçevesinde yorumlamak istiyorum biraz da. Vahyin anlaşılması, yani hayatımızda yer edinebilmesi için tenzîlî ayetin karşılığı olan tecellilerin de idraki gerekmektedir. Tekvinî ayetin özü ve özeti ise; Kalem Suresi 4. ayette Allah tarafından “Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin” kelamı ile nitelenen, Hz. Peygamber’dir. Aynı zamanda bu tecelliler, Allah’ın yaratma sanatının tezahürü olan kâinat ve içindekilerdir de. Allah’ın yaratma sanatının ürünü olan insan da, sanat üretirken bu daire içerisinde yer edinmelidir. Başa dönecek olursak Kafkaesk bir bunalımı, trajediyi yazan bir yazar bence sadece yazma eylemi içerisinde bulunacaktır. Çünkü gerçek manada sanat nazariyesi ile değerlendirirsek bu eylem güdük kalacaktır. O zaman hakikaten iman etmiş biri, inancını (yaptığını düşündüğü sanat için) bir kenara koyar mı?
Ömer KORKMAZ: Sanat herkesin hayatında aynı yere mi denk düşüyor? Estetik arayış içinde olan ve bizatihi sanat kaygısı taşıyan insanlar ile muhal farz bir politikacının, belediye işçisinin, memurun hayatında sanat aynı yerde mi duruyor? Sanat herkes için aynı şeyi ifade etmeyeceği gibi, herkesin hayatında da aynı yere denk düşmüyor ve aynı yoğunlukta yer almıyor. (Ancak herkesin tatmin edilmesi gereken bir estetik duygusunun olduğunu da söylemek gerek. İleride bu konuya da temas edebiliriz.)Benim hayatımda denk düştüğü yerden sanat ise; dünyayı anlamlandırma, yorumlama ve değiştirme gayesiyle var. Sanat ile insanlık hazinesine ulaşılabilir, bir cevher olan “insanlık” gün yüzüne çıkarılabilir. Bu düşünceden hareketle sanat, şekle bürünerek hareket kabiliyeti kazanıyor ve yürüyen, konuşan, düşünen bir şey hâline geliyor. Eserde tebliğe yönelmiş bir derviş oluyor. (Derviş ki, abasından bellidir! Onu konuşturmasını bilene sırrın anahtarını vermeye muktedirdir.)
Burada “tebliğe yönelmek” deyince sorunun ikinci kısmına da giriş yapmış oluyoruz. Sanatın din ile bağlantısı; gayriihtiyari bir bağlantıdır. Şöyle veya böyle, şu veya bu sanat sahasının icracısı konumundaki kişi, dininin veya dinsizliğinin öğretileri/öğretisizliği dairesinde sanat yapıyordur.
Şayet sanatçı dininin vaaz ettiğinden uzaklaştığında içinde bir burkulmayı yaşıyor ise din dairesinden bağışık sayılmaz. Ancak zaafiyet gösteriyordur. Zaafiyet ise onu inançsızlar dairesinde ele alamaya imkan vermez. Yani bir Müslümanın Kafka benzeri bunalımları vardır ve bunları yazıyordur -ya da başka şeyler- bu onu dinsiz mi kılar? – Kuşkusuz kılmaz. (Özdenören’i Zarifoğlu’nu hatırlayalım) Burada dinin vaaz ettiklerini bilerek ve isteyerek, salt sanat gayesiyle öteleyen, görmeyen veya reddeden kimsenin hâli de ayrıca konuşulmalıdır. Hiçbir din dairesi kendisini inkar eden birini mensup kabul etmez. İnceliğe dikkat edelim “içinde bir sızı duyarak yapmak” ve “bilerek-isteyerek terk etmekten” bahsettik. (Bu bahis çok genişletilebilir ancak burada sınırlandırmak durumundayız.)
Gelelim bizce sanat din ilişkisine. Bizce ilişki değil bir ayrılmazlık var. Dininin naslarına sıkı sıkıya bağlı kimsenin, din/sanat ayrımı yoktur. O her hâl ve şartta dinini yaşıyordur. Yazıp çizmesinde, oynayıp gülmesinde, su içmesinde, yürümesinde… Dünya ahiretin tarlasıdır ve bir takım hareketleri sanattır diyerek bu tarlaya ekilmemiş kabul edemez. Bir Müslümanın hayata bakışı böyledir. Şu hâlde bir Müslüman olarak benim söyleyeceğim şey tam da budur. “Din ile sanat ilişkisi gayriihtiyaridir.”
Ertuğrul RAST 2: Kişinin dinsiz diye nitelenmesi değil elbette meselemiz ve hatta haddimiz de değil. Şer’i hükümlere direkt kastı olmadığı sürece kişi dinden çıkmayacaktır, bize bildirilen budur. Meselemiz şairin ya da yazarın şiirini, yazısını üretirken inancını merkez olarak ele alıp almadığıdır. Yoğun bir bilinçsizlik devrini yaşamaktayız, şiirini bir uyandırma -slogan değil- biçimi olarak kullanabilecekken İslam’a inanan sanatçı, inançlarını bir yana bıraktığında, başka bir medeniyetten çıkmışçasına şiiri uyutma işlevi görmektedir. Kendi adıma risk alarak, söz bize düştüyse, kendi çelişkilerimi de konunun içine dâhil ederek “Sırat-ı Müstakim”den bahsetmek istiyorum. Kur’an-ı Kerim’de “Göklerde ve yerde olan her şeyin kendisine ait olduğu Allah’ın yolu” ve “Peygamberlerin, Sıddıkların, Şehitlerin ve Salihlerin yolu” olarak açıklanıyor bu yol. Şimdi intihardan imrenilecek bir şeymiş gibi bahseden, yoğun bir bunalımı, buhranı, yalnızlığı (şah damarından daha yakın olma durumunu bir yana koyarak) hiç sonu yokmuş gibi bize sunan veya pornografik unsurlar içeren bir metin, sırat-ı müstakim üzere midir? Genelde buna itiraz şu şekilde olacaktır: “Hayattaki her şey sanata dâhildir.” Elbette bu sorum önce kendime ve kendini İslam inancı içinde gören sanatçılaradır. Kendime “hayattaki her şey sanata dâhildir”in arkasına sığınmayı bırakmayı önermekteyim, çünkü “Sanatçının tükürdüğü her şey sanattır” diyen Kurt Schwitters’a karşı çıkıyorum. Hayatta olan her şeyi olduğu gibi yazmak, anlatmak eğer uygun olsaydı, İslam sanatı neden perspektifi bırakıp gerçekliği başka bir şekilde ele almayı seçti minyatürde? Ya da “hat” neden soyut sanattı, yani olduğu gibi değildi? Lütfi Bergen, Erdem Bayazıt ve İsmail Kılıçarslan şiirine dair eleştiriler getirmişti B Planı dergisinin 3. sayısında. Çeşitli alıntılar yaparak şairlerin “okuyucuyu ölüme sürdüğünü” iddia etmişti ve “Buradaki ölümden kastettiğim şey, bu metinlerdeki öz’ün İslam’ın yaşanamazlığı imasını taşımasıyla ilintilidir. Her iki şairin de metin olarak sürdüğü şiirlerin ana vurgusu, modern toplumun getirdiği sıkıntıları aşmanın çaresinin bedenen veya ruhen ölmekten başka bir seçenek bırakmadığıdır. Bu dinin asırlardan beri hasen/hüsna bir dünya kurduğunu, insanlığa ihsan için geldiğini biliyoruz. Buna uygun bir dil üretmemiz gerekiyor ama üretemiyoruz. Eleştiri geleneği kuramıyoruz. O hâlde biz ne yapıyoruz?” diyerek sözünü bitirmişti. Son olarak konu ile ciddi bir ilgisi olduğunu düşündüğüm için bir şey daha eklemek istiyorum. İslamcı edebiyatçıların yanlış anladığı bir nokta var, sırat-ı müstakim üzere olmayı sadece pornografik unsurlardan bahsetmemek olarak algılıyorlar, (sanki bir buhranı, bunalımı sonsuzmuşçasına aktarmak doğru bir şeymiş gibi) bu, yanlış bir ahlak bilincinin harika bir örneğidir. Benim sözlerim burada bitiyor.
Abdullah KASAY 2: Ömer’in ve senin söylediklerinde mutlak suretle katıldığım noktalar var Ertuğrul. İtiraz ettiklerim de. Fakat bunları yorumlamadan önce, yine senin sözlerinin bende çağrıştırdıkları ile başlamak istiyorum. R. Murray Schafer’in, elektronikte yaşanan teknolojik gelişmeler neticesinde ses’in yapay olarak üretilebilir ve kontrol edilebilir hâle gelmesi ile sömürgecilik ve sömürgeci zihin dünyası ile birebir bağlantı kurduğunu okumuştum. Sesin yeniden üretilmesi ve parçalanması neticesinde bu durumun insanları şizofreniye ittiğini iddia ediyor Schafer. Bu tespiti önemli görüyorum. Bu şimdilik kenarda dursun. Lütfi Bergen demişken yine eski Yunan’a dönelim. Grek zihninin ürettiği heykelleri karşımıza dizelim. Ne görüyoruz bu heykellere bakınca? Pornografi. Başka? Ben Tanrı’dan kopan, Tanrı ile kavga eden bunun neticesinde de Tanrı’yı öldüren zihnin, onun yerine kusursuz formda yaratmaya çalıştığı insan’ı koyduğunu görüyorum. Heykellerin üretim niteliği tam da buna karşılık gelmektedir. Yetersiz gelen Tanrı’yı öldürüp yerine kusursuz insan formu koymaktır. Peki, geldiğimiz noktada ne oldu? Kusursuz insan formu da öldü. İnsanlık ve hayat öldü. Sistem çöktü. İşte “asıl trajedi” budur. Yine komik ve ironik şekilde “Eski Yunan” bunu da göremedi. Onlar adına bir kez daha trajedi… Modernliğin yıkımları karşısında, bence bedenen ve ruhen ölümü koymuyor şu an insan gündemine. Bunu daha üst perdeye taşıyıp “ölümü öldürmeye çalışıyor”. Bu noktada Ömer’in dedikleri önemli: “sanat ile insanlık hazinesine tekrar ulaşılabilir”. Fakat gayriihtiyari bir ilişki tebliğ görevini yerine getirir mi onu düşünmemiz gerekiyor. Çünkü sürgit bir yıkımdan bahsediyoruz. Bu nedenle sanat-din ilişkisinde vites yükseltmemiz gerekiyor. Meselemiz şairin veyahut yazarın şiirini, yazısını üretirken inancını merkeze alıp almaması ise bu noktada Schafer’in dedikleri önemli. Yapay üretim niteliği taşıyan, özsüz, kalbî değil zihnî olarak peydahlanan çoğu şey yıkıma yol açacaktır. Bunu açmam gerekirse eğer: İslam sanatında birinci öncelik her zaman “ahenk” üzere olmuş, sanat bir şeyi anlatma ve ifade etme hüviyetinde gelişmiştir. İfade tarzının ahengi kadar, o ifade tarzından neşet eden parçalar da ahenkli olmuştur. Halılar, kilimler, mezar taşları vb. eserlerde gördüğümüz minimal incelikler hesap ürünü değil, iptidai bilgi ve kadim kültürün eseridir. Ahengi bozarsak, şizofreni pompalarız. Akıl çağı, anlamsızlaşma çağını doğurmuştur. Her şeyin gözlenebilir ve hesaplanabilir olduğu düşünülen bu çağda, sanatın hayatımızdaki anlamı Yusuf Kaplan’ın ifadesi ile “ümmîleşerek” yerini bulacaktır. Bunun üzerine de düşünmemiz gerekiyor. Ve son olarak “ölümün bile öldürülmeye çalışıldığı bu çağda” ihtiyacımız olan tek şey ölümü sıkça hatırlamaktır. Hayat ve sanat o zaman yeniden hayat üretir, insan yaşatır. Ahenk ve estetik gerçek konumunu bulur.
Ömer KORKMAZ 2: Gayriihtiyari bir ilişki tebliğ görevini yerine getirebilir mi sorusuna yanıt vererek başlayalım. Evet getirir. Burada “gayriihtiyarilik” ile bir çeşit imkânsızlığa işaret ediyor. İlgili dinin dairesi öylesine sağlamdır ki kişinin onu aşarak çıkması, dininin yasak ettiği birtakım fiillerle örülü bir ürün ortaya koyması ihtimali yoktur ya da olması gereken budur. Sanatçı bu daireden çıkıyorsa bu en hafif ifadesiyle zaaftır. Yani Abdullah senin deyiminle güdük bir sanat faaliyetidir.
Şimdi, sanat din ilişkisine gelince; bugün sanatsal verimler olarak baktığımız resim, heykel, yapı, şiir ve halkın belleğinde yaşayan söylencelerin üretim aşamasında, ilk insan topluluklarından itibaren dinin itici güç olduğu, bütün sanatsal faaliyetlerin evvela dinsel doyuma ulaşma amacıyla oluşturulduğunu biliyoruz.
Buradan hareketle, gelişerek(!) günümüze ulaşmış insanlığın; modern çağın dinden bağışık alanlar ve dinden uzak nesiller yaratma çabası da göz önündeyken (ya da dini şiddetle tahrip etmesi ) ve bunu büyük oranda başarmışken, sanatsal verimlerin de dinden uzaklaşıyor olmasına şaşmamalı. “Farklı ol!” söylemleriyle benlikleri beslenen ve tüketimi çeşitlendirilen insanlık, ilahi olanın değil gününe belki anına keyif malzemesi olanın peşine takılmış durumda. Dini değerlerin yerine yüzlerce alakanın yerleştirildiği, istikametini tayin kabiliyetinden mahrum olarak “insanın insan için ürettiği sistemlerin yönlendirmesiyle” yaşanılan bir çağın içinden yetişerek, yine bu çağın insanına hitap eden sanatçının faaliyetlerinden ne bekleyebiliriz? Sanatçı ve eseri ve onu talep eden kesimin bugün dinden uzaklaşmış olduğunu, dinî değerler içerisinde yaşadığını düşünenlerin de bu duruma “sanat” gayesiyle uyduğunu görüyoruz. Yani algıları yönlendirilmiş insan yığınlarının içerisinde kalan sanatçı kitleyle birlikte sürükleniyor. (Yukarıda söylediklerimizle çelişki görülebilir ancak, sanat gayesiyle buna uyan kimse zaaf göstermiş oluyor demiştik.)
Peki, durum İslam dünyasında nasıl tezahür ediyor? Günümüzde yukarıda bahsettiğiniz gibi sanatın tüm yönlerinde Müslüman sanatçının dininden neredeyse bağışık ürünlere imza attığını görebiliyoruz.
Gelenekte ise sanatın amacı/işlevi benim görebildiğim kadarıyla;
*Resimde derinliğin reddi, hatta ve mimaride kullanılan geometrik ölçüler, musikide usul ve makamlar, şiirde soyutlama ile görünen üretim biçimi ile Allah’ın emirlerine muhalif hareket etmeden dünya üzerinde bir eser bırakma gayretidir. (Bırakılan bu eser hayra yol açıcı mahiyette olmalıdır ki “kim hayra bir yol açarsa arkasından gelecek olanların sevabı da kendisine ayrıca verilecektir” mealindeki müjdeye mazhar olunsun.)
*Niyazi Mısri’ye; “Âdeme eşyada esma görünür” dedirten, eşyanın suretinden aksedenle oyalanma değil özüne dokunarak onda ilahi bir tezahürü fark edip bunun neşvesiyle aşk tazeleyen ve bu aşkı eseriyle tamamen ifşa edemeyecek olsa da sezdirmeye çalışan tasavvufi algıdır.
*Mevlana’ya büyük eseri Mesnevi-i Manevide 1221 beyitte ayet ve 745 beyitte hadise yer verdiren öğretme/bildirme gayretidir. Yani iyiliğe sevk kötülükten men etmek arzusudur.
*Yine gelenek ümitsizliği kabul etmez ve her zaman bir çıkış yolu, bir ışık gösterir. Bu durumun en basit örneği olarak bir asa ile çöller aşan, bir post ile dünya gezen, bir dev yardımıyla cadılar yenen masal kahramanlarını gösterebiliriz. Yani sizin yukarıda onlarca kez söylediğiniz trajedi kavramını baştan öldürmek ve insanları ümide sevk etmektir.
*Tüm bunları yaparken edebi gözetmek, ilahi rızayı aramak, nefsi terbiye etmek ve yalnız söz ile değil bütün hareketleri ile özümseyerek üretmektir.
Dünyanın son durağında dahi sonsuz olanı tespih etmek için mezar taşlarına Hüvel Baki (Baki Olan Allah’tır.) yazdıran bir geleneğin çocukları olarak bugün biz ne yapmalıyız? Şunları söylemek mümkün:
Bugün kendisinin ve eşyanın özüne ulaşamayacak şekilde alakaları çoğaltılmış insanlık namına bir yol gösterici olamıyorsa, ürettiklerimizin hiçbir manası yoktur. Öncelikle ürünlerimizin bir mesajı taşıması gerekiyor yoksa sanat adı altında yapılan ürünler alakaları çoğaltmaktan öteye geçemeyecektir.
Mevlana hazretleri, “biz pergel gibiyiz bir ayağımız şeriatta sağlamca durur, öteki ayağımız yetmiş iki milleti dolaşır” der. Bizler de önce ayağımızı sağlam basmalı, sonra ulaşabileceğimiz her insana ulaşmak gayretinde olmalıyız. (Örneğin kullandığımız dil, herkese hitap edecek şekilde olmalı!) Şu hâlde üretilen sanat eserinin doygun olması ve hayra yönelmesi gerekir. Doygun olacak çünkü herkese ulaşmak için yaptığınız şey yapılanların en iyileri arasında olmalı, hayra yönelecek ki şeriata uysun.
Yaptığımız her işte ilahi rızayı gözetmeli, küfür ve küfre meyil ettirecek şeylerden sakınmalıyız. Bunalım yazılabilir ancak ulaştığı yer tatmin edici bir yer olmalıdır. Dinin net olarak yasakladığı şeyleri ise yazmaktan kaçınmalıyız.
Çatışma ile kendini ortaya çıkarmayı marifet bilmeyecek, sükût ile Hakkın hakkımızda vereceği hükmün dünya halkının bir araya gelerek vereceği hükümden üstün olduğunu bilmeliyiz.
Ve son olarak en mühim hadise. İşte bu hadisenin yokluğu yalnız bütün eserleri/mizi değil, bir bütün olarak insanlığımızı hayatımızı noksan bırakacaktır. Bu hadise de muhakkak Aşk’tır. Onsuz hiç bir şey olmaya imkan yoktur. Zahiren bir şeyler mümkün gibi görünüyor olsa da aslen yoktur. Bizim bakmamız aşkla olmalı, işitmemiz aşkla, düşünmemiz aşkla, yazmamız aşkla, ibadetlerimiz aşkla olmalıdır. Nihayet aşktan hâli hiç bir hâl düşünülemez. Kaybettiğimiz her ne idiyse dünyada, bize onu bulduracak tek şey aşktır. Umulur ki şu yazdıklarımız dahi aşkın tezahürleri, arayışın nişaneleri olsun.