Meral Afacan Bayrak – Kadife Ses
Hem uzaktı, hem yakın.
Seslerin içinden onun sesini seçti. Yitip duran bir sesti. Sağır eden bir tonda bağırmıyordu sesin sahibi. Tanıdıktı, masalsı bir yanı vardı.
Rengi yoktu. Yaşadığı zamanı renklerle ifade etmek onun için zordu. Bu konuda oldukça yeteneksizdi. Okuldayken resim dersleri de kötüydü zaten.
Eğer kararına itiraz etmiş olsaydı, ona şöyle bir mail yazmak isterdi:
Sevgili Aygül,
Bir gerçeği kabullen artık: Ne yazık ki anlaşamıyoruz!…
Bugünlerde felekle aram açık. Ama durmaksızın mesafe kat diyorum. Varmak istediğim nokta gözümde büyüyor, büyüyor… Ne kadar sevgi o kadar mesafe… Bir gün diyorum ki, bütün bunların anlamı kalmayacak. Ölüm gelecek. Defterim kapanacak, (emin misin dediğini duyar gibiyim) evet evet adım gibi eminim, ama önce başka bir defter var kapanması gereken:
O defter sana ve bana dair ortak anılardan oluşuyor.
Şaşırdın mı?
Sanmam.
Sevgili Aygül,
Son sayfasını boş bırakacağım o defteri… Neden öyle yaptığıma dair çeşitli ihtimalleri sıralamak
sorunun cevabına yaklaştıracak seni. Yine de gitmiş olacağım çok uzaklara…Yani muhtemelen. Devam edeceksin beni sevmeye biliyorum. Yanında olmamama rağmen bana ait bir hatırayı zihninin duvarına çerçeveletip asacaksın. Beni sevmeye azmedeceksin. Yanında olmayacağım. Yine eminim ki, zihninde bu kez yalnız ve tek taraflı bir duyguyu büyüteceksin.
Kahve keyfi gibi, küçük sevimli bir keyif…
Sabah ezanı okunacak. Evdeysen, penceren açıksa, hava sakin olduğunda -yani lodos patlamadığında – sabah ezanı net bir şekilde bulunduğun odayı çepeçevre saracak. Namazını kılacaksın. Dualar edeceksin. Sessizliği dinleyeceksin. Bizi düşüneceksin. Sonra kalkıp, sahilde uzun yürüyüşler yapacaksın.
Bir kez daha, her şeyin; “SAHİBİNİ” düşüneceksin.
Sonra seni, beni, aramızdakileri ve araftakileri bir kez daha hakkaniyetli bir biçimde düşüneceksin. Uzaklarda dostlarımla çay içerken, vakit geçirirken, bu düşünme eyleminin farkında olmayacağım. Emin olabilirsin Aygül.”
Mail uzayıp gidecek. Belki okumaya tenezzül etmeyebilirsin. Senin kararın. Ne demiştin bana:
“Senin yanındayken ıssızlığım bitiyor. Dünyanın en kalabalık metropolü gibi yüreğim…”
“Susmuştum. Çünkü en çok, bu cümle beni korkuttu.
Elimi kolumu bağlamandan, beni sonsuza kadar bırakmamandan…
İtiraf ediyorum: Bağlanmak bana göre değil.
Çay içerken gülüyor ve seni düşünmüyor olma ihtimalim yüksek olacak.
Sen bu ihtimalin varlığından rahatsız olacaksın bunu düşünürken. İçin cızz edecek.Olsun rahatla, çay demle. Koyuca olsun. Benim için de iç bir bardak.”
Yıllar sonra var olduğunu öğrendiği annesinden bahsetmişti. Hayatına dair kimi şeyleri- annesinin mezarına götürmeyen kocası dahil- sorumsuz, insan müsveddesi babası bile bilmeyecek.
“İnsanlar mezardaki cesetler gibi tıpkı, evlerde ayrı bölmelerde ama aynı dünyada kendi sınavıyla sınanıyor.” dediğimde kararlı bir çıkışla cevap vermiştin bana:
“Ben o mezarı bulurum. Tek başıma bilmediğim bir şehirdeki o mezarı, eski kayıtlardan…”
Mezarcıyı aramalı.
Telefonunu alınca bunları düşündüm.
İnsan kendine söz geçiremiyor işte. Gromofondan yayılan ses… O kadife sesi dinliyorum.
Yanılıyor olabilir miyim?
Bir adanın sükûneti kadar, özlemin yakıcılığını nasıl dillendirelim?
Mülteci bir yürekle, pırıl pırıl bir imanla, olumsuz hiçbir duyguya yer vermeden duaya durmak. Belki bir kandil akşamının verdiği heyecanla ibadetin hazzını duymak, fatihadan, yasinden, fetihten ayetler okurken ruhumuza şifa olan yanlarını duya duya ağlamak. Yenilendiğimizi duyumsamak, filizlenen umutların boy verdiğini görmek…
Bencil bir kocanın bütün kaprislerini yıllardır çekmiş bir kadının gözyaşlarıydı. Tesadüfen tanıştık onunla.
Bir derviş gibi sessiz, olan bitene tepkisiz, isyansız. Kaldı mı böyle kimseler dedirtecek kadar mütevekkil…
Tek tesellisi, “Yeri bilinmeyen annesinin mezarını bulabilmek, onun toprağına dokunabilmek. Bir fatiha okuyabilmek.” olan birini ne kadar anlayabiliriz ki?
Hayatındaki erkeklerin… Yani babası, yani yeni kocası, yani oğuları…
Niye bu kadar hayal kırıklığı yaşatıyorlar?
Bu bir imtihan mı Rabbim?