Nazım Payam – Dergilerin “Sanat Fidanlığı”
Galiba mutfaktakilerin fazla yakınmalarından olacak; tashih, tasarım gerginliği, matbaa, abone sıkıntısı, dağıtım kaygısı sanat-edebiyat dergileriyle dirsek teması olan herkesçe bilinir. Her sayının bir yaşı temsil ettiği de. Yine, oluşturulmak istenen okur kitlesinin bir dergiyi yaşatma kararını hemencecik vermediği, onun olgunlaşmasını beklediği bilinen bir şey. Hedefteki okur, hayli zaman yalnızca önüne konulduğunda hatırlar dergisini.
Unutulmakla hatırlanmak arasında çözüm bekleyen düğümler bu kadar olsa iyi: Bir de edebiyatçılardan kimi mistik kimi gerçekçi kimi izlenimci kimi gerekirci olabilir. Elbette aynı fotoğrafta bulunanlar aynı mekânı ve zamanı paylaşmalı. Bu birlikteliği, paylaşımı sağlayacak olanlar ise yine mutfaktakiler!
Oysa edebiyat dergisi mutfağında bulunanların ilk sayıdan itibaren kat kat sorumluluk, kat kat sancı gerektiren asıl uğraşı kimsenin aklına gelmez. Mutfaktakiler de onca gerginliğin, sıkıntının yükünü daha fazla artırmamak, kaygıyı kısmen de olsa hafifletmek için amacın, oluşumun bir tarafını örterler. Öylesi bir sorumluluğu üstlenmeyi görmezden, bilmezden gelirler. Evet! Bire bir ilgi isteyen o uğraş, edebî dergilerde kalem heveslisine ‘Sanat Fidanlığı’ hazırlamaktır.
Edebiyat dergileri tecrübeli kalem ve hedef kitlesi ile kişilik edinirler. Ama safları sıklaştırmak, sinir uçlarını belirginleştirmek ancak elinden tutacağınız yeni kalemlerle mümkündür. Hele derginizin kendisine mahsus tarzı ve okul olma yönünde bir gayreti varsa, ona süreklilik sağlayacaklar aranızda olmayı arzulayan yenilerdir.
Türk Edebiyatı dergisi, ilk yıllarında iki üç sayfasını “Türk Edebiyatının Sanat Fidanlığı”na ayırır, orada ‘müstakbel şair, yazar adaylarına’ açık mektupla yardımcı olurdu. Gönderilen metinlerde bulunan fazlalığı atar, eksiği giderir, abartıyı törpüler, açıklamalı yol yordam gösterir ve hevesli gençleri edebî çalışmalara teşvik ederdi.
Yıl 1975, sayı 37-38. Beni ve Ramazan Güngör’ü o fidanlığın bahçesine almışlar. Dinlenmeye bırakılmayan bir metnin bir derdi aktarmaya yetkin olamayacağını vurguluyorlar. Doludizgin gelen duyguların yüreğimize bıraktığı mayayı olgunlaştırma hususunda ölçü, ahenk ve işçiliğinden bahsediyorlar. Dikkatimizi düzenli bütünlüğe çekiyor, okuyarak birikmemizi salık veriyorlar. Güngör’ün “Kırık Umutlar” şiirinde sosyal gerçekleri acı acı ifade eden mısralarına kıyamadıklarını, onları düzeltmeye çalıştıklarını ve ilk kısmı şu hâle getirdiklerini belirtiyorlar: “Fukaralık türküleri dizdiler/ Uyduruk dillerden…”
Türk Edebiyatı dergisi, “Sanat Fidanlığı”nı bir süre de “kalemlik” olarak devam ettirdi. Onlarca gençle gönül bağı kurdu. Birbirilerini takip eder oldular. Gün geldi, usta çırak ilişkisi ustalar arası dostluğa, kadir bilirliğe dönüştü. Merakla çevirirdim o sayfaları. Sonraları “fedakâr adam” yokluğundan olacak ki kaldırıldı. Şimdiler Varlık dergisinde “Yeni Öyküler Arasında” Jale Sancak, “Yeni Şiirler Arasında/ Rımbaud Akademisi”yle küçük İskender, gençlerin beslenme biçimine bir çeşni katmaya çalışıyor.
Mavera dergisini bilirsiniz. 1976’dan 1990 yılına kadar yayımlandı. Şöyle veya böyle 163 sayı çıktı. Malum sebeplerle yayınına son verdi. Mavera’nın mutfağındaki isim Cahit Zarifoğlu idi. 17. sayıdan 61. sayıya kadar “Okuyucularla” köşesinde şair, yazar adaylarını değerlendiren oydu. O köşede yer alan ve bugün saygı duyduğumuz, zevkle okuduğumuz A. Vahap Akbaş, Nurettin Durman, Sadık Yalsızuçanlar mı dersiniz? Şeref Akbaba, Âdem Turan, Hasan Akay, Mustafa Armağan mı dersiniz? Kimler nasihatini almamış ki…
Yıl 1979, sayı 32. Mustafa Armağan’a söylenenlere bir bakalım: “…Yazılarınızda gide gide bu konuda soğukkanlılığı ve mantıklı oluşu bir yana atıp bağnazlaşacağınızın şiddetli işaretleri var. Öz’ü unutacağınızın işaretleri var. Tek yanlı bir kör döğüşüne doğru götürüyorsunuz meseleyi. Eğer dil konusu üzerinde çalışmak istiyorsanız yaklaşım yollarınızı değiştirin. Onun ilahî bir armağan oluşundan yola çıkarak bazı düşünceler geliştirmeye ve meseleye derin bir açıdan bakmaya çalışın. Kendinizi kuvvetle etkisinde bulunduğunuz insanlardan da kurtarın derim. Ve burada bir adım daha atın, her şeyini sevdiğiniz Türkçeyi, Arapça ile birlikte sevmeye başlayın.”
Nisan 1980’de bir açık mektup da Nurullah Genç’e yazılmış:
“…Mektubunuz bu cümlelerle başlıyor. Hicret isimli şiirinizden de bir lokma almak istiyorum:
Zaman mefhumuna sor
Anladığı bir dilden
Hicret neyi anlatır
Neler istiyor bizden
Bindörtyüz sene önce
Yaşarken
Vatan, mal ve mülk varken
Neden terketti ashab
Ve cihan peygamberi
O güzelim Mekke’yi
Zaman mefhumuna sor
Ses versin derinlerden
Hicret niçin yapılır
Hicret kimedir, kimden
Bu şiirinizin diğer bölümlerinde ve öteki şiirlerinizde, hamasilik dozunun fazlalığı, kalıplaşmış ideolojik deyimlerin bolluğu şiiri alaşağı etmiş. Şimdilik sadece bu hususa dikkat ederek çalışmalarınızı yönlendirmeli ve şiirinizi hikâye havasından kurtarmalısınız.”
Mavera’da “okuyucularla” başlıklı bölümde yer alan bu açık mektupların dışında bir de sanat, edebiyat ve abone içerikli, kişilere özel mektuplar yazmış Zarifoğlu. Mustafa Özçelik’in hazırladığı Cahit Zarifoğlu/Mektuplar kitabında “Okuyucularla” köşesinin amacını 26. 3. 1979 tarihli özel mektupta Muhsin İlyas Subaşı’na şöyle açıklıyor:
“Mavera’ya yolladığınız şiirlerinizle ilgili olarak 28. sayımızda bir iki satır yazmıştım. Bu sütun belli bir kişilik kazanmış ve çevresinde kendilerini kabul ettirmiş ve bir isim yapmış kişilerden ziyade, henüz yeni yeni edebiyat çalışmaları yapan genç dostlarımıza yardımcı olmak ve “edebiyat” bahanesiyle asıl bu genç arkadaşlara bazı düşünceleri tavır ve zevkleri kazandırmak amacını gütmektedir.”
Eğer kendinize sabırsız, çevrenize hazırcı değilseniz, dergicilik böyle yürütülür.
Bizim Külliye’yi Elazığ’dan yayın hayatına katarken en az iki sayfayı “Külliye Odası”na ayıracaktık. Orada genç şair, yazar adaylarından edebiyat dünyasına yeni kalemler kazandıracak, uzun mesafelere arkadaş edinecektik.
Olmadı.
Gerçekleştiremedik.
Gençlerimizle üşenmeksizin, yılmaksızın, ısrarla iletişim kuracak fedakâr ustayı bulamadık.