Mustafa Alperen Mercan – Düğme Düğme Uykusuzluk
Uykusuz bir gecenin sabahında, masadaki telefonun alarmı çalıyor. İstemsizce açılıyor gözlerim. Alarmı duymazdan gelerek kapatıyorum gözlerimi. Beş dakika sonra tekrar alarm çalıyor. Beş dakika, beş dakika diyor, yorganın altına giriyorum. Alarm tekrar, tekrar çalıyor. Dayanamayıp bir uyutmadın oğlum diyerek telefona yastığı fırlatıyorum.
Tam isabet. Telefon duvara çarpıp masanın altına düşüyor. Susmuyor. Sesi odanın ve kafamın en ücra köşelerinde yankılanıyor. Küfürler eşliğinde yataktan kalkıyorum. Telefon çökmüş, bataryasını çıkartıp takma denemeleri de sonuçsuz kalınca, gözlerim duvara takılı kalıyor, saat 07.45.
Telefonu masaya fırlatıp, kıyafetlere sarılıyorum, geç kaldım. Mutfakta akşamdan kalmaları tırtıklayarak evden çıkıyorum. Merdivenlerden ardışık tek sayılarla iniyorum, apartmanın bozuk demir kapısını şiddet uygulayarak açıyorum. Hava beklediğimden soğuk, yerde on on beş santim kar var. Evlerin çatılarından buzlar sarkmış, kediler ve köpekler balkon altlarında koyun koyuna horluyor. Ceketimin yakasını kaldırıp, buzlara basmadan yola iniyor, lastik izlerini takip ediyorum. Dört beş dakika sonra, evimizin aşağısındaki un fabrikası kokusu, açık unutulmuş ışıkları ve köpekleri ile selamlıyor beni. Kömür kokusu uykusuzluğumu biraz daha arttırıyor. Fabrikayı dolaşıp, tren yolundan atlıyorum. Nihayet otobüs durağına geldiğimde durağın kalabalık oluşu mutlu ediyor beni, demek ki otobüsü kaçırmamışım. Fakat etrafta benim gibi öğrenci formalı kimseler yok. Geç mi kaldım yoksa?
Selam vererek durağa oturuyorum. Bankta ellili yaşlarda bir amca var, durağın bir ucundaysa yirmili yaşlarda bir çift, öbür ucundaysa otuzlu yaşlarda bir abi sigara içiyor. Otobüs durağı her yaş grubuna hitap ediyor bu sabah. “Yaşlı insanların daima konuşacak / anlatacak bir şeyleri vardır” sözünü haklı çıkarır vaziyette amca söze giriyor. Nereli olduğumu, nerede okuduğumu, belediyenin buzlu yolları neden tuzlamadığını soruyor, başkana, yardımcılarına, sekreterine, şoförüne belediyeyle ilgisi olan herkese sövüyor. Amca ağır ol, sabah sabah ne yapıyorsun, diyorum içimden. Bizim paramızla bize hizmet etmiyorlar, diyor. Amca soruyor, ben kısa cevaplar veriyorum. Daha fazla soru sormasın diye başımı cama dayayıp gözlerimi kapatıyorum, çok uykum var. Ne kadar süre uyuduğumu bilmiyorum, bir kadının çığlığı ile uyandım. Yolun karşısından durağa yürürken düştü, tahminen. Amca kadının yanı başında, belediyeye küfretmeye devam ediyor. Kadın bir şeyim yok, iyiyim ben diyor. Amcanınsa karlı günlere dair anlatacak bir şeyleri var. Kolunda kadınla durağa geliyorlar.
Otobüs geliyor, önden sevgililer biniyor, amca peşi sıra, sonra da düşen kadın ve yalnız adam. Amcayı ön koltuklarda yaşıtlarına emanet ediyorum. Arkalarda bulduğum boşluğa oturuyor, başımı buğulu cama yaslıyorum. Buğudan bir çek-yat yapıyorum kendime… Gözlerim uykusuzluktan yanıyor, ağzımda mayhoş bir tat ve midemde boşluk.
Yolcuların ayakkabılarının getirdiği karların erimesiyle, otobüsün zeminini çamurlu su tabakası kaplamış. Zeminin desenindeki boşluklarda birikmiş sular, otobüsün durup kalkmasıyla ileri, geri gidiyor. Birikintilerin haylazca oyununu izlerken birisi takılıyor gözlerime. Kırmızı ayakkabıları ile birikintiyi dağıtıyor. Kimmiş benim oyunumu bozan, diyerek uzunca bakıyorum.
On sekizli yaşlarda esmer bir kız. Beresinin uçlarından siyah saçları çıkmış, beyaz montlu, bir eliyle demiri tutuyor, diğer elinin parmaklarını montuna vurarak ritm tutuyor. Belli ki acelesi var ya da şarkıya kendini kaptırmış. Ayakları ile oyunumu bozduğunun farkında değil.
Sabah sabah bu enerji nereden geliyor, kahvaltıda ne yiyor bu insanlar? diye çaktırmadan bakmaya devam ediyorum. Kulağında kulaklık yahut elinde telefon olmaksızın, dudakları kıpırdıyor sadece. Acaba hangi şarkıyı söylüyor? Sesi nasıl? Başımı camdan kaldırıp, doğruluyorum. Sabah sabah bu merak nereden geliyor, diyorum kendime.
Caddeler geçiyoruz, Beş Yol’da göz göze geliyoruz. Üç beş saniye, üç beş ömür gibi geliyor. Hayır, o kadar da güzel bir kız değil. Âşık olmak ya da hoşlanmak mı? Sanmam. Nedensizce terliyor ellerim, midemdeki boşluk gittikçe büyüyor. Karnımın gurultusu, otobüsün gürültüsüne karışıyor. İşte Mevlana’dayız. Öbür yanımız da Üçler. Eli ritm tutmayı bırakıyor, dudağındaki müziği kapatıyor. Mezar taşlarına dalıyor gözleri, dudakları yine kıpırdıyor. Ritm tuttuğu eli yüzüne gidiyor. İki yakamızda ölüm, içinden duayla geçiyor. Şimdi benim içimde şarkılar çalıyor. Kafamdaki Orhan Gencebay şarkısı, dilimde Ferdi Tayfur şarkısına dönüşüyor. Sabah sabah arabeske bağlamak biraz olsun uykumu açıyor.
Beyaz montlu kız ise ayakta durmakta zorlanıyor, montunun düğmeleriyle oynuyor, ayakları her zamanki gibi hareketli. Cebinden çıkardığı daha önce çiğnenmiş sakızı ağzına yuvarlıyor. Midem bu manzara karşısında allak bullak oluyor. Oysa sana uzatmak için terli ellerimi silecektim bu yaptığın da nedir, diyorum.
Göz göze gelme heyecanını yaşamak için, kendimi topluyorum. Neden böyle bir şey yaptığım hakkında en ufak bir fikrim yok. İneceğim durağa az kaldı. Acaba bakacak mı bir daha? Baksa ben ne yapacağım?
Dilimdeki şarkılar uzadıkça konudan uzaklaşıyor, otobüsün içindeki yaşlı bıyıklı amcalarla göz göze geliyor, “Ne bakıyorsun oğlum” bakışlarına maruz kalıyorum. Benden bu kadar, artık inme vakti geldi diyorum. Okul beklemez, ama nöbetçi Ecevit kapıda beni bekler. Zaten yüzüme baktığın mı var varsa, düğmenle oynuyorsun. Arkadaşına küsen anaokulu çocuğu edasıyla kapıya yöneliyorum. Sırtı bana dönük biçimde o da kapıya yöneliyor. Düğmeye basıyor, kan kırmızısı duracak yazısını yakıyor. Ellerini montun cebine koyuyor. Montun düğmesi yere düşüyor. Eğilip düğmeyi alsam, yanlış anlaşılır. Hanımefendi düğmeniz düştü, desem o kadar insanın içinde nasıl alsın kız. Heyecandan midemi, ellerimi hissetmiyorum. İçimdeki ve dilimdeki tüm şarkılar sustu. (Bir düğme, bedenimi düğme düğme heyecana soktu.) Kapı açılıyor, kız iniyor. Düğmeyi almaya yöneliyorum. Otobüs hareket eder gibi oluyor, ağır ol kaptan diye bağırıyor, acele ve düğmeyle iniyorum. Hanımefendi düğmeniz, diyorum boş otobüs durağına. Nereye gitti bu kız? Otobüsün egzozuna boğuluyor, belediyenin tüm çalışanlarına amcadan duyduğum küfürleri sallıyorum. Sokak bomboş, otobüs durağında benden başka kimse yok. Durağın etrafında iki kez dolaştıktan sonra söylenerek okul yoluna düşüyorum. Düğmeyi cebime koyuyorum.
Bomboş yolda karşıya geçmek için, yayalar yeşil yanması bekliyorum. Karşıya geçerken sırtımda bir acı hissediyorum. Arkamı döndüğümde Cafer’in bir daha kartopu atmak için malzeme topladığını görüyorum. “Oğlum terbiyesizlik yapma sabah sabah atacaksan kar at, buzla karıştırma.” diyorum. Cafer şaşkın gözlerle bana bakıp elindeki, kartopunu yere bırakıyor.
“Abi neyin var senin iyi misin ?” diyor. “Cafer dokunma çok uykum var” diyorum. Peki, dercesine başını sallıyor. Ayağımızın altında kırılan buzlardan başka ses çıkmıyor sokaklardan. Sessizliği Cafer bozarak, cebinden sigara paketini çıkartıyor “Bir sigara yanalım mı?” diyor. “Yok, sağ ol bir şey yemedim” diyorum. Okula geldik, şu köşede sigara içelim dercesine adımlıyor duvara. Duvarın üstüne oturup sigarasını yakıyor. Sırtımı duvara yaslayıp ben de yanına duruyorum. Cebimden düğmeyi çıkarıp elimde çeviriyorum, sigaranın dumanı kafamı ve midemi değişik hallere sokuyor. Pasif içiciliğin, aktif olmaktan daha güzel olduğunu bir kez daha anlıyorum. Elimdeki düğmeyi göstererek “Abi o elindeki ne…” diyor. “Uzun hikâye boş ver, bugün nöbetçi Ecevit acele et…” diyorum. Başını sallıyor, hızla çekiyor sigarayı. Sigara içerken de daha önce duymadığım bir şarkı mırıldanıyor. Şarkıyla eş zamanlı, sigarayı bitiyor. Karların üstüne sallıyor sigarayı. Okul yönüne tekrar döndüğümüzde öğrencilerin okuldan dağıldığını görüyoruz. Ağaçlı yolun girişinde duruyoruz. “Oğlum Cafer, bu Ecevit geç kalanı geri mi gönderiyor yoksa” diyorum, kalabalığı göstererek. “Yok ya olur mu öyle şey, herkes biz mi okula geç kalacak. Şu gelen Saksay (Serkan Aksay) mı?” diye ellerini iki yana açmış, buz üstüne kayarak gelen sivil çocuğu gösteriyor. “Ta kendisi” diyorum. Saksay sevinçle önümüzde duruyor. “Ne oldu lan, Ecevit okula almadı diye ne bu sevinç…” diyor Cafer. “Başlarım Ecevit’ine ne Ecevit’i, okullar tatil oğlum.” diyor. “Hadi lan…” diyoruz aynı anda. “Tabii ne sandınız, sabah vali açıklama yaptı, hepinize mesaj attım gelmedi mi yoksa?” diyor. “Telefona hiç bakmadım ki, zaten evde unutmuşum…” diyor Cafer. Uzun soluklu küfürler ediyorum; ellerimi, kollarımı sallayarak bağırıyorum, karlara tekmeler savuruyorum. “Ne güzel uyuyuyordum, uykum var!!” diyorum. “Nesi var bunun sabah sabah ?” diyor Saksay. “Aldırma boş ver, sen nereye gidiyorsun böyle sivil halde onu söyle…” diyor Cafer. “Nereye olacak kahveye gidiyorum, mesajın devamında da kahveye gelin yazıyordu…” Ağaca tekme vurup, tüm karı üstümüze düşürüyor. “Hadi kahveye…” diye bağırıyor Saksay. Göz göze geliyoruz Cafer’le. Saksay’ın peşi sıra koşuyor, onu yakalamaya çalışıyor. Ağır adımlarla arkalarından yürüyorum.
“Neden küçük düğmelerden bile uykusuz, karlı bir sabah vakti bir dostu kovalamak…” diyorum, elimdeki düğmeye bakarak.